Sanatta Antikomünizm Çevrimiçi Etkinlikleri-2
Ahmet Açan
Valeri Esipov’un önsözü: “Geç olsun güç olmasın ya da daha doğrusu ‘hiç olmayacağına geç olsun daha iyi.” Gulag Takımadaları’nın biri kısa diğeri uzun iki hedefi vardı. İlk hedefine ulaştı. O konuda yapacak bir şey yok. İkinci hedefi ise dünya halklarını komünizmin faşizmden bile daha beter bir rejim olduğuna inandırmak.
Soljenitsin Gulag Takımadaları’nda şöyle diyor: “24 yıllık komünist mutluluğu yaşamış olan bu insanlar, daha 1941’de dünyada başka hiç kimsenin bilmediği bir şeyi biliyorlardı: Tüm gezegende ve tüm tarihte Bolşevik rejimden daha kötü, daha kanlı ve aynı zamanda daha sinsi ve kurnaz bir rejim yoktur, başka hiçbir rejim onunla kıyaslanamaz, hatta o zamana kadar Batı’nın gözlerini karartmış olan Hitler’in çırak rejimi bile.”
Peki Glasnost ve Perestroyka’nın ideoloğu, Gorbaçov’un Propaganda Bakanı Yakovlev ne diyor: “Bolşevizm “toplumsal delilik rejimidir. Bolşevik iktidarın suç teşkil eden eylemleri sonucunda 60 milyondan fazla insan öldürüldü, Rusya yok edildi. Bir tür faşizm olan Bolşevizm, kendi halkını yok etme yolunda ana vatanseverlik karşıtı güç olduğunu göstermiştir. Bolşevizm ve faşizm aynı madalyonun iki yüzüdür. Tarihte Lenin’den daha büyük bir Rus düşmanı yoktur. O neye dokunduysa, her şey mezarlığa dönüştü…” (1994)
Büyük yazar Cengiz Aytmatov da Kassandra Damgası romanında şöyle yazdı: “Stalinhitler çağı veya tersine Hitlerstalin çağı iki ayrı bedende olan ama birbirinin tıpkısının aynısı öze sahip olan bu iki yaratık, insanoğluna o kadar çok kana mal olmuştur ki, üzerinden onca zaman geçmiş olmasına rağmen istatistik bilimi hâlâ fizyolojik olarak tek bir bütün olan bu iki kafanın ölümüne savaşa girerek kapışmasıyla gerçekleşen kanlı dünya savaşına sürüklenen kurbanların sayısını tam olarak hesaplayamamakta. Bolşevizm olmadan faşizm olabilir miydi? Stalin olmadan Hitler olabilir miydi? Ayrı ayrı doğmuş ama cehennemin karmasında çaprazlanarak birleştirilmiş Stalinhitler ve Hitlerstalin’i düşünmek bile XX. yüzyıl insanının kanını dondurmaya yetmekte.” (1994)
Halbuki 1991 Mart referandumunda, Yani Sovyetler Birliği dağılmadan sadece 9 ay önce oylamaya katılan 149 milyon kişiden (%80) yaklaşık 114 milyonu (%78) Sovyetler devam etsin yönünde oy vermişti… Kırgız halkının oylamaya katılımı %92,87, devam oyu %95,98.
Peki neden 1994? SSCB 1992’de dağıldıktan sonra 30.000 fabrika 5.000’e düştü, işsizlik patladı ve aniden milyonlarca insan işsiz kaldı; eski KGB ve polis memurları, Kızıl Ordu askerleri, mafyanın saflarına katıldı ve suç oranları Rus tarihinde görülmemiş bir artış gösterdi; gelecek umutlarını kaybeden çok sayıda üniversite mezunu kadın fuhuşa itildi. Evsiz sayısı düzenli bir şekilde arttı, öyle ki, 1993’te her on çocuktan birisi sokakta yatıyordu. Dağılmadan önce 10.700 hastane kısa süre içinde 5.400’e düştü. Verem ve bebek ölümleri “üçüncü dünya ülkeleri düzeyine ulaştı”, 1990 ve 1998 yılları arasında 3.4 milyon bebek ölümü gerçekleşti. 1991’de 2.000 difteri vakasına karşılık 1991 ve 1998 arasında 200.000 vaka bildirildi ve yaklaşık 5.000 kişi öldü. Okulların sayısı 70.000’den 42.600’e düştü. Dağılmanın hemen ardından Rusya’nın gayri safi yurt içi hasılası yarı yarıya düştü. Bu noktada artık Rusya halkının %90’ı yoksulluk sınırının altında yaşıyordu.
“Kazak bir öğretmen şunları anlatmıştı: Eskiden genel sekreterimiz vardı… Her şeyimiz olduğu halde açık açık hiçbir şeyimiz yok diye şikâyet ederdik. Oysa şimdi her şeyimiz var; ama aslında hiçbir şeyimiz yok. Her şeyimiz varken yok diye şikâyet ediyorduk. Şimdi pazarda bir sürü mal var, ama alamıyoruz. Dükkânlar dolu ama yaşam tarzımızı kaybettik. Sovyet zamanında paramız vardı, gücümüz, umutlarımız vardı. Şimdi hiçbir şeyimiz yok, ölü bedenleriz. Hareket eden cesetleriz, dehşet verici, çok üzücü…” Joma Nazpary (Sovyet Sonrası Karmaşa, Kazakistan’da Şiddet ve Mülksüzleşme)
Soljenitsin’in Gulag Takımadaları’nın ilk kez Paris’te Aralık 1973’de yayınlanmasından bu yana neredeyse elli bir yıl geçti, kitap birçok ülkede büyük miktarlarda basıldı ve milyonlarca insanın bilincini (dünya görüşünü) ve küresel siyasi değişimleri yönlendirmede önemli bir faktör haline geldi, ancak aynı zamanda şaşırtıcı bir şekilde, hiçbir zaman derinlemesine bilimsel araştırma ve bununla bağlantılı eleştiri almadı. Ta ki 2018 yılına dek…
Öncelikle Sorular
Aslında pek çok okuyucunun uzun zamandır Soljenitsin’in kitabının içeriği hakkında şüpheleri vardı ve bunlar somut bir soruyla ifade ediliyordu: Ne kadarı doğru, ne kadarı yazarın spekülasyonu ve fantezisi?
Daha akademik terimlerle soru şu şekilde sorulabilir: Yazarın kendisinin tanımladığı şekliyle “sanatsal araştırma” türü, bu yöntemin doğasında bulunan tüm kusurlar ve risklerle birlikte “sözlü tarih”in tipik ve canlı bir örneği midir, yoksa çalışma bundan daha yüksek bir temsiliyete sahip olduğunu öne sürebilir mi? “Araştırma” her halükârda bilimsellik gerektirdiğinden, Gulag Takımadaları, ne ölçüde kaynaklara dayanıyor? Soru gayet doğal: Bu kitap, Sovyet cezaevi sisteminin kapsamlı ve tam anlamıyla yeterli bir “ansiklopedisi” olduğunu iddia edebilecek bir temele sahip mi? Sadece ayrıntılarda değil, genel olarak da öncelikle yazarın ıslah edici çalışma kamplarını “imha çalışma kampları” olarak nitelemesi, yani mahkûmların yaşamlarından bilinçli ve amaçlı olarak mahrum bırakıldığı iddiası gerçeği yansıtıyor mu?
Daha doğrusu SSCB’deki kamp sistemi, Stalinist 1930’larda geliştiği gibi ve Soljenitsin’in inandığı üzere doğrudan komünist ideolojinin özünden mi kaynaklanıyordu? Yazarın ilan ettiği gibi sosyalizm ile Stalinizmin özdeşleşmesi, büyük bir tarihsel denk düşme midir? Ve dahası: “Gulag Takımadaları”nın içeriği, Ekim Devrimini takip eden olayların trajik yönüne dair hem Sovyet hem de Sovyet sonrası toplumun kolektif hafızasıyla ne kadar örtüşmektedir? Soljenitsin’in bu olaylara bakışı, belli ölçüde bir evrensellik ve dolayısıyla çağdaş Rus toplumunun temel değerlerinden biri olma iddiası taşıyabilir mi?
Tüm bu sorunlar dizisi, öncelikle tarih biliminin ve bunun yanı sıra siyaset, sosyoloji ve diğer ilgili alanların doğrudan yetki alanındadır ve bunlar şimdiye kadar elli bir yıl öncesine kıyasla yeterli bilgiye ve bu soruları cevaplamak için uygun metodolojiye sahiptir.
1990-2000 yılları arasında Rusya’da bir arşiv devrimi gerçekleşti ve bunun sonucunda bu konuda her türlü uydurma iddia da gün ışığına çıktı.
Ancak Rus akademi dünyası, çok az istisna dışında, Gulag Takımadaları’nın yarattığı meydan okumadan uzak durdu. Dahası kısa bir süre öncesine kadar, akademisyenler topluluğunun Soljenitsin ve onun otoritesi önünde ritüel bir şekilde “secde edişine” tanıklık ettik. Bunun en çarpıcı örneği, 2004 yılında Rusya Federasyonu Devlet Arşivleri himayesinde bilimsel yayınevi ROSSPEN tarafından “Stalin’in Gulag Tarihi” başlıklı yedi ciltlik bir koleksiyon yayınlamasıdır… A. Soljenitsin’in ve SSCB’deki baskıların tarihi üzerine yaptığı çalışmalarda objektiflikle uzak yakın alakası olmayan Amerikalı tarihçi ve Sovyetolog R. Conquest’in önsözüyle. Aynı zamanda, yedi cildin tamamında, yayınlanan belgeleri (en azından Kengir ayaklanmasının çok tartışmalı tasviri için) “Takımadaların” ilgili bölümleriyle karşılaştırmak için tek bir girişimde bulunulmamış ve kitaba yönelik her tür eleştiri reddedilmiştir. Yedi ciltlik çalışmanın genel yayın yönetmenlerinden biri olan V.A. Kozlov bunu şöyle açıklıyor: “Soljenitsin “güvenilir bilgi eksikliğini mantıksal çıkarımlar ve sanatsal sezgilerle telafi etmek zorunda kalmıştır. Yeterli ve güvenilir bilginin yokluğunda olayları bu şekilde yeniden inşa etmek, eserin yaratıldığı durumdan çıkmanın tek yoluydu.” Doğal olarak böylesi bir hoşgörüyle, yazarın yanlış, bazen de sadece sanrısal bilgileri yayma sorumluluğu var mıdır gibi bir soruyu soramıyoruz!”
“Takımadaların” hangi türe ait olduğu sorunu da hâlâ çok tartışmalı. Genellikle hem “roman” hem de “destan” olarak adlandırılıyor (görünüşe göre uzunluğu nedeniyle). Daha az önemli olmayan başka bir konu daha var: Örneğin, “Gulag Takımadaları”nın yazılışının gerçek, yani belgelenmiş tarihini bilmiyoruz; sadece yazarın anlattıklarına dayanıyor ki bu da bazı önemli bölümleri son derece şüpheli kılıyor. Mesela kitap üzerindeki çalışmaların 1958’de başladığı doğrulanmamıştır; tüm kanıtlar, 1963’ten önce, yani İvan Denisoviç’in Bir Günü’nün yayınlanmasından ve yazarın eline geçen eski mahkûmların sayısız anılarından sonra başladığını göstermektedir. Yazarın niyetinin ve yöntemlerinin evrimini anlamak için önemli birçok metinsel problem vardır. Okuyucular, kitabın oluşturulma sürecini ve yazarın kaynaklarla çalışma yöntemlerini, yazarın ortak yazarları olarak adlandırdığı 227 kişinin (2006 baskısının güncellenmiş listesine göre 257) tanıklıklarıyla izlemek için orijinal baskıların metinlerini görme fırsatından mahrumdur. Kitabın farklı baskılarında yazarın kendisi tarafından yapılan metindeki değişiklikler ve bu değişikliklerin nedenleri araştırma dışında kalmaktadır: yalnızca 1980’in ikinci Vermont baskısının, ilk Paris baskısına kıyasla önemli ölçüde revize edildiği ve 2006’nın son Rusça baskısının da düzenlendiği, ancak tüm bu durumlarda düzenlemelerin içeriğinin kaydedilmediği veya analiz edilmediği bilinmektedir. “Gulag Takımadaları”na verilen yanıtların ve eleştirilerin bibliyografyası, özellikle de yabancı olanlar, ayrıntılı olarak incelenmemiştir – 2010 yılında yayınlanan ” Soljenitsin: Düşünür, Tarihçi, Sanatçı” kitabında “Batı Eleştirisi 1974-2008” alt başlığı altında, sadece onu savunan makaleler yer almıştır, halbuki “Takımadalar”ın Fransa, İtalya, İspanya ve diğer ülkelerde yayınlanmasına solcu (ama sadece solcu da değil) basın organlarının ve bir dizi yetkili akademisyen ve yayıncının sert itirazlarının eşlik ettiği bilinmektedir. 51 yıl boyunca kaydedilen tek ilerleme, 2006 tarihli Rusça baskının bir isim indeksi ile donatılmış olmasıdır.
Başka bir deyişle, Gulag Takımadaları ile ilgili olarak bir okuyucunun önemli bir eser hakkında bilmesi gerekenlerin çoğu garip bir şekilde boş bırakılmıştır. Eserin korkutucu derecede muazzam hacmi – üç cilt, 1600 sayfadan fazla, olguların ve ayrıntıların, imgelerin ve retorik figürlerin olağanüstü yoğunluğu – burada hafifletici sebep olarak görülemez. “Takımadalar”ın ateşli hayranları tarafından zaman zaman karşılaştırılan Homeros’un “İlyada” ve “Odysseia”i, Tolstoy’un “Savaş ve Barış “ı ya da Joyce’un “Ulysses”i de büyüktür, onlar da muazzam ayrıntılar içerir, ancak akademisyenler onlar hakkında neredeyse her şeyi bilir. Üstelik Soljenitsin’in bu kitabı, hakkında pek çok tanıklık ve belgenin korunduğu günümüzde geçiyor.
Sonuç açıktır: Gulag Takımadaları, dünyayı sarsan ve yaygın olarak inanıldığı gibi, birçok yönden “dünyayı altüst eden” büyük ölçüde bilinmeyen bir “kendi içinde şey”, bir tür deşifre edilmemiş edebi “kara kutu”dur. Asıl şeyi tekrarlayalım ve vurgulayalım: Soljenitsin’in kitabı hiçbir zaman gerçekliğe uygunluk açısından titizlikle kontrol edilmedi…
“Gulag Takımadaları”nın Batı’da ilk kez ortaya çıkması (kitabın İngilizce, Fransızca ve diğer dillerdeki üç cildi 1974-1977 yılları arasında art arda yayınlandı) ve yayınlanmasına neredeyse tam bir onay ve hayranlığın eşlik etmesi, Batı’nın bir bütün olarak siyasi açıdan çok faydalı bu kitabın doğru ve tarihsel gerçeğe sadık olup olmadığı sorusuyla hiç ilgilenmediğinin bir kanıtı oldu. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ve başka yerlerdeki Soğuk Savaş ideologları, Nobel Ödülü’nü yeni kazanan Soljenitsin’in eserini bir tür “Rusya’dan gelen bir mucize” – olarak gördü ve bu eser, “arka bahçenin” ifşa edilmesinde ve dolayısıyla rakipleri olan toplumsal düzenin itibarsızlaştırılmasında süper değerli bir propaganda hediyesi oldu. Soljenitsin’in 1918’den başlayarak Sovyet baskı devleti makinesinin tarifi, oldukça güvenilir kabul edildi ve böylece komünist (sosyalist) sistemin doğası ve beklentileri hakkındaki her türlü tartışmaya son verildi.
Bu dönemde, SSCB parti iktidarı, iyi bilindiği üzere ideolojik bağnazlık gösterdi ve kitabın ana konusu olan devlet şiddetini ve kurbanlarını tartışmak bile istemedi; bu sorunu yalnız Stalin dönemine indirgedi; onlara göre, SBKP’nin 20. ve 22. kongrelerinde “her şey” söylenmişti. Buna göre, SSCB’de “Takımadalar” resmi olarak “taraflı ve uydurma bir anti-Sovyet kitap” ilan edildi. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi bile, 1987’de başlayan “perestroyka” ve “glasnost”a kadar, onu dikkatlice incelemek şöyle dursun, okumayı bile göze alamadı.
Bu dönemde SSCB’de Takımadalar’ın bilimsel ve tarihsel açıdan net bir analizinin yapılmamasının son derece olumsuz sonuçları oldu ve bu durum sadece Soljenitsin’in işine yaradı, kitabının güvenilirliğini artırdı ve onu son derece cazip bir “yasak meyve” haline getirdi. Bu arada, Batı’da bile, Takımadalar hakkındaki siyasi spekülasyonlardan kaçınmanın en iyi yolunun kitabı (en azından parçalar halinde) anavatanında yayınlamak olduğunu, böylece “Sovyet okuyucuların, Soljenitsin’in Sovyet tarihinin bu korkunç dönemini ne kadar doğru bir şekilde sunduğunu -kendi deneyimleri veya yakınlarının deneyimleri aracılığıyla- kontrol etme fırsatına sahip olacaklarını” söyleyenler çıkmıştı. Benzer şekilde mantıklı bir fikir de o dönemde SSCB Yüksek Sovyeti’ne başvuran Sovyet yazarlardan biri tarafından dile getirildi: “Takımadaları uzmanlar tarafından yazılmış bölümlerle birlikte bölüm bölüm yayınlayın. Bölümler eşleştirilmeli: biri Soljenitsin’in, diğeri bizim olacak şekilde büyük bir tirajla yayınlanmalı. Yangın daha yeni başlıyor ve büyümeden söndürülmesi gerekir. Mesele sadece Soljenitsin’i doğrulamak yanlışlamak değil, en değerli olanı, yani hakikati tüm saflığıyla ortaya çıkarmaktır.” Ne yazık ki, SBKP Merkez Komitesi, o dönemde böyle bir cesarete ve entelektüel inceliğe sahip değildi. Öte yandan Soljenitsin’in ödü, en çok bu katı tarihsel eleştiriden kopuyordu. Daha sonra, 1989’da övünerek (ve biraz da haklı olarak) şöyle yazdı: “On dört yılda … bana herhangi bir argüman veya olgularla cevap veremediler, çünkü ne düşünceleri ne de argümanları vardı.”
Modern tarihin en büyük gizemi, hiç şüphesiz Mihail Gorbaçov’un “glasnost’un” ilanından iki yıl sonra Soljenitsin’in kitabının Sovyetler Birliği’nde birdenbire yararlı ve siyasi açıdan avantajlı olduğunu keşfetmesi olgusudur. Sarsılmaz görünen Sovyet rejimi altında Ağustos 1989’da o zamanki en saygın dergi Novıy Mir’de basıldığını ve ülkede “Soljenitsin Yılı” ilan edilen ertesi yıl, 1990’da, Batı’nınkini çok aşan bir tirajla ülke çapında yayınlandığını hatırlamak gerekir… Bu muhteşem hikayeyi Dimitri Subbutin ve Sergey Solovyev anlattı.
Peki Soljenitsin’i güvenilir yapan neydi?
Basitçe söylemek gerekirse, hem dünyada hem de SSCB’nin sonlarında bu özel güven, üç büyük varsayımsal inanca dayanıyordu: 1) Yetenekli bir yazar, “İvan Denisoviç’in Bir Günü”nün yazarı, masum bir mağdur, Sovyet (Stalinist) rejiminin bir kurbanı, 2) Kendisi yazdığı tüm bu “cehennem çemberlerinden” geçti ve “içeriden” tüm kamp sistemi hakkında eşsiz bir bilgiye sahip, 3) Nobel Ödülü’ne de layık görülmüş böyle bir biyografiye sahip bir yazar, doğası gereği yalan söylemez veya yanlış bilgi yaymaz.
Tüm bunlar, yazarın SSCB’nin sosyal düzenine karşı tarihsel meydan okumasının adil olduğuna dair bir tür peşin hüküm ve “Gulag Takımadaları”nın güvenilirliğine dair bir ön kabul yarattı. Dahası, yazar kitabının sayfalarında tüm ölüler adına, “hapishanelerde kaderlerini fısıldayamayan milyonlar” adına konuştuğunu iddia etmekten hiç bıkmadı. Büyülü sözleri andıran ve yazarın sözde “anlatı cazibesinin” (daha doğrusu: kurnaz belâgatının) önemli bir unsurunu oluşturan ve direk duygulara hitap eden bu ifadeler, çok az insanı kayıtsız bırakabilirdi. 1974’te SSCB’den sınır dışı edilmesine atıfla “Hakikat uğruna sürgüne gönderilmiş” devasa bir kahraman-peygamber imajı, Soljenitsin’in kişiliğinin ve aynı zamanda ana kitabının kutsallaştırılmasına katkıda bulundu.
Bu yüzden Gulag Takımadaları’nın ilk okuyucularının neredeyse hiçbiri, yazarın alıntıladığı gerçekten saçma pek çok olguya dikkat etmedi. Üstelik bu durum, entelektüel seviyeleri, onları dışarıdan gelen herhangi propagandif etkiden uzak tutması gereken insanlar için bile böyle oldu.
Bu bizde de en çok Troçkistlerde görüldü. Mesela Mehmet İnanç Turan “Marks’ın Sosyalizm Teorisi ve Karikatürü”, “Yıkıntının Tarihi ve Teorisi” gibi kitaplarında Sovyetler Birliği’ne topla, tüfekle saldırdı! Ona göre ortada işlenen korkunç bir cinayet vardı ve komünistler bu mirası tümüyle reddetmezse “Marksizmin üzerine sıçramış kan lekelerini temizleyemez ve tertemiz bir yüzle dünyanın karşısına dikilip umut olamazdı!
Soljenitsin SSCB’den göç ettikten kısa bir süre sonra şair Brodski’nin 1977’de ABD’de kaleme aldığı ve yayımladığı “Kötülüğün Coğrafyası” başlıklı makalede yazarın verilerine dayanarak, SSCB’de “altmış milyon kişinin vahşice öldürüldüğünü” iddia etti ve kitabının tamamını “Nürnberg Mahkemelerindeki iddianame ve kovuşturmalarıyla” kıyasladı.
Brodski’nin referans aldığı “Takımadalar”ın ilk baskısında Göçmen istatistik profesörü Kurganov’un hesaplamalarına göre, bu “nispeten hafif” iç baskı, Ekim Devrimi’nin başlangıcından 1959’a kadar 66 milyon kişiye mal oldu. Soljenitsin, daha sonra SSCB’de yeniden basılan ikinci Vermont baskısında, bu “milyonların” şifresini çözmeye karar veriyor ve şöyle yazıyor: “… 1917’den 1959’a kadar askeri kayıplar olmadan, yalnızca teröristlerin imhası, bastırılması, açlık, kamplardaki ölümler ve azalan doğum oranından kaynaklanan kayıplar da dahil olmak üzere, bize 66,7 milyon kişiye mal oldu … (rejim yüzünden düşen doğum oranlarını çıkarırsak 55 milyon)”
Kitle algısının iyi bilinen psikolojik bir kalıbı vardır: Önemli olan ne söylendiği değil, kimin söylediğidir. Bu hesaplamalar, tüm çekinceleriyle birlikte (hem birinci hem de ikinci versiyonlarda), Ryazan’dan isimsiz bir taşra öğretmeninden veya Iowa’dan bir çiftçiden gelmiş olsaydı veya “Takımadalar” Kurganov adıyla imzalanmış olsaydı, kesinlikle en azından şarlatanlık olarak kabul edilirdi: Çünkü hiç kimse, nüfusunun güya neredeyse dörtte birini iç terörde kaybetmiş 235 milyon nüfuslu bir ülkenin (Takımadalar’ın tamamlandığı 1967 yılı itibariyle SSCB nüfusu), 27 milyon insanını daha kaybettiği bir savaşta faşizmi yenebileceğine inanmazdı! Ancak bu rakamlar bir öğretmen, bir çiftçi ya da Kurganov tarafından değil, Nobel Ödüllü Soljenitsin’in bizzat kendisi tarafından dünyaya duyurulmuştu.
Geçerken, yazarın 1976’da İspanyol televizyonundaki ünlü konuşmasını hatırlamakta fayda var, burada SSCB’nin 2. Dünya Savaşı kayıplarını açıklanamaz bir şekilde 44 milyon hesaplayan ve onlara zaten “onaylanmış” 66 milyonu ekleyen aynı Kurganov’a atıfta bulunan Soljenitsin: “Yani, sosyalist sistemde toplam 110 milyon insanı kaybettik!” diyordu. Bunun üzerine İspanya’da yazar Juan Benet, bu konuda grotesk bir açıklama yaptı: “Aleksandr Soljenitsin gibi insanlar olduğu sürece, kampların kalacağı ve kalması gerektiği kanısındayım… Belki de güvenliği biraz daha sıkılaştırmalıyız ki Aleksandr Soljenitsin gibi insanlar biraz eğitilmeden serbest bırakılamasın…”
Ne yazık ki, o zamanlar, 1970’lerde, SSCB’deki siyasi baskılardan kaynaklanan nüfus kayıplarının istatistiklerine ilişkin resmi bir veri açıklanmamıştı.
Son husus, kitapla ilk tanışma döneminde Takımadalar hayran kitlesinin son derece karakteristik bir özelliğinin ortaya çıkmasıdır. Kitabın başlıca savunucularının tarihçi ve sosyologlar (nesnel bilimsel düşünceye sahip kişiler) değil, edebiyatçı ve filologlar (genellikle duygulara daha yatkın kişiler) olmasıdır. 1994 yılında üniversitelere başvuranlar için ‘Gorki’den Soljenitsin’e’ başlığını taşıyan bir ders kitabında, Rusya’daki filologların ağzından yazarın meşum “istatistikleri” ilan edildi: “66,7 milyon insandan sonra hiçbir şey şaşırtıcı ya da korkutucu değildir…” Böylece, Soljenitsin’in hayali verilerine olan inanç bir tür dini-mistik bir anlam kazandı. Bu fenomenin, “tüm ülkenin Soljenitsinleştirilmesine” başlandığı 1990’lı yıllara özgü olduğu açıktır.
Soljenitsin’in meşhur “altmış milyonu” ne yazık ki son derece inatçı çıktı ve zararsız olmak bir yana aksine tarihte kader rolü oynadı. Bunu anlamak için, bir başka anlamlı alıntı daha gerek. Bu alıntı, Batı basınının Soljenitsin’in Ağustos 2008’deki ölümüne verdiği çok sayıda benzer tepkiden sadece biridir ve konunun genel bağlamını anlamamızı sağlamaktadır. Amerika’nın en büyük gazetesi Wall Street Journal, 5 Ağustos’taki başyazısında şunları yazıyordu:
“… İvan Şuhov’un toplama kampı aslında tüm Sovyetler Birliği’ydi. Soljenitsin’in Sovyet cezaevi sistemine ilişkin anıtsal eseri “Gulag Takımadaları”nın 1973 yılında Paris’te yayınlanmasından sonra, dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir ciddi insan artık Stalin’in suçlarını ya da komünist totalitarizmin insanlık dışılığını haklı gösteremez. Kitapta sunulan belgeler, komiserlerin ellerinde 60 milyon kurbanın kanı olduğunu kanıtlamaktadır. Komünizmin özü en küçük ayrıntısına kadar açığa çıkarılmış ve bunun kölelik, terör ve emperyalizm olduğu ortaya çıkmıştır.” Bu yayının büyük harflerle yazılmış manşeti de çok açıklayıcıdır: “Soljenitsin’in somutlaştırdığı hakikat ve irade Batı’yı güçlendirdi ve Soğuk Savaş’ta zafer kazanmasına yardımcı oldu”.
Bu meydan okumaya ben varım
İvan Şuhov’un toplama kampı aslında tüm Sovyetler Birliği’ydi, meydan okumasını ben kabul ediyorum. Çünkü gerek Gulag çalışma kamplarının ölüm oranları, gerek beslenme hatta neredeyse sosyal etkinlikler bile – iklim şartlarını saymazsak – ülkeden çok da farklı değildi. Mesela perestroyka döneminde arşivlerde çalışmış ve bu kitabında yazarlarından biri olan Zemskov şunları yazdı: “İlginç bir nüansa dikkat çekmek istiyoruz: 1954 yılı için elimizdeki verilere göre, Sovyetler Birliği’nin özgür nüfusu arasında her 1000 kişi için ortalama 8,9 kişi ölürken, Gulag kamplarında ve kolonilerinde her 1000 mahkûm için sadece 6,5 kişi ölmüştür.” Soljenitsin bile Takımadalar’ın 1. cildinde şunu yazmaktadır: “1920’li yıllarda siyasi mahkûmların yemekleri oldukça düzgündü. Öğle yemekleri her zaman etliydi, taze sebzelerden hazırlanıyor, kantinden süt alınabiliyordu. 1931-33 yılları arasında yemeklerde ciddi bir bozulma söz konusuydu fakat zaten dışarıda da durum çok farklı değildi. (sf:417) Hatta öyle ki 2. Dünya Savaşı sırasında aç kalan işçi kadınlar kendilerini Gulag çalışma kamplarına attırıyorlardı: Yevgenya Ginzburg anlatıyor: “Kolima’ya bozgunculuktan hükümlü büyük bir grup geldi. Bu gençler esas olarak iş kaçaklığı suçundan hüküm giymişlerdi. Fabrikada işler çok zordu. Yemek yoktu, yakacak yoktu, sonuna kadar dayanmak mümkün değildi, evlerine geri dönmüşlerdi. – Ama siz gerçekten açlık çekmişsiniz. Kamptaki gibi ha? dedim- Ne demek istiyorsun? dediler. Eğer bu kamp da orası gibiyse kaçar giderim. Hayır. Burada ekmeğin tatlısı ve beyazı var.” Demek ki istendiğinde kaçılabilen bir kamp! Hatta hükümlülük süreleri dolduğu halde kampı terk etmek istemeyenler bile vardı: “Arkadaşlarım, sevgili arkadaşlarım… Söyleyeceklerime çok şaşırmayın. Ve lütfen tartışmayın benimle… Korkunç ama gerçek. Söyleyeceğim şu ki, ben, ben… dışarıda yaşayamam. Ben… ben kampta kalmak istiyorum.”
Görüldüğü üzere, Soljenitsin’in uydurmasıyla “Komiserlerin 60 milyon kurbanı” klişesi, denizaşırı medya temsilcilerinin bilincine ve bilinçaltına sağlam bir şekilde oturdu ve bir kez daha Soljenitsin’in Batı’daki tarihsel rolünün, elli bir yıl önce olduğu gibi, edebi değil, yalnızca siyasi olduğunu gösteriyor. Soljenitsin’in bu rolü kendisi için oldukça bilinçli bir şekilde hazırladığına şüphe yoktur: Eserinden defalarca “komünizmi ezecek” ve böylece sözde “vatanını kurtaracak” bir “bomba” olarak bahsetmiştir.
Bununla birlikte, yazarın bu mesihsel niyetleri başından beri derin kusurlar taşıyordu. Asıl sorun Zinovyev’in meşhur itirafıyla ortaya çıktı: “Komünizmi hedefledik ama Rusya’yı vurduk.” Ne de olsa, ortalama bir insanın diline çevrildiğinde, Amerika’nın en önde gelen gazetesinin yazdığı şey oldukça açık bir şekilde şunu söylüyordu: “Ütopyaları adına 60 milyon insanı öldüren ve yine sadece kendilerini değil, bizi de zehirlemek isteyen bu çılgın Ruslar işte böyle…”
Soljenitsin’in 2008’deki ölümünü hemen takip eden ve “Gulag Takımadaları”nın bir tür “kanonlaştırılması” ile sonuçlanan olaylar da özellikle hayret vericidir. Rusya Federasyonu Eğitim Bakanlığı edebiyat dersinde okul müfredatına “Gulag Takımadaları”nı dahil etmiş, yazarın dul eşi Soljenitsina, 2010 yılında okullar için devlet yayınevine “Takımadalar”ın kısaltılmış bir versiyonunu hazırlamıştır!
Milletvekili Anatoli Vasserman, Gazeta.Ru’ya verdiği demeçte kitabın çıkarılmamasını, ancak “yalan türlerinin” bu örnek üzerinden analiz edilmesini önerdi. Duma’daki Birleşik Rusya fraksiyonunun birinci başkan yardımcısı Dmitri Vyatkin ise Soljenitsin’in “Gulag Takımadaları” adlı eseri 2023 yılında okul edebiyat programından çıkarılmasını ve diğer Sovyet yazarların eserlerinin eklenmesini istedi: “Henüz kaldırılmamış olan ve uzun süre okul müfredatında yer almayacağını düşündüğüm ‘GULAG Takımadaları’nın tarihsel analizi, birçok gerçeğin Aleksander İsayeviç tarafından kafadan uydurulduğunu ve icat edildiğini gösteriyor. Kendi vatanını çamura buladığı için bir de ikramiye mi istiyor” dedi. Eğitim Bakanı Sergey Kravtsov ise “Zaman testinden geçmemiş” eserlerin okul programından çıkarılması gerektiğini söyledi.
Sovyet kampları hakkında genellikle çok az şey bilen Batılı genel okuyucuya yönelik ilk amaç, çok sayıda abartı ve “korku hikayesi” ile ifadelerdeki sansürsüz “rahatlığın” Takımadaların içeriğini belirlediğini vurgulamak gerekir. Belki de kitabın bilgisiz yabancı okuyucuları hedeflediğinin en çarpıcı kanıtı Soljenitsin’in bir kamp giysisi ve üzerinde numara olan bir şapka ile çekilmiş ünlü fotoğrafıdır; belli ki Batı’daki imajını yaratmak için özel olarak sahnelenmiş. Ne de olsa Sovyet Rusya’da, kamplardaki mahkûmların fotoğrafçılara poz vermesine izin verildiğine inanacak kimseyi bulmak bir hayli zor olurdu!
Soljenitsin ilk romanını 1962’de Novy Mir dergisinde yayınlamasından sonra, yazar eski mahkûmların anılarını içeren çok sayıda gizli mektup aldığını söylüyor. Daha sonra yazar kısmen sözlü tanıklıkları kaydetmeye başlıyor, ancak asıl yöntemi, “A”dan “Ya”ya (Rusça’da son harf Ya’dır) kadar tematik (ansiklopedik) sıraya göre sınıflandırdığı çeşitli anı kaynaklarını derliyor. El yazmaları ve belgelerin aktarılma prosedürünün herhangi bir biçimde resmileştirilip resmileştirilmediğine dair hiçbir bilgimiz yok ve büyük olasılıkla da yapılmadı, çünkü Soljenitsin o zamanlar özel bir güvene sahipti. Kendisinin de belirttiği gibi, yayınlanmadan önce herhangi bir makbuz ya da telif hakkına uygunluk garantisi veya metnin onaylanması gerekmeksizin kendisine basitçe materyaller hediye edilmiş ya da “verildi”. Görünüşe bakılırsa yazarın kendisi de herhangi bir “içtihat” ile ilgilenmiyordu ve anlaşılan kendisini kamp kaynaklarının özgür bir derlemecisi olarak görüyordu. Ancak uygulama, etik ve hukuk açısından doğru değildi: çünkü sonuçta, Soljenitsin tüm bu materyalleri tamamen kendi kafasına göre kullandı, kendi tarzında yeniden işledi ve anti-Sovyet konseptine göre sıraladı.
Öte yandan alışılmadık bir hikayeye sahip, eski bir “Vlasovcu” ve daha sonra bir Vorkuta Gulag mahkûmu olan L. Samutin’in görüşleri çok ilginçtir. 1960’larda Soljenitsin’le defalarca görüştü, ona materyal verdi ve KGB 1973’te (ilk kez onun) kulübesinde Takımadalar’ın daktiloyla yazılmış bir kopyasını buluyor. Daha sonra Samutin hatıralarını yazdı: “Soljenitsin’in biyografisinde koyu lekeler var. Onların gayet farkında ve bu onu rahatsız ediyor. Onları ağartmak için çaba harcıyor. Ama sadece ağartmakla kalmıyor, aynı zamanda kendisine hizmet etmelerini, hayatta kendisi için belirlediği ana hedefe ulaşmasına yardımcı olmalarını da istiyor”; “kendisine esastan itiraz edebilecek kimsenin olmadığından emin. Gerçek durumdan habersiz olduğu için çoğunluğun sessiz kalacağına (herkes hapis yatmamıştı), bilenlerinse saygıdan sessiz kalacağına, geriye kalanların ise sadece olmadıklarına, uzak bir yere gittiklerine ve geri dönmeyeceklerine inanıyor…”
Bir jeolog olan Leonid Samutin 2. Dünya Savaşı sırasında esir alındı ve hain General Vlasov’un ordusuna katıldı. Propagandacı ve gazete editörüydü. 1946-1955 yılları arasında Vorkuta kamplarında cezasını çekti. 1967’de Soljenitsin ile tanıştı ve ona Vlasov hareketinin tarihi hakkında materyaller verdi. Leningrad’da kendisine verilen ve Ağustos 1973 sonunda KGB görevlileri tarafından ele geçirilen “Gulag Takımadaları’nın bir kopyasının emanetçisiydi. “Bir İdol Yaratmayın” makalesi 2002 yılında “Ben bir Vlasovcuydum…” kitabının içinde yayınlandı: “Şimdi onun kitaplarını okuduğumda beni etkileyen körlüğe şaşıyorum. O zaman nasıl oldu da, ustaca, nihai gerçek olarak sunulan yarı gerçekleri, düpedüz yalanları, sirk ustalığını, özgünlük sandım. (…) İlk okuduğumda bu tuhaf kitaba nasıl tepki verdiğimi hatırlıyorum. İlk cildi bir oturuşta bitirmiş ve çok memnun kalmıştım. Saçmalıkları ve uyumsuzlukları, zorlamaları, gerçeklerin çarpıtılmasını, uydurmaları ve benzerlerini fark etmediğimi sanmayın… Bırakın aksini kanıtlasınlar! Çamur at izi kalsın! İftira mı, öyle olsun, Soljenitsin onların suratına bir tokat çaktı ya! Ancak coşkum uzun sürmedi. İlk başta aklıma kitapta bolca bulunan sayısız ‘güvenilir veri’ geldi. Tanrım, ne kadar da tanıdıklar! Vlasov ordusunda propaganda yaptığım ve Goebbels Propaganda Bakanlığı’ndan gelen materyallerle yoğun bir şekilde beslendiğimiz zamanlardan… Wehrmacht’ta hiçbir tabur kütüphanesi yoktu ki “Bolşevik vahşeti” üzerine ince broşürler içermesin. Hiç gitmedikleri, tek bir vatandaşıyla bile konuşmadıkları ve hayatları boyunca hakkında tek bir düzgün kitap bile okumadıkları bir ülke hakkında her şeyi son derece kesin bir şekilde bilen isimsiz istatistik dehalarından alıntı yapıyorlardı. İlk başta bana bu ülkede bir şeyleri ateşleyebilecek yanıcı bir malzeme gibi görünen muhteşem “kurban tanıklıkları” şimdi beni çileden çıkarıyordu. Bu ‘saçmalıklara’ kim inanırdı ki? Soljenitsin zindanlardaki hangi fısıltılardan, hangi zavallı kişilerden duymuş ve sonra bu ‘keşifleri’ otoritesinin gücüyle değişmez gerçek mertebesine yükseltmişti.”
Ben, “Dünyayı Aldatan Kitap”ın yazarları arasında en çok Roy Medvedev’i görünce hayretler içinde kaldım. Çünkü Roy Medvedev antistalinist tarih yazımının meşhur isimlerinden biridir. Hatta bu derlemenin diğer makalelerinde mesela Zemskov pek çok konuda onu düzeltiyor, onunla polemiğe giriyor. İşte bu Medvedev bile Soljenitsin’e isyan etmiş. Şöyle diyor: “Soljenitsin Takımadaların 3. cildinde herhangi bir belgeye atıfta bulunmadan, sadece bir söylenti olarak savaş sonrası sakatların ‘ulusun sağlıklı görünmesi’ adına kuzeyde bilinmeyen bir adaya sürgüne gönderildiklerini ve burada aç bırakıldıklarını yazdı! Evet, savaş pek çok sakat bıraktı. Savaşın ilk yılının sonunda bu talihsiz insanların birçoğunun trenlerde, marketlerin ve çay dükkanlarının yakınlarında ya da sokaklarda dilenmeye başladığını hatırlıyorum. Hastaneden taburcu edilmişlerdi ama ailelerinin nerede olduğunu bilmiyorlardı ve çoğu zaman eşlerinin ya da gelinlerinin yanına sakat dönmek istemiyorlardı. Savaşın sonunda bu adamlar gerçekten de bir şekilde büyük şehirlerin sokaklarında fark edilmeden kayboldular. Ancak ‘ulusun daha sağlıklı görünmesi için’ ölüme götürüldükleri, bilinmeyen bir kuzey adasına sürüldükleri doğru değildir. Savaşın sonunda, ülkenin tüm büyük şehirlerinde tedavi edilemeyen engelliler, ailesi olmayan ya da bir aile içinde yaşamak istemeyen çaresiz sakatlar için özel hastaneler ağı kuruldu. Savaş sonrası ilk yıllarda Leningrad Üniversitesi’nde okurken, fakültemiz bu savaş malullerinin burada adlandırıldığı şekliyle ‘kronik hastalar’a tahsis edilen bu hastanelerden birini denetliyordu. Bu insanların kaderi elbette imrenilecek gibi değildi, sadece birkaçı hastane atölyelerinde çalışabiliyordu. Ancak kimse onları aç bırakmıyordu. Soljenitsin, ‘24 yıllık komünist mutluluğu yaşamış olan bu insanlar, daha 1941’de dünyada başka hiç kimsenin bilmediği bir şeyi biliyorlardı: Tüm gezegende ve tüm tarihte Bolşevik rejimden daha kötü, daha kanlı ve aynı zamanda daha sinsi ve kurnaz bir rejim yoktur (…), başka hiçbir rejim onunla kıyaslanamazdı, hatta o zamana kadar Batı’nın gözlerini karartmış olan Hitler’in çırak rejimi bile.’ diyor. Tüm bunlar gerçekliğe dayanmayan uydurmalar ve fantezilerdir. Soljenitsin’in halkın çoğunluğuna atfettiği duygularla hiçbir ordu bırakın kazanmayı, toplanamazdı bile. Kendisi de savaşı yaşamış ve askeri başarılarıyla gurur duyduğunu defalarca dile getirmiş olan Soljenitsin (bu gurur “Takımadalar “ın ilk cildinde hissedilir), Sovyet askerlerinin faşist orduya karşı ne kadar özverili bir şekilde savaştığını yok sayamaz. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’ndakinden on kat daha fazla kayıpla, 1914’teki Samson felaketiyle kıyaslanamayacak korkunç yenilgilerle, Rusya’nın neredeyse yarısını kaybetmiş olan halkımız, Nazilerin sahte vaatlerine boyun eğmedi ve tüm Avrupa’nın ekonomik kaynaklarıyla ve Hitler’in müttefiki olan ülkelerin düzinelerce tümeniyle desteklenen devasa Alman askeri makinesine yalnızca direnmedi, üstelik yenilgiye uğrattı” diyor Roy Medvedev.
Bazı okuyucular şunu sorabilir: Takımadalar, tarihi misyonunu yerine getirmiş ve zaten tren çoktan kaçmışken, neden tüm bunları hatırlayalım ya da popüler deyimle “kurcalayalım?” Gerçekten de Soljenitsin’in kitabının son nesillerin zihninde yarattığı yıkıcı etkiyi onarmak çok zor.
Viktor Zemskov: “5 Mart 1992’de akşam yayınlanan “Haberler” programında spiker T. Komarova, 7 milyonu 1935-1940 yılları arasında kurşuna dizilen olmak üzere 19 milyon 840 bin baskı altındaki insanı sözde sorgulanamaz bir gerçek olarak milyonlarca izleyiciye duyurdu. Ve bu, tarih biliminin bu bilgilerin güvenilmezliğini kanıtladığı ve gerçek istatistiklere sahip olduğu bir zamanda gerçekleşiyordu. 1937-1938 yıllarında SSCB’de yaşanan Büyük Terör’ün kurbanlarının gerçek boyutunun on kat abartılması (yaklaşık 700 binden 7 milyona) nedeniyle, Hitler ve Himmler liderliğindeki Naziler tarafından işlenen ve gerçekten de 20. yüzyılın en iğrenç insanlık suçu olan Holokost (6 milyon Yahudi’nin yok edilmesi) arka plana itilmiştir. Hitler, Himmler ve benzerleri artık XX. yüzyılın başlıca insani suçluları gibi görünmüyorlar (gerçekte oldukları gibi), çünkü Stalin liderliğindeki o zamanki Sovyet liderliği ön plana çıkarılıyor. Ve bu çarpıcı “satranç roku”, 1937-1938 yıllarında SSCB’deki siyasi baskıların (idama mahkûm edilen) kurbanlarının Holokost kurbanlarından 1 milyon daha fazla olması (aslında yaklaşık 5,3 milyon daha azdı) sonucunda bariz istatistiksel sahtekarlık yoluyla gerçekleştirilmiştir.”
Önsöz Dergisi
54. Sayı