Sizin üstünüze karlar, beton duvarlar yağarken, molozlar yığılırken, o molozların altında sesinizi kimseye duyuramazken; bizim burada içimize yağdı karlar, kalbimize, ruhumuza. Her yerimize kar yağdı… ve üşüdük. Ne kadar giyinirsek giyinelim… kat kat giysilerin içinde üşüdü ruhumuz. Üşüdü… acıdı. Her yerimiz acıdı… kalbimiz, umutlarımız, her yerimiz… insanlığımız.
Siz orada tutunurken bir şeylere, biz burada sizin hayatta kalma olasılığınıza tutunduk. Bir gün daha yaşayabilme umudunuza tutunduk. Enkazlardan sağ çıkarılabileceğiniz umuduna tutunduk. Ama… ne yazık, ne yazık ki; siz orada yaşamınızı kaybettiniz, biz burada.
Biz burada… sevincimizi kaybettik… sevincimizi… Yaşama dair umutlarımızı… Tüm bunlar yetmedi, sanki bunlar yetmezmiş gibi… bir de… ölülerimizi… ölülerimizi kaybettik, sizinle birlikte. Ölülerimizi alıp gömebilme ihtimalini kaybettik. Onlar sırt çevirdiler…
Ama bir şeyi kazandık, bir şeyi gördük: Biz kendi ellerimizle kendi yaralarımızı bütün engellemelere rağmen yine kendimiz sarıyoruz. Yine kendimiz koşuyoruz birbirimizin acısına, umuduna, çaresizliğine; yine kendimiz çare oluyoruz, yine biz. Bizden başka kimse yok. Bizlerin, emekçilerin, halkın umudu olan kimse yok. Tek çare biziz. Tek çare sensin, benim, biziz. Bizim yaralarımızı birlikte sardığımız ellerimiz. Ve birbirimize verdiğimiz Umut.
“Ben, ben şimdi neye tutunacağım” diyen sizlerin isyanı ve bizim öfkemiz hepsi birleştiğinde biz birlikte yeniden kuracağız yaşamı. Birlikte yeniden.
Evet sizin üzerinize kar yağdı, bizim yüreğimiz dondu. Sıcacık evlerimizde yüreklerimiz dondu. Kalbimiz soğudu. Buz kestik. Buz kesti her yanımız, tir tir titredik. Acımız, isyanımız…. Gözlerimizden süzüldü yaşlar, çaresiz hissettik. Çare olmaya çalışırken çaresiz hissettik. Dayanışmayı örmeye çalışırken yetmedik, yetemedik… Ve yüzbinler, yüzbinler…
Kendi sistemimizi kursaydık, kurabilseydik insani sistemi, bu kadar acımız bu kadar kaybımız olmayacaktı. Bu kadar insan böyle ölmeyecekti. Böylesine acıyla boğuşmayacaktı. Kuramadık, ne yazık ki kuramadık. Daha ne kadar böyle çaresiz hissedeceğiz; önlenebilir ölümler ve zulümler karşısında… Daha ne kadar!
Bir değil iki değil üç değil beş değil, mahalle değil, kasaba değil, kentler yok oldu, kentler, koskoca kentler! Tarih yok oldu, tarih! Yaşanmışlıklar yok oldu…
Tarihe kafa tutan, binlerce yıllık kentler yok oldu gitti. Antakya yok oldu. Dünyada sokakları aydınlatılan ilk kent Antakya… Işıklandırılan o cadde Herod, dün Kurtuluş’tu, bugün ise artık yok… Asi’nin Antakyası, medeniyetlerin beşiği, artık yok. Hitit ve Eski Mısır’ın sınırları eşiğindeki Antakya, artık yok.
Her köşesi, her mahallesi tarihin belli dönemlerine tanıklık etmiş olan kentler… tarihin tanıklıkları artık yok.
İnsanların umutları, her şeyleri, elleriyle, tırnaklarıyla kazıdıkları, toprağa saldıkları kökler yok oldu. Köksüz bir ağaca benzedi şimdi kentler… köksüz…. Dalsız, budaksız bırakıldık. Dalsız budaksız bıraktılar bizi… Ama biz yine de yeşermeye çalıştık. Yine de yeşertmeye çalıştık birbirimizi, çalışıyoruz. Yeniden filizler vermeye çalışıyoruz. Yeniden yaralarımızı sarmaya çalışıyoruz. Ama nasıl olacak, nasıl? Bu acı, bu yara nasıl sarılır, nasıl sarılır bu yara? Kuramadık, kuramadık hala insana yakışır bir sistemi. Kuramadık hala paranın hüküm sürmediği bir ülkeyi. Kuramadık, çürük beton yığınlarının herkese mezar olmadığı bir ülkeyi. Kuramadıkça biz, kim bilir daha ne acılar yaşayacağız… Elbet kuracağız bizim dünyamızı…
Yaşadığımız acı, acımız isyandan fazla. Acı isyana, öfkeye dönüştüğü zaman kuracağız belki de yeniyi…
Moloz yığınına dönüşen binlerce can, binlerce canımız…. Enkaz altında kalanlarımız, enkaz üstünde acıyla sağa sola koşturup çaresizce çırpınanlarımız. Ve bir depremzede enkazın başında acıyla, öfkeyle haykırıyor: “10 bin lira verecekmiş, neyime vereceksin? Sen buraya gel kokla burayı. Annem babam kokuyor burası, ne 10 bini? Hatay’ı da sildi rahat etsin. Buralara gelmesin.” diyor.
Koskoca yaşamlar, yaşanmışlıklar, tarih bir anda yerle bir oldu. Koskoca kent içindeki insanlarıyla birlikte bir moloz yığınına dönüştü. Şimdilerde hafriyat kamyonları dolaşıyor şehrin bütün sokaklarında tozu dumana katarak…. Ölüm kusuyor.
Enkaz altında kalmayıp da sağ olanlar ise tüm yaşadıkları acılarla birlikte hayata tutunarak yaşamı yeniden kurma mücadelesi veriyor. Her birinin her an gözlerinden akacakmış gibi duruyor gözyaşları ama akmıyor. Gözlerinde donmuş yaşlarıyla yaşamı yeniden var etmeye çalışıyor. Onlarla birlikte depremin ilk anlarında yardımlarına koşan, “gönüllüler” de acıları bir nebze olsun sararak, yaşamı yeniden kurmaya çalışıyor. Dayanışma ile yaraları sarmaya çalışıyor, çalışıyoruz. Ve doğa tüm acıları sarmak istercesine yeşermiş, çiçekler açmış her yerinden yeniden. Yeşile, maviye, mora, kırmızıya, beyaza bürünmüş. Sokaklarında oynadığı kentin yıkıntılarında dolaşırken geçmiş güzel günleri için içten ve çok derin bir ah çeken gencimize “Hayat her şeye rağmen devam ediyor” dercesine… Gelincikler kıpkırmızı süslemiş toprak anayı. Nar ağacı çiçeğe durmuş, salmış güzelim mis gibi kokusunu portakal ağacı çiçeği her yere…
Kent hayalet şehre dönmüşken, moloz ve hafriyat kamyonlarının tozuna dumanına, gürültüsüne inat, doğa ana cıvıl cıvıl, rengarenk bitki örtüsü ve canlılarıyla, yaşamı yeniden var etmeye devam ediyor. İnsana, depremzedeye, hepimize yaşama sevinci aşılamaya ve yeni yaşamı yaratma mücadelesinde umut olmaya devam ediyor.
Önsöz Dergisi
51.Sayı