Demir Ökçe¹ Altında Bir Monolog E.Ruda

“İnsanın ruhuna işkence ederler… Pis elleriyle… Bu, daha çok acıtır…” ²

Arzu, inanç ve heyecanla dolu bir zihnin, içinde yaşadığı çağın karanlık çehresiyle yüzleşmesinin öyküsünü yazmak isterdim. Sahiplerinin en az yürekleri kadar taşlaşmış demir ayakkabıları altında umudun çiğnenmesine karşı, harap olmuş insanlığının peşini bırakmayanların öyküsünü.

Çağın karanlık yüzü bir kaygı ifadesi içerir; ona bakan gözlere zehirli bir böcek gibi yapışır, sıvılaşarak kana karışır, beyni uyuşturur, kalbi kemirir. Nihayetinde böcekleşen bir zihin, sevgiyi unutan bir ruh kalır Demir Ökçe’nin altındaki yorgun ellerin taşıdığı… Zehirlenmiş gözlerin sahibi, tüylerini ürperten bir korkuya bulaşır, kaygının ve korkunun pençesinde yaşadıkça iradenin ve cesaretin görüntüsü giderek bulanıklaşır. Caddeler bu esirlerin gölgelerinde yalnızlığı taşır, delik deşik olmuş gökyüzü ise isli bir uğultuya asılı kalan hayalleri… Griye ve üşümeye yazgılı onlarca yaşam, devasa labirentin çıkışını aramayı bırakır ve renksizlikle barışmaya çalışır. Fakat insan her zaman zarafetle taşıyamaz metalik esaretini. 

Her şey birdenbire çirkin, birdenbire çirkin, birdenbire çirkin oldu… Düş görmek mümkün mü bilmiyorum. Aynaya bakıp bir nebze huzur dolabilir mi içim? Hüzünlü şarkılar bile yeterince hüzünlü değil artık, yorgun gözlerimi yakan bir ışık gibi çarpıyor sorular. Böyle yaşamak kalbimi kırıyor… 

Esirin her sabahına güneş doğmaz; gelecek kaygısı ve yalnızlık ise her gece yastığının paydaşıdır. Her sabah onu inşa edenlerin kanıyla döşenmiş yolları adımlar, eşit ve özgür bir iradeyle seçtiği ökçenin altındaki yerini alır ve yeterince kanı emildikten sonra mesaisi biter. Kim bilir aynı ökçe altında ruhunu kaybeden kaçıncı esirdir bu. 

Ernest Everhard’ın sözleri geliyor aklıma; “Öve öve bitirilemeyen modern toplumunuz kan üzerine kurulu, her tarafından kan fışkırıyor. Bu kıpkırmızı lekeden ne ben kaçabilirim ne de sizler.” ³

Bakışları birbirine değip geçen ama birbirine nasıl dokunacağını bilmeyen, yeşilin sakinliğini, mavinin sonsuzluğunu tatmamış, başı hiç okşanmamış, ürettiği değerlere köle edilmiş uçurum insanları… Onları kargaşanın içinden çıkarıp alsanız öylece ortada kalır; huzuru ve sessizliği tanımazlar. Belki de kalabalıkta kaybolmak kendini bulmanın tek yoludur. Fakat içine doğru büyür mü insan? 

Dün ile bugün arasında fark yok, bugün ise gelecek günlerden biri. Değişmekten korkuyorlar, birdenbire düşmekten korkuyorlar; sürüne sürüne öldüklerinin farkında değiller mi? Yine Jack London fısıldıyor kulağıma; “Doğduğum günden bu yana, ölmekte olan bu çürüyen vücudun içinde bir iskelet, yüzüm dediğim deri kabuğunun altında kemikli, burunsuz bir ölü kafası taşıdığımın farkındayım”

Yaşamanın böylesine pek sevdalı değilim. Soruyorum; hayatı yaşanmaya değer kılan şey nedir? Toplumun çarklarını onu ezmek üzere elinde tutan Demir Ökçe’nin insanı insan yapan değerlerden yoksun bıraktığı ruhların, kanı emilmiş, yüzü solmuş, çamura gömülmüş ruhların en karanlık köşelerini aydınlatacak olan nedir? 

Her şeyi anlamak, her şeyi affetmek değildir. Bana affetmeyeceğim gerçeği verin ya da çekin ellerinizi üzerimden.

Dünya son derece kusurlu bir yer. Kendiliğinden bir kusur mu bu? Son derece acımasız… Kendiliğinden mi? Biz dokunmadan önce de böyle çirkin miydi? Peki çirkinliği bize bulaştıran kimdi, yoksa özümüzde mi saklıydı hep? 

Acı ve sefaletten başka hiçbir şeyi olmayan uçurum insanının gözlerinde kendi özümün emaresini gördüm. Bencilliğe yazgılı olmadığımızı gördüm. Kimin işi olduğunu bilmiyorsam bile, Tanrının işi olmadığını biliyorum artık. Tanrı adına, vatan adına kim konuştuysa hepsi canımı istedi. Yasa adına kim konuştuysa, yalanlarında gizli kemirgen kurtçuklarla zihnini ele geçirdiği elbiseli ve yakalı hayvanlara dönüştürdü uçurum insanlarını. 

En azından farkındayım. En azından savaşıyorum; her şeyden ve herkesten önce kendi kafamın içindekilerle. Gözlerimdeki zehri de sırtımdaki demirden ökçeyi de söküp atacağım. Bunun için soylu bir biçimde ölmeyi değil, gösterişsiz bir biçimde yaşamayı göze alıyorum.

Çünkü biliyorum,  Demir Ökçe “Zorunlu değildir, kaçınılmaz da değildir. Daima tarihin büyük garabeti, cilvesi, kuruntusu, kaprisi gibi görülmeli”ve bir daha dönmemek üzere uçurumdan aşağı atılmalıdır.

 

¹ “Demir Ökçe” Amerikalı yazar Jack London tarafından 1907 yılında yayımlanan bir romanıdır. London, bu kavram ile kapitalist sistemde işçi sınıfının burjuvazi tarafından ezilme ve sömürülme durumunu ifade ediyor. 

² Maksim Gorki, “Ana” adlı eserinden alıntı.

³ Jack London, “Demir Ökçe” adlı eserinden alıntı.

⁴ Jack London, “John Barleycorn” adlı eserinden alıntı.

⁵ Jack London, “Demir Ökçe” adlı eserinden alıntı.

Önsöz Dergisi 55.Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir