Televizyon hayatımıza ilk defa 1950’lerde girip 90’lara kadar tek kanallı olarak yayın yaptı. 90’lı yıllarla birlikte televizyon hem çok kanallı oldu hem de giderek her eve girdi. Hemen hemen her evin mütevazi de olsa bir televizyonu oldu. Yoksul evlerinin bile en baş köşeye oturttuğu bir vazgeçilmez halini aldı.
Televizyonun toplum üzerindeki etkisi herkesce bilinen bir gerçektir. Televizyon üzerinden, onun programları, dizileri, haberleri, şovları, reklamları vs ile toplumun kültürü yeniden oluşturulmaktadır. Bu saydıklarımız arasında diziler ise farklı bir öneme sahiptir. Dizide yer alan başrol oyuncusu ile kadın-erkek fark etmez, bir rol model yaratılmaya çalışılır. Sonra o kahramanın, başrol oyuncusunun davranışları, hayata bakışı, eğlence anlayışı vs. ile “bir yaşam biçimi” izleyicisine sunulur. Toplumun kültürünün yeniden şekillenmesine yol açıyor.
Popülerleşen bir diziyi seyrettikten sonra o diziyi izleyen kesimlerin giyim-kuşamları, konuşmaları, üslupları, hatta birbirleriyle olan ilişkileri dizideki karakterlerle benzerlik göstermeye başlıyor. Dizilerle birlikte pazarı artan ürünlerden hiç bahsetmiyoruz bile; “Hürrem yüzükleri”, “Dilber dansları”, “Bihter geceliği” ilk elden aklımıza gelenler…
Tüketim kültürünü pompalayan medya ve dizileri aracılığıyla; buradan aldığımız uyaranlarla önce giyim kuşam ve davranış biçimlerinde değişimler görmeye başlıyoruz. Daha sonrasında ise bu değişimler yeniden şekillenmeyi beraberinde getiriyor. Diziler aracılığıyla var olan toplumsal gerçeklik yeniden üretiliyor, dizi karakterleriyle yeniden inşa ediliyor. Gerçekliğin yeniden inşasında dizi karakterleriyle seyirci arasında sosyal bir etkileşim süreci gelişiyor.
Dizilerde kadın ve erkek rollerinin genelde belli kalıplarda sunulduğunu görüyoruz. Kadına ve erkeğe yüklenen misyon toplumsal cinsiyet rollerinden bağımsız değil, bu perspektifte ele alınmalıdır. Dizilerde topluma sürekli bir mesaj veriliyor. Dizilerin sözlü ve görsel mesajları toplumu şekillendirmenin yollarına, topluma kabul ettirilmek istenilenlere göre biçimleniyor. Dizi rollerinde “normal” ve “normal olmayan” sürekli hatırlatılıyor ama hiçbir zaman neye göre ya da kime göre “normal” sorusu sorulmuyor.
Erkek ve kadın rollerinin “toplumsal cinsiyet rolleri”ne uygun olarak kurgulanması, “toplumsal değerler”in bir yansıması olarak çıkıyor karşımıza. Dizi kahramanları toplumsal rollerine uygun olarak ve bu rollere bağlı kalarak davranıyor ve seyircisine var olan toplumsal durumu kabullendirmeye çalışıyor. Kadın açısından yeni ya da ileri bir şey sunmuyor. Öyle bir derdi de yok aslında. Onun derdi reytingini arttırmak, çeşitli entrikalarla ya da popüleriteyle diziyi güncel tutmaktır. Egemen olan kültürün; toplumsal rollerin cinsiyetçi temelde yeniden üretilmesinden başka bir şey yapmazlar. Toplumsal cinsiyet rolleri kadının aleyhine yeniden üretilir.
Bu cinsiyetçi temele uygun olarak kurgulanan kadın rolleri genellikle birbirine benzer ve kalıplaşmış tiplerden oluşuyor. Ataerkil sistem içindeki karakterler geleneksel olanı yeniden üretip duruyorlar. Farklı kurgularda bile benzer özellikler çıkıyor. Aile her zaman en kutsal olandır. Ve aileyi de “dişi kuş” yani kadın yapıyor. Dizilerde aile toplumun çekirdeği ve vazgeçilmez unsuru olarak sunuluyor ve kadının toplumdaki yerinin ailesi olduğu vurgulanıyor. Hatta bazı dizilerde kadının başarısının ölçütü ailesi olarak karşımıza çıkıyor. Böylece dizilerde kadının en önemli görevi ailesini mutlu etmek ve bir arada tutmak olduğu fikri veriliyor.
