Aklımızla Alay mı Ediyorsunuz?

Yabancılaşmaya Karşı Beyin Egzersizleri

 

Son zamanlarda sık sık duyduğumuz bu sözler kimi zaman bir serzeniş ama çoğu zaman öfke dolu isyanların içinden geçerek büyüyor. Sözdeki siz ve biz ayrımı son derece önemli. Başka önemli olan bir dipnot ise aklının hiç de aşağıda olmadığı iddiasının vurgusudur. Karşıdaki taraf(lar) hiç de küçümsenmeyecek bir aklı küçük görerek aldatma girişimi içindedirler. Bu sözdek sübliminal başka bir mesaj da “buna nasıl cüret edersiniz” tehdididir. İnceleme etimolojik ya da analitik tartışmalarla uzatılabilir…

Bu sayının yabancılaşmaya karşı beyin egzersizinde bu söze dikkatimizi çekmemize neden olan olaylarla ilgileneceğiz. Ne yazık ki bu söze karşılık gelecek örnek bulmak çok da zor değil. 

Depremi yaşayanlar kadar tanık olanların da karşılaştıkları büyük aşağılanmaya tanık olduk, oluyoruz. Bu tepki, bazen için için, bazen dolu dizgin taşarak üzerimize geliyor. Gün döndü, “Orantısız zekâmız” “nasıl olsa anlamazlar” muamelesi görür oldu…

Elleriyle molozları kaldırmaya çalışanlar vinç ve iş makinelerinin görkemli gökdelenlerde ve süper lüks sitelerde çalışmaya devam ettiğini görüyorlardı. O makinelerin sahipleri ve bütün “ayrıcalıklılar” dramatik televizyon programlarında bizden çaldıkları milyarlardan birkaç milyonu “bağışlıyormuş gibi yaparak” gözlerimizi yaşarttılar! Bütün o zenginlikler dünyası bizlerin hayatları söz konusu olunca birden nasıl da zavallı, sefil, yardıma muhtaç bir dünyaya dönüştü. Meğer iki tırı hareket ettirmek, iki uçağı kaldırmak, oraya buraya doluşturulmuş konteynırları göndermek, market depolarını açmak ne kadar da zormuş! 

Hani hep örnek verilir ya “Almanya’da bir olay olduğunda siz kenara çekilirsiniz görevliler koşar gelir” diye. Depremde Almanya’daki bir yakınım, “nasıl da insanlar havaalanlarına, otogarlara akın etti, nasıl böyle düşündüler? Biz burada, ‘olay yerine gidecek devlet görevlilerinin yolunu kesmeyelim, yolları tıkamayalım, onlar yapılacak bir şey varsa yaparlar’ diye düşünürüz ama ne yazık ki siz yanılmadınız” demişti. Dönüp bütün bu şarlatanlara “Siz bizim aklımızla alay mı ediyorsunuz?” bile diyemeden zora düşmüş kim varsa, neredeyse oraya yardıma koştuk, evet. Bu bizim güvencesizliğimizden, yalnızlığımızdan ve yalnızlığımızı bildiğimizdendi! Dünya kadar kaynak aktarılarak yaratılan kurumların bizim gibi insanlara yardıma koşmayacağını bildiğimizdendi. Bu bizim zayıf değil güçlü yanımızdı. 

Evet ne yazık ki yanılmadık… Daha birçok konuda da ne yazık ki yanılmadık. Haberi alır almaz yola çıkan vinç ve kepçe operatörleri de yanılmadı. Sağlıkçılar da, battaniye, kışlık eşya, hijyen ve gıda malzemesi taşıyanlar da, yüzbinlerce gönüllü de yanılmadı. Peki bizler böyle oradan oraya bakarken bazen donup kalırken, bazen şaşkınlıkla koştururken diğer cephede neler oluyordu? 

O gün sabah 04.17’de olan depremin açıklaması 05.34’de RTE, 05.38’de SS tarafından açıklanıp içeriye olduğu kadar dışarıya da “4. seviye alarm” bildirildi. On bir ilimizi ve on milyondan fazla insanımızın hayatını 4. seviyede etkileyen bir durumun bize, dolayısıyla kurtarma ekiplerine “hadi” demesi 1 saat 17 dakika sürdü!… Bir saat on yedi dakika! Bu süre acil durum uçaklarının, helikopterlerinin ve dolayısıyla sağlık, kurtarma ekiplerinin Ankara’dan ya da başka bir yerden kalkıp Hatay’a Adıyaman’a yola çıkması için yeterliydi. Yerin altında, çoğu yaralı olarak bekleyen insanlar için her dakikanın ne kadar önemli olduğunu her ‘insan’ olan insan ta içinden hissetti. Siz, “beyefendiyi uyandıramamışlar” diye güya eleştirerek durumu açıklamaya çalışanlar da bizim aklımızla alay ediyorsunuz. Çünkü bizim için hayati olan her dakika sermaye için de son derece hayatiydi. Bu sürenin sonunda Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın ve Genel Kurmay Başkanı Yaşar Güler’in Hatay’a ulaştığını öğreniyoruz. Hemen akabinde Hakan Fidan da neden ve nasılsa Hatay’da… Yıkımın yaratacağı acıyı, öfkeyi ve hatta fırsatları mı hesapladınız o 1 saat 17 dakikada… AFAD’dan, Kızılay’dan, yardım tırlarından, gönüllülerden her şeyden önce felaketin göbeğine varırken ne düşündünüz? Her türlü karanlık işin kavşağı olan ülkemizde sizin mollalarınıza göre depremin “Allah’ın lütfu” olması bundan mıdır? İnsanlar can çekişirken siz neyin peşindeydiniz? Oraya insanlara merhem olmaya gitmediğinizi biliyoruz. Üç gün askeri kışlasından çıkarmadığınız saklayamayacağınız bir biçimde tarihe geçti. Enkaz altındakilerin seslerinin yavaş yavaş kesildiği, gönüllülerin, yardımların bile üç gün sonra ulaşabildiği Hatay’da üç gün ne ile meşguldünüz? Basınınız oraya varamamanın karelerini gözümüze sokuyor; havalimanının asfaltı patlamış, ana yollarda tepeler oluşmuşmuş. Yıkımın büyüklüğünü bildiğinizi 05.38’deki SS’in açıklamasından biliyoruz. Suriye savaşı boyunca bütün deprem bölgesinden geçerek havadan, karadan, denizden ve her türlü yoldan dincilere malzeme taşıdığınızı biliyoruz. Bütün bunları beceriksizlikle açıklayanlar! Siz de aynı oyunun parçasısınız! Bugün elimizdeki olanaklar olan biteni tam olarak çözmemize yetmiyor ama yarın yetecek ve çorap söküğü gibi bütün işbirlikçilerinizle birlikte her adımınızı ortaya çıkaracağız. Buraya bir çentik atalım…

Aynı dakikalarda bölgeden gelen mesajlar ve aramalarla uyanan ülkenin güzel insanları WhatsApp vb. gruplarını kurmuşlardı bile. Gerek haber almak, gerek haber vermek, gerek bölgeye gitmek, ulaşmak ve ulaştırmak için… Sabahın ilk saatlerinde, bir anda telefonlarımıza yeni grup davetleri gelmeye başladı. Bilgi kirliliği var mıydı; vardı tabii. Bunları ayrıştırmak hayli zordu. Örgütsüz bir toplumun üstüne ancak bu kadarı inşa edilebilirdi. Ancak bu gruplar bir yandan kartopu gibi büyüdüler diğer yandan doğrudan alandan alınan bilgileri televizyonlardan çok daha hızlı yaymaya, canlı habercilik yapmaya başladılar. Depremin ilk saatlerinde birçok nedenle el uzatmak için oluşan, sayısını bugün tahmin bile edemediğimiz WhatsApp gruplarında belki yüzbinlerce kişi birbirine ulaştı. O gruplarda birlikte iş yapmayı öğrendik. Farklı fikirlerdeki insanlar birbirleriyle konuşmayı ve amaca odaklanmayı öğrendi. Kimi etkili oldu kimi birbirine dolaştı. 06.19’da AFAD, “haberleşmelerinizi internet tabanlı mesajlaşma yazılımları üzerinden yapın” diye açıklama yaptı. Ve iletişimin bu kadar hayati olduğu, böyle korkunç bir durumda internet bağlantısı kesildi! Şirketler bir bir altyapılarının yetersizliği ile ilgili düzeltme sözü verip özürler dilediler. Oysa durumun öyle olmadığını kısa sürede anladık. Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu “Depremde neden bant daraltma yapıldı” sorusuna, “Gerekli bir durum vardı ki yapıldı.” diye cevap verdi. 

Aynı dakikalarda muhalefet, hükümeti becerisizlikle, felakete hazır olmamakla, liyakatsiz kadrolaşmayla, tek adamdan icazet almadan hareket edememekle, sansürcülükle suçladı. Tüm bu suçlamalar kötü niyeti açıkça ortaya koymak yerine onun üstünü örten, durumu kurtaran açıklamalardı. Yönetememe krizi elbette hayli zamandır sistemin iliklerine işlemiş durumda. Ancak bugün yaşadıklarımız bu krizin üstünde. Bunun adı açıkça; örgütlü kötülük! Suçun üstünü örtmek için onu hata ya da eksiklikmiş gibi göstermek suç ortaklığından başka nedir ki? “Sansürsüz” manşetleriyle en “gerçek” haberlerinizde devlete helal gelmesin diye bizden sakladıklarınız öyle ya da böyle ortaya çıkıyor. Gazeteci olarak ne kadar gözü pek görünseniz de güven kaleleri sizin de üzerinize yıkılıyor. Sorun şu ki, siz de bizim aklımızı ve gerçeklerin ortaya çıkma huyunu küçümsüyorsunuz. 

