Yemekten sonra, balkonda Asi’ye karşı çay içmiştik, elimizi, yüzümüzü ısıran kışın ayazına inat. Babam saçlarımdan öperek “Habibi” demişti bana. İçime dolmuştu bu sevgi ve benden anneme taşmıştı. Ona da sığmayarak dilinden abime akmıştı. “Bu yakışıklı da benim habibim!” Sonra hepsi bana, ya senin habibin kim, dercesine bakınca dört yaşındaki kardeşim Yüsra’yı alıp basmıştım göğsüme, kalbimin tam üstüne ve “Bu dünya güzeli de benim habibim” demiştim.
Biz birbirimize sevgilim derken akıp gidiyordu Asi ve uzaklarda kar topluyordu bulutlar. Gökte yıldızlar, yüreklerimizde umut, Akdeniz’in koynunda uyuyan ve uyanan kadim kentimizde yüz binlerce yürektik, mutlu ve bütün zorluklara karşı ayakta. Ölüm o gece bize ne kadar da uzaktı…
Beşinci kattaki güzel yuvamızda yaşayıp gidiyorduk. Gerçi taksitleri daha bitmemişti ama olsun, nasılsa bitecekti. Annem ve babam çalışkan insanlardı. Nihayet abim de iş bulabilmişti, okullar kapanınca ben de işe girecektim. Dört koldan kapatacaktık ev borcumuzu. Tabi hemen bu yaz değil ama bir gün hepsini bitirecektik.
Yanılmışım, biz bu borcu hiç bitiremeyecekmişiz. Çünkü ölüm, sandığımız kadar uzakta değilmiş ve biz o gece son çayımızı içmişiz…
Son gördüğümde iki metre ötemde uyuyordu küçük kardeşim küçük yatağında. Bir ay geçti, ne onu bulabildiler ne de küçük yatağını. Şimdi o nerede bilmiyorum ama yaşıyor, ben ise çoktan öldüm.
Ela gözleri vardı Yüsra’nın, ince tatlı dudakları, yanakları pembe pembe açardı. Öyle duru, öyle masum bakardı ki gözlerinize. Ilgıt ılgıt dağ rüzgarları geçerdi kalbinizden. Tutam tutam kekik kokusuna benzerdi gülüşü ya da sıcacık bir deniz alizesine. Kıpır kıpır gülerdi, güzel güzel dalgalanan Akdeniz gibi. Sık sık kucağımda uyurdu, gün batımları kadar güzeldi uyuması. Oysa o dalgalar hala burada. Oysa o rüzgarlar hala burada, hala burada kekik kokusu, hala pembe açıyor yanakları ve hala yaşıyor küçük kardeşim, hala uyuyor kucağımda ama ben öldüm.
Sesi, hiç gitmiyor kulaklarımdan. “Abla burası çok karanlık, korkuyorum, kurtar beni, abla beni niçin kurtarmıyorsun? Artık beni sevmiyor musun? Abla çok üşüyorum.” Üç gün boyunca bağırdı kardeşim ve sonra sustu, o minik bedeni yoruldu, dayanamadı. Ne kekik kokusu kaldı ne de pembe açan yanakları…
Abim, “uyanın, kalkın, deprem oluyor” diye bağırıyor, bize ulaşmaya çalışıyordu. Evin duvarları o an nereye gitmişti hiç bilmiyorum. Salonun yarısı çoktan çökmüştü ama o canını hiçe sayarak bize doğru atılmıştı ki, üstümüze çöken tavan koyu bir karanlıkla ayırdı bizi. Sonrasını bilmiyorum.
Civandı abim, tam kalbinden cesurdu. Çivi gibi, selvi selvi ince uzun bir Arap süvarisi gibi yalın, ne göğsünde zırh ne heybesinde bir yük. Mülkü umudu, hazinesi aşktı. Güzel severdi, güzel konuşurdu ve çok güzel isyan ederdi. Ateşe atsalar yanardı ama yine de başını eğmezdi. Yürüdü taş sokaklarında Antakya’nın. Tanırdı onu ağacı, evi ve bütün insanları bu Akdeniz kentinin. Şehrin yarına sevdalılarındandı ve sevdası adıyla özdeşti; Onur. Onur hiç ölür mü? Mümkün mü? O yaşıyor, ben ise öldüm.
Kendime geldiğimde her yan karanlıktı. Ne kadar zaman geçtiğini ise hiç bilmiyordum. Bir yerlerden soğuk bir esinti geliyordu. O tarafa sürünmeye başladım. Kolay değildi, sürekli ellerime, dizlerime bir şeyler batıyor, onları deliyor, kesiyor, kanatıyordu. Canım o kadar çok yanmış ve o kadar çok korkmuştum ki artık ne canım yanabiliyor ne de korkabiliyordum. Nihayet çıkabilmiştim. Hava buz gibiydi. Etrafta neredeyse hiç ışık yoktu ama kentimizin yerle bir olduğunu görebiliyordum. Yer gök insan çığlıklarıyla doluydu. Tükenmiştim, olduğum yere uzanarak yardım bekledim. Gelen giden olmadı. Olduysa da yardım edemedi. Ben de oracıkta ölmek istedim ve öldüm.
Hani bir şair diyordu ya, “Ağlasam sesimi duyar mısınız?” diye… Bırakın ağlamayı, biz günlerce haykırdık ama ne annemin ne babamın ne abimin ne kız kardeşimin ne de benim sesimi duyan oldu. Bu yüzden o zamanlar sağır olanlar şimdi hiç konuşmasınlar. Dokunmasın onlar ne acılarımıza ne de gözyaşlarımıza. Kirletmesinler, kendilerine benzetmesinler. İstemen o devletin güya şevkatli kollarını… Şimdi akıyorsa da yüzümüzden aşağıya gözyaşımız, yardım dilenmek için değil, kendi yaramıza yakı olsun diyedir. Aç, açıkta, yaralı, doktorsuz, ilaçsız, susuz o yaramız içindir.
Tam on gün sonra çıkardılar annem ile babamı. Zemheriye inat sarılmışlar sıcaklıklarına birbirinin. Duydum üç gün boyunca seslerini, üç gün boyunca yardım istediler. Üç gün boyunca birbirlerini ısıttılar. Fakat zemheriyi daha fazla ısıtmaya yetmedi güçleri. Aynı kız kardeşim gibi donarak öldüler, yıkılmış bir binanın enkazı altında ve yarım saatte kurtarılabilecekken…
Bir çift kumru vardı balkondaki saksının dibinde. Onlar da güvenmişlerdi bizim gibi binanın sağlamlığına. O gece gitmemişlerdi, niye bilmiyorum. Annemler gibi onlar da birbirlerine sarılıp ısınmaya çalışmışlardı. Belki de koca kent yerle bir olurken bizimle kalmayı seçtiler, kim bilir… Onlar da yaşıyor şimdi Antakya’nın göğünde süzülerek ve birbirlerine sevdalı şarkılar söyleyerek, ama ben öldüm.
Ben ölürken vinç arandı, hilti, kepçe, dozer ama ne arandıysa bulunamadı. Sayısız insan vardı enkazların altında ya da kıyısında ama hepsi aynı çaresiz çığlıkları atıyordu. Kimi yaşamak istiyordu kimi onu kurtarmak. Fakat ne beton yığınlarının altındakilerin ne de üstündekilerin elleri birbirlerine uzanıyordu, çıplak elleri betonu parçalayamıyordu. İşte buydu çaresizliğimiz, işte buydu beni öldüren.
Şimdi herkes bir şeyler söylüyor. Haklıyım diyenler var, gerçeği söylüyorum diyenler. Fakat birileri var ki onlar baştan beri yalan söylüyor. “Hemen yardıma koştuk, ilk gün oradaydık.” Oysa tek yaptıkları yardıma koşanların yolunu kesmekti. Onlar yaşıyor ve yalanlar söylemeye devam ediyor, ben ise ölmeye her yalanla biraz daha…
Oysa her şey öylesine ayan beyan ki bu defa yalanla doğru birbirlerine karıştırılamıyor. Çünkü şehirler dolusu şahidim var, viranelerce tanığım, mezarlıklarca davacım. Karanlık maskesi düştü onların, yüreklerindeki kötülük göründü.
Kentim yıkıldı, sokaklarım, anılarım yok oldu. Öldü sevdiklerimin çoğu. Abim, kız kardeşim, annem, babam ve dostlarım, arkadaşlarım, artık hepsi bende yaşıyor ama ben öldüm. Şimdi oturmuşum kıyısına Asi’nin ben ona bakıyorum, o ise acılarla dola dola akıyor. Asi de ağlarmış meğer. Su değil akıp giden halkın gözyaşlarıdır.
Önsöz Dergisi
52.Sayı