Çoğu zaman dizilerde kurgulanan, gösterilen dünya toplumsal “değerler”den beslenmekle birlikte, her zaman gerçeği yansıtmazlar. Gerçek bir olaya dayanmaz. Hatta var olan gerçekliği de yeniden kurgulayarak sunar izleyicisine. Ve karşımıza bambaşka bir gerçeklik çıkar. Yeniden üretilmiş içerikle yeniden üretilen gerçekliği seyrederiz.
Dizilerin çoğunda kadın tipleri belirli, kalıplaşmıştır. Modern kadın, bağımsız, işinde kariyerinde ilerlemiş, “özgür” kadın imajıyla çizilir. Geleneksel kadın tiplemesi ise; dizide ister başı kapalı olsun isterse başı açık olsun; ailesine bağlı, ailesinin birlikteliğini, beraberliğini her şeyin üzerinde tutan, ailesi için “saçını süpürge eden” ve çevresindeki tüm aile fertlerinin fiziksel ya da psikolojik her türlü şiddetine katlanan, nihayetinde eşinin-erkeğin sözünden çıkmayan, yani “makul” kadındır. Öyle ki çoğu zaman iyi niyeti suistimal edilendir. Her şeye rağmen mutluluğu ailesinde ve çocuklarında bulur. “Modern kadın” ise; yalnız kalmaya mahkûm, işinde ilerlemiş, belirli ekonomik bağımsızlığı olan, “özgür” ama mutsuz kadın tiplemesiyle anlatılır. Dizilerde ana karakterdeki kadın rolleri dışında da yine farklı kadın tiplemeleri vardır. Onlar da önünde sonunda “normalleştirilerek” herkesin kabul ettiği kadın tiplerine dönüştürülürler.
Gerçeklik sistemin ideolojik bakışına göre yeniden inşa edilir. Dizilerde verilen mesajlarla da zihinlerimizdeki çağdaş kadın profili etkilenir ve yeniden şekillenir.
Son dönemin en popüler birkaç dizisinden bazı örneklerle devam edelim…
“Bahar” dizisinin Bahar’ı eğitimli, üniversiteyi bitirmiş, hatta türlü zorluklarla hem çalışıp hem okuyarak doktor olmuştur. Fakat kendisini üniversite yıllarında aşık olup evlendiği adama ve ailesine adamıştır. Sanki o “külkedisi”dir. Polyanna misali etrafına gülücükler saçarak dolaşır. İki çocuğu, kocası ve kayınvalidesi ile birlikte yaşar. Bahar hepsinin mutluluğu için çok çaba harcar.
Ailesi için her şeyden vazgeçen fedakâr bir gelin, bir eş ve bir annedir. Birgün iflas eden karaciğeri yerine nakil ameliyatı geçirdikten sonra yaşama bakışı değişir. Artık kendisi için yaşamaya karar verir ve doktorluk mesleğine geri döner. Bu karardan sonra Bahar’ın hem ailesi hem de işi, kariyeri arasında; hastane ile ev arasındaki yaşadıklarıyla devam eder dizi. Bahar’ın iş hayatına girmesiyle “özgürlüğü” başlamıştır. Evet, kapitalizm kadını iş hayatına sokarak özgürleşmesinin yolunu açmıştır. Fakat Bahar yine kendisinden beklenenleri yapmaya devam eder. Eşinin, çocuklarının ve kayınvalidesinin, evdeki herkesin hayatlarını kolaylaştırmak için işlerini yapmayı sürdürür. Hiçbiri evdeki işlere elini sürmez. Bahar bir taraftan hastanede asistanlık yaparken, bir taraftan da hastanedeki işleri biter bitmez koşa koşa eve gelir ve evin işlerini de halleder. Daha sonra evin işlerini yapmaktan da vazgeçer. Ama yine “özgür” değildir.
Aslında sistemin Bahar’a, kadına tanıdığı “özgürlük” de ancak bu kadardır işte. Bütün gün hastanede koşturduktan sonra koşa koşa evine gelip, buradaki “işleri” de yapacak kadardır. Dizide de daha ilerisini göremeyiz. En ileri nokta, kadının iyi bir meslekle çalışma hayatına dönmesidir. Topluma verdiği mesaj da budur; hem çalışıp iyi bir kariyer yapabilirsin hem de ailenin mutluluğu için çaba harcayabilirsin. İşte hepsi bu kadardır. Bahar ancak bu kadar “özgürleşebilir”.
Bahar bir varoluş mücadelesi vermektedir. Bahar dışında başka kadın karakterler de vardır elbette dizide. Ancak tipik olduğu için biz Bahar örneğini ele alıyoruz. Yoksa dizide tipik bir burjuva karakter olan kayınvalide Nevra hanım, sınıfsal özü itibariyle incelenmeye değerdir.
Toplumsallaşması gereken bütün işler kadının sırtına yıkılmıştır bu dizide de. Ailenin mutluluğunun ölçütü de kadının “kadınsal görev”lerini yerine getirmesine bağlanmıştır. “Normal” olan devam ettirilir. Kadın; hep erkekle birlikte, erkeğe, eşe, sevgiliye bağımlı olarak verilir.
Kadının toplumsal durumu ve konumu; toplumdaki yeri açısından “modern”, kendince “ileri” olan diziler bile bu sistemin kadına yüklediği misyonu, rolü yeniden ve yeniden üretip sunar izleyicisine.
“Keşke Ben de Hiç Gitmesem”
Kadın bedeninin kullanıldığı, kadının çaresiz bir cinsel obje olarak sunulduğu başka bir örnek İnci Taneleri. “Bu işi yapmak zorunda olan” bir kadınla empati kurdurtmayı amaçlayan bir dizi. Başka şansı olmadığı için müzikholde yani pavyonda çalışan bir kadın olan Dilber’in hikayesi. “Bakın, böyle hayatlar da var” der gibi bir dizi. Evet, gerçekten de var böyle yaşamlar. Daha başkaları da var, kadın bedeninin “pazara” sunulduğu ve o pazarda “alıcısı”nın da bolca olduğu yaşamlar. Her şeyin alınıp satıldığı bir sistemde kadının bedeni de bir metadan başka bir şey değildir. Yeri gelir boşanmaya çalıştığı eşinden dayak yer, yeri gelir mor gözüyle sahneye çıkması ve seyirciyi eğlendirmesi istenir.
Şiddete karşı koyan ama aynı zamanda ne yasa tarafından korunan ne de “güçlü” sağlam “arkası” olan bir kadındır Dilber. O, her an binlerce kadının yaşadığı şiddeti yaşayan, istemediği bir adamdan boşanamayan, zalimin zulmüne uğrayan, buna rağmen istemediği “adam”a “koca”sına boyun eğmeyen bu yanıyla içimizden biri.
“Hayatım boyunca bütün bedelleri ben ödedim. Bundan sonra da böyle olacak. Herkes yer içer, hesabı Dilber öder.”
Asıl hasar bedeninde değil, görülmeyen yerlerindedir. Çocuk yaşta zorla evlendirilen; yoksulluğun, çaresizliğin, anne olmanın bütün bedellerini ödeyen tüm kadınlar gibi…
İnci Taneleri’nin ilk bölümünden itibaren faili gizli bir kadın cinayeti vardır. Karısını öldüren -en azından suçu üstlendiğini anlıyoruz- bundan dolayı yıllarca hapis yatan bir edebiyat öğretmeni Azem’in tahliyesiyle başlar dizi. Bir otele yerleşen Azem, yine bu otelde kalan pavyon dansçısı Dilber ile tanışır. Dilber çocuk yaşta zorla evlendirilmiş, en zor şartlarda yaşamış birisidir. Kocasından boşanmak ister ama bir türlü boşanamaz. Çünkü adam Dilber’den sürekli para alır ve ayrıca tek çocuğu da ondan kaçırır.
Pavyonda asıl işi dans etmek olan Dilber aslında “konsa çıkmamak” ile övünür. Sanatını icra etmek onun için her şeyden önemlidir. Ama günün sonunda masalara gitmeye mecbur kalır. Bu yüzden sevdiği adam Azem’in de başına türlü işler gelir. Bu “manzara”yla karşılaşmak istemeyen Azem artık onunla pavyona gitmek istemez, Dilber “keşke ben de hiç gitmesem” dese de gitmek onun için bir “zorunluluktur”. Çaresizlik kadına istemediği işi yaptırmaya devam eder.
Ve Uçlarda Bir Hikaye: Kızıl Goncalar
Diziler, döneminin özelliklerini yansıtması bakımından ilginç örneklerle doludur. Cemaatlerin günümüzde ne kadar yaygın olduğunu düşünürsek, bunların dizilere de yansıdığını görmek bizim için şaşırtıcı olmuyor. Ve bu diziler aracılığıyla cemaat yaşamının bizlere “alıştırılmaya” ve “sevdirilmeye” çalışıldığını da söylemek yanlış olmaz. İşte Kızıl Goncalar bu tür dizilerden biri olma özelliğini taşıyor.
Toplumun gözünden düşmüş, adları ne kadar gerici ve insanlık düşmanı mesele varsa onunla anılan, cemaat yurtlarında ve vakıflarda yaşanan çocuk tecavüzlerinin bir numaralı failleri olan cemaatler… İnsana düşman ne varsa bu cemaatlerden çıkıyor. Hele kadına düşmanlıkları!.. İlk saldırdıkları her daim kadınlar oluyor.
Bu dizide kadın rolleri neredeyse en aşağı noktadan başlıyor. Erkeğine itaat eden, dört duvarın dışına çıkmasına izin olmayan, söylenen neyse onu yerine getirmekle mükellef kadın karakterler “normal”dir bu dizide. Cemaatin izin vermediği hiçbir şeyi yapamaz kadın. Cemaat istediğini istediği ile evlendirir, daha çocuk yaşta olsa bile.
Kızıl Goncalar dizisi, toplumsal bir ayrışma, bir çatışma üzerinden ilerler. Bir tarafta 28 Şubatçılar diğer tarafta tarikatçılar… Yani bir grubu laiklikle, diğer muhafazakâr grubu da dindarlıkla bir arada göstermeye çalışarak, çeşitli kesimlerden seyirciye ulaşmaya hedefindedir dizi. 28 Şubatçı fizik profesörü olan bir babanın laik oğlu doktor Levent ve gelini doktor Beste’yi yakından tanırız. Kızı “yetmez ama evetçi” işsiz bir gazeteci ve torunu da 15 yaşlarında şımarık bir kız. Her şeye ulaşabilen ama bir türlü mutlu olamayan bir ergen.
Dizi ilk bölümlerinden itibaren cemaatlerdeki insanları tek tek sevdirmeye, onların da “insani” yanlarını göstermeye çalışıyor. Cemaatlerdeki kadınların da kendilerince “mücadelenin içinde olduğunu” anlatma derdine düşüyor. Bir tarafta ana karakterlerden biri olan Meryem karakteriyle, en geri bilinçteki ortamda bile bir annenin kızı için verdiği mücadele vardır. Çocuk yaşta evlendirilen Meryem’in “kendi kaderime kurban etmem karakuzumu” diyerek tarikat içinde verdiği mücadeleye tanık oluruz. Diğer tarafta da her şeye sahip doktor Beste hanımın mutsuzluğu ve yaşamdan kopukluğu ile “yüzleşiriz”. Bu dizinin “modern” kadınlarından biri budur. Umutsuz ve bir hiçlikte yaşayan bu modern kadının yaptığı en iyi iş ise, cemaatten kurtulmaya çalışan başka bir kadına yardım etmiş olması. Onun okuyup, İmam Hatip’de öğretmen olması için ekonomik destekte bulunması. “Modern” tüm karakterler hayat amacından yoksun ve mutsuz, cemaat insanları ise her şeye rağmen “yaşıyorlar”.
Geleneksel roldeki kadınımız Meryem mücadelecidir. Her şeyden önce en geri gelenek-din-kültür vs ortamında dindar bir kadın olarak mücadele eder. Doğrudan yanadır. Kızını okutmak ister ama tarikatın geleneklerinden, tarikatın elinden kurtaramaz kızı Zeynep’i. Ve Zeynep çocuk yaşta ona uygun bulunan biri ile evlendirilir. Oysa Zeynep çok zeki, okumak isteyen, çözülmesi zor fizik problemlerini çözen ama ne yazık ki aynı yaştaki Mira gibi şansı olmayan bir çocuktur.
Kızıl Goncalar’da iki kesim arasında sürekli bir kıyaslama yapılarak, her şeye sahip olanın “özgür” olan kadının mutsuzluğu göze sokulurken, cemaat içindeki kadınların çektikleri çilelere rağmen, eziyetlere, işkencelere rağmen inançlarına sığınarak mutlulukları anlatılır.
Kadının konumu, durumu; yaşadığı sınıftan ve toplumsal yapıdan ayrı, bağımsız ele alınamaz. Yıllardır verilen mücadeleler bir şekliyle dizilerde de yansımasını bulur. En “geri” durumdaki kadın bile mücadeleci olarak çıkar karşımıza. İçinde bulunduğu tarikatla, eşiyle, çevresiyle, inancından vazgeçmeden, “doğru bildiği”nden vazgeçmeden mücadele eder. Toplumsal kutuplaşma ve çatışma bu dizilerde de bir şekilde yer almıştır.
Bu dönem dizilerinin ortak noktası ise şudur; yaşadığı toplumsal durum farklı kesimler ve versiyonlarda yeniden üretilip sunulur. Ancak buna rağmen en gerici kadın karakteri bile mücadeleci vermek zorunda kalır diziler. Çünkü toplumsal gerçek budur. Bugün kadın açısından geldiğimiz noktada kadınlar kendisine biçilen veya atfedilen “kadınlık rolleri”nin içine sığmıyorlar. O yüzden tarikat üyesi kadın da mücadele etmek zorunda hissediyor kendini. Başka türlüsü hiçbir kadın izleyiciyi ikna da edemez.