Tıpkı “güya seçim” gecesinde olduğu gibi… Nasıl oldu da üç yıldır hazırladığınız sistem gece olunca Sindirella gibi ortalıktan kayboldu? Nasıl oldu da bir sandık başı gönüllüsü kadar mücadele bile etmeden teslim oldu onca “gürleyen” adam… Masalara vurmalar, -cağız’lı iş işten geçmiş konuşmalar… Yüzbinlerce insan sırf ufacık bir değişim umuduyla ya da yaşadıklarına duydukları öfkeyle belki de yüzleşmek istemedikleri yıkım bölgesine oy kullanmak için gitti… 

Daha bir sürü olaya günlük koşturmacanın içinde azıcık durup bakma fırsatı bulduğumuzda fantastik filmlerdeki gibi lime lime döküldüklerini görüyoruz. Ama işçilerin emekçilerin o kadar vakti, enerjisi ve dikkati yok. Hadi birileriniz onların işini kolaylaştırın ve açıklayın mesela, “Mülk sahiplerinin devleti öyle deprem oldu, milyonlarca kişi perişan oldu diye kaynaklarını halka saçamaz. O kaynaklar teşvik, kalkınma, ihale vb. isimler altında sermayenin cebine gidecek. Sizin canınızın hiç değeri yok, malınız mı gitmiş ne güzel işte, yeniden satın almak için uğraşırsınız piyasa canlanır. Bütün bu malları yeniden almaya çalıştığınız her yıl daha da yabancılaşırsınız, daha da iyisi yozlaşır ve çürürsünüz bu da bizim etki alanımıza kolayca girmeniz demek…” “İşte böyle düşünür bu sistem”, desenize. “İtmezseniz yıkılmaz, yıkmazsanız kurtulamazsınız” desenize… “Liyakatsiz devlet kadroları… Savurgan yöneticiler… Zinhar büyük sermaye sahipleri değil, sadece beşli çete, ondan sıkıldıysan bir de bunu dene…”

Siz bizim aklımızla alay mı ediyorsunuz?

Bizler enkaz altında kalanlarımızla uğraşırken onlar yeni inşaat projeleri yapıyordu. Depremin üçüncü gününde utanmadan bitmiş projelerle karşımıza çıkıverdiler. Resmi kayıtlara göre 90 bin 609 bina ağır hasarlı ve yıkık olarak belirlendi. İnsanların dışarıda olmadığı, evlerinde olduğu bir saatte depremde kaybettiklerimizin sayısı resmi olarak elli bin beş yüz! En basit matematikle, bir binada yaşayan insan sayısıyla hesaplasanız başka bir sayıya ulaşırsınız. Tıpkı pandemide ya da seçim sonuçlarında olduğu gibi gerçek sayıların bizlerden saklandığını biliyoruz. Pandemide 87 bin 334 kişi hayatını kaybetti!.. Depremde ölenlerin sayısı 50 bin beş yüz, Recep Tayyip Erdoğan oyların %49.49’unu aldı… Ismarlama sayılarınız matematiğe huni taktıracak cinsten… Yaşadığımız her şeyde ya açıkça ya da bir şeylerin altına gizlenmiş yalan ya da hile var. 

Bize tepeden bakan tüm o bilgiçler ordusu halka karşı çevrilen dolapları bilmiyor da mı söylemiyor? Herkes hep bir ağızdan aynı sayıları tekrar edip duruyor. Kimse oyunu bozmuyor. Kimse oyun bozan olmanın bedelini ödemek istemiyor ve bu oyunu oynamanın öyle ya da böyle bir köşesinden besleniyor. Hepsi gözlerimizin içine baka baka aklımızla alay ediyor.

Aklımızla alay edenler aynı kazanı kaynatadursun, emekçiler de başka bir kazanı kaynatıyor. Herkes kendi yemeğini pişiriyor. Toplumsal zekâ, yalanı, iki yüzlülüğü, hileyi sezinliyor ve onu bazen açıkça bütün öfkesini kusarak, bazen burun kıvırıp geçerek, bazen hiçbir şeyi anlamaz gibi oyuna katılarak, bazen de günlük çıkarlarını gözeterek, büyük hesaplaşmayı erteleyerek karşılıyor. Tarih kendi yoluna devam ediyor. Herkes, en zor zamanlarında geleni, gideni, elini uzatanı, uzatmayanı bir bir yazdı. Yarattığınız felaketlerimizde ölü taklidi yapanları da, kasalarını dolduranları da, gündemi değiştirenleri de, algımızla oynamaya çalışanları da, kimlerin nerede saklandığını da biliyoruz. 

Anladığımız o ki siz bizim bildiklerimizi bilmiyorsunuz. 

Yoksa aklımızı küçümsemezdiniz…

 

 

Önsöz Dergisi
51.Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir