Estetik Kategoriler
Kategori denince anlaşılması gereken, insanın doğayı tanımasında, anlamasında, dünya ve doğa hakkında bilgi edinmesinde kendisine yardımcı olan kavramlardır. Olguları, olayları birbirinden ayırmada ve anlamada etkindirler. İnsanla doğa arasındaki ilişkiler, tarihsel toplumsal evrimin bugünkü aşamasında çok yönlü ve karmaşık hale gelmiştir. Kategoriler bu çok yönlü ve karmaşık ilişkileri anlamamıza yardımcı olurlar. Bilim de sanat da özünde doğayı, yaşamı anlamaya, açıklamaya çalışır. Bu nedenle hem bilimsel hem de sanatsal alanda kategoriler, insanın doğayı ve yaşamı anlamasında, açıklamasında önemli bir yere sahiptir.
Lenin bilimsel kategorileri “İnsan, doğal olaylardan örülme bir ağın karşısındadır. İçgüdüsel insan, yani yabanıl insan doğadan kopup ayrılamaz. Bilinçli insan ise ayrılır; kategoriler işte bu ayrılışın, yani dünya bilgisinin basamaklarıdır, ağın düğüm noktalarıdır, bunlar insana dünyayı tanımakta ve kendimize mal etmekte yardımcı olur.” (Lenin Bütün Eserler’den akt. Avner Ziss, Estetik, sy. 127) diye tanımlıyor. Lenin’in bu tanımı estetik kategorilerin anlaşılması, açıklanması için de temel oluşturur.
Estetik özümseme ve algılamada güzel ile yüce olan, trajik ile komik olan başat kategoriler olsa da estetik kategoriler bunlarla sınırlı değildir. Estetik kendi derdini, meramını anlatırken, kategori sayılabilecek daha başka kavramlara da başvurur. Ama genel olarak estetik bilimciler, Avner Ziss, Moissej Kagan, Lunaçarski gibi Marksist estetikçiler, yukarıda saydığımız dört kategoriyi; hatta yüce olanı da güzelin içinde ele alarak üç kategoriyi temel alırlar. Zira insan hem biçim hem de içerik olarak bu üç kategoriye dayanarak dünyaya ve yaşama dair estetik özümsemesini ve bunun yansıtılmasını başarıyla yerine getirebilir. Burada anmadığımız diğer kategoriler, bunlarla bağlantılı olarak ele alınabilirler. Mesela, ayrı bir kategori gibi ele alanlar olsa da kahramanlık, beğeni güzel olana; gülmece (mizah) komik olana dahildir. Estetikte bir olguyu, bir olayı olumsuz olarak belirginleştirip görünür hale getiren çirkin ve kaba gibi kategoriler de vardır. Bunlar da belirli bir uyum gösterip akla uygun olsalar da aslında güzel olanın karşıtı olarak ilgi uyandırırlar.
Bunun dışında estetik kategoriler arasında sanatsal yaratının yapısal özelliklerini gösteren ölçü, uyum gibi kategori sayılabilecek kavramlar olsa da, bunlar sanat eserinin özünü, esasını göstermekten veya değerlendirmekten daha çok biçimsel yanı üzerinde etkili olurlar.
Estetik kategoriler, tarihsel-toplumsal gelişmeye bağlı olarak bir değişim, gelişim gösterirler. Bütün bu değişim ve gelişime rağmen yukarıda belirttiğimiz üç temel kategori, gerçeğin sanatsal özümsenmesinde, yansıtılmasında, bilimsel ve estetik analizde kendi temel konumlarını ve yerlerini korudular.
Antikite’den Modernizme, Estetikte Güzel Olan
Güzel olan, daha önceleri neredeyse estetikle özdeşleştirildi, hatta estetik için güzelin bilimi diyenler de oldu. Bugün de Moissej Kagan gibi bazı estetikçiler, estetik bilimini güzelliğin bilimi olarak ele alırlar. Ancak daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi estetik, gerçeğin sanatsal özümsenmesinin bilimidir, sanatsal yaratımın teorisi ve sanatın yasalarının bilimidir. Güzel olan burada önemli bir yere sahiptir. Çünkü güzel olmadan estetik olan hiçbir şey açıklanamaz, görülemez. Buradan açıkça anlaşılabileceği gibi güzeli ele alıp açıklamadan ne sanatın genel yasaları ne de sanatsal yaratımın ne olduğu anlaşılabilir. Bu yüzden önce güzel olanla başlıyoruz.
Tarihin ilk filozofları arasında yer alan Platon, güzeli ele alırken şu soruyu sorar: Güzel olan nedir? Güzelin kendisi, güzelin özü nedir? Felsefedeki temel ayrım burada da karşımıza çıkar. İdealist estetik güzel olanın yalnızca manevi yaşama özgü olduğunu, yalnızca maneviyatla bağlantılı olarak ortaya çıktığını savunur. Güzelin kaynağı ise insan bilincinin derinliklerinde yer alır. Materyalist estetik ise, öncelikle güzelliğin, güzelin nesnelliğinden hareket eder; ancak öznel öğenin de önemli bir yere sahip olduğunu belirtir. Ayrıca materyalist estetiğe göre güzel olanın da tarihsel toplumsal koşullara bağlı olarak bir evrim, bir değişim geçirdiğini kabul eder. Yani gerçeklikte şeylerin, fenomenlerin güzelliği insan bilincinden bağımsızdır. Tekrar vurgulamak gerekirse, tarih boyunca estetik düşüncedeki güzel anlayışı, bütün çeşitliliğine, değişimine rağmen, esas olarak felsefedeki iki temel akıma, materyalizme ve idealizme bağlıdır. Materyalizm güzeli açıklarken nesneyi, nesnel olanı temel alır; idealizm ise ideayı, yani düşünceyi, düşünsel olanı temel alır.
Antik Çağda güzel olanı açıklamaya çalışanlardan biri de o çağın büyük filozoflarından Aristoteles olmuştur. Aristoteles “Poetika”da: “Aslında güzelin dayandığı koşul, belli bir büyüklük ve düzendir. Bu sebeple bir canlı varlık eğer son derece küçükse ya da ölçüsüz derecede büyükse güzel olamaz” der. Bunu da eğer son derece küçükse görme ve algılamada yetersiz kalınacağına, aynı şekilde çok büyük olduğunda da bakışın, görüşün onu bütünsel olarak algılayamayacağına bağlar. Aristocu anlayışa göre estetik beğeninin temelinde ölçü yer alır. Yine aynı eserinde Aristoteles “güzelin başlıca biçimleri düzen, oran ve açıklık ile dile gelir” diyerek belirtir bunu. Burada biz başka bir şeye daha dikkat çekeceğiz. Aristocu anlayış gücünü esas olarak güzeli açıklarken, güzelin nesnel özelliklerinden hareket etmesinden alır. Aristoteles takipçilerine göre güzel, ancak insanın görüp algılamasıyla belirlenebilen dışsal bir nesnedir, olgudur.
Yine Aristoteles’ten devam edelim. Ona göre güzel asıl olarak insan tarafından ve insanın ölçülerine, kriterlerine dayanarak belirlenir; güzeli belirleyen insandır, insanın algılayışıdır. Bu da bize güzelin belirlenmesinde öznenin öneminin ve rolünün büyüklüğünü verir. Aristoteles’in estetiği insanı güzelin ölçüsü ve ölçütü kabul ederek hem sanatın evrimini, evrim geçirdiğini kabul ettiğini gösterir hem de Antik Çağ sanatının demokrat ve insanal yanını ele verir. Aristocu estetik, işte bu demokratik ve insanal özelliği nedeniyle daha sonra Rönesans dönemi klasisizminde kendisine önemli bir alan açar, takip eden aydınlanma yüzyılında da benimsenen yaygın bir anlayış olur.
Rönesansla başlayan modernizm çağında devam eden koşullarda ortaya çıkan estetik öğretilerde de ölçü önemli bir yere sahip oldu. Çoklukta birlik, parça ile bütün arasındaki uyum, simetri, ritim gibi özellikler bizzat doğanın güzele dair koyduğu yasalar olarak görüldü. Bu da sanatın yasalarının ve sanatsal üretimin, yaratımın kurallarının belirlenmesinde yardımcı oluyordu. Güzel olanın belirlenmesinde başat kriterler olarak kabul edilen oran, uyum, ölçü temelinde ortaya konan teoriler, aslında doğada var olan şeylerin biçimsel ve nesnel özelliklerine göre bir değerlendirmede bulunuyorlardı. Bu estetik öğretilerin gücü, tam da doğayı, nesneyi temel almalarından ileri geliyordu. Bu yüzden hem insanın pratiği üzerinde hem de sanatsal üretimi üzerinde etkili oluyorlardı. Ama bu estetik öğretilerin en güçlü oldukları yanı aynı zamanda en zayıf oldukları yanıydı. Çünkü güzelin özünü biçimde görüyor, nesnelerin, şeylerin dış görünüşlerini, dışsal özelliklerini biçimlerini temel alıyorlardı.
İdealist estetik güzel olanın ölçütlerinin uyum, oran, ölçü gibi matematiksel, somut şeylerle açıklanmasını asla kabul etmez. İdealistlere göze güzel olan hiçbir zaman ve hiçbir şekilde akla, mantığa dayanarak ne ölçülebilir ne de açıklanabilir. Bütün idealist estetik öğretilerinde güzel, sadece manevi öze, tinsel olana dayanarak hissedilen bir duygudur. Üstelik manevi olana, tinsel olana dayanmak her şeyin temeli olduğu gibi, doğadaki bütün nesnelerin, insanın varlığının, fenomenlerin, duyguların da temelidir. Çünkü doğadaki bütün nesneler esas olarak tinsel olanın, ideanın vücut bulmuş, somutlanmış halidir. İdealist estetikçilere göre doğada var olan nesne, olgu ne varsa maddi yapısı, biçimi, dış görünüşü ve her şeyiyle insanda manevi duygular uyandırıyor, heyecan yaratıyorsa güzeldir. Eğer bir nesnenin dış görünüşü, biçimi düşünsel bir içeriği dile getirmiyor, yapısıyla biçimiyle manevi, ruhani duygular uyandırıp heyecan yaratmıyorsa, o nesne güzel değildir; maneviyatın, tinsel olanın olmadığı yerde güzelden, güzel olandan söz etmek de mümkün değildir.
Güzel olanın maneviyatta, düşünsel olanla açıklanması ilkesi, aksiyolojik (değer bilimsel) ve semantik (anlambilimsel) yanları da dahil günümüz idealist estetik öğretilerinin bütün alanlarına yerleşmiştir. Bugünün idealist estetiğinde güzel olan kendisini değer biçimi olarak açığa vurur. Sanat burada bu değerin açıklanması, anlatılması, ifade edilmesidir. Elbette burada sözünü ettiğimiz değer manevi olanla, düşünsel olanla, yani tinsel yaşamla bağlantılı bir değerdir. Bu değerin ne tarihsel-toplumsal olanla ne pratikle ne de pratikten doğan ihtiyaçlarla bağlantısı vardır. Manevi-tinsel yaşamla bağlantılı olarak ele alınan bu değerin anlam bilimsel açıklamasına göre bu güzellik bir tek işleve sahiptir. Bu işlev sui generistir (kendine özgü), sanat eserinin yarattığı etkinin, uyandırdığı duygunun ve heyecanın bir sonucudur. Bu duygu ve heyecan, son tahlilde insanın manevi yaşamıyla bağlantılıdır.
Platon’dan başlayarak Schelling’e, Hegel’e kadar bütün nesnel idealist düşünürlerin estetik anlayışları ve tabi ki güzel olana dair görüşleri, genel olarak dünyaya dair fikirlerine, felsefi görüşlerine göre şekillenir. Nesnel idealizme göre dünya, bizim irademizden bağımsız olarak vardır. Ancak bu nesnel varlık, Hegel’in söylemiyle “mutlak tin”in yani kimilerine göre “tanrı”, kimilerine göre “yüce tasarımcı” ya da başka biçimlerle adlandırılan idea’nın bir yansımasıdır. Yani adına ne denirse densin bir düşüncenin maddi töze bürünmüş halidir. Sonuçta nesnel idealistler de tıpkı öznel idealistler gibi dış dünyayı ideanın, düşüncenin bir ürünü olarak gördüklerini kabul ederler. Bu yüzden her biri üzerinde uzun uzun durmayacağız. Çünkü aralarındaki fark esas olarak estetik alanda değil, düşünce ile, idea ile nesne arasındaki ilişki üzerinedir. Nesnel idealizm, nesneyi özneden, yani “ben”den ayrı olarak ele alırken öznel idealizm özne olmadan, yani “ben” ve “benim düşüncem” olmadan nesnenin de olamayacağını savunur. Burada bizi ilgilendiren estetiğe, güzel olana yaklaşımlarıdır. Nesnel idealist ya da öznel idealist olsun fark etmez, idealist estetikçilere göre güzel de tüm diğer şeyler gibi ideadan kaynaklanır; güzel olan maddi olarak ortaya çıkmış, ete kemiğe bürünmüş ideanın, düşüncenin kendisidir. Bu ideayı, bu düşünceyi, tini ya da adı her neyse onu en tam, en mükemmel biçimde yansıtan nesneler, şeyler güzeldir. İdealist estetiğe göre sonuçta güzel olan, bir türün eriştiği, erişebileceği en gelişkin, en iyi, en yetkin, en mükemmel biçimidir. Örneğin bir çiçeğin ya da bir ağacın güzel olabilmesi için o çiçeğin, o ağacın bütün temel özelliklerini en tam biçimde taşıması gerekir. Aynı şekilde, güzel bir insan da insan türünün, insan doğasının gerek fiziki gerek manevi olarak bütün çizgilerini ve özelliklerini en tam biçimde üzerinde toplayan; ideayı en tam biçimde yansıdan insandır. Eğer bu yansıtma tam değilse, o şey, o insan güzel değildir, ya kusurludur ya da eksiktir.
Buradan da anlaşılacağı gibi nesnel idealist estetik güzeli tam olanda yetkin olanda görür, kabul eder. Bu ilk bakışta akla yakın gibi olumlu bir şey gibi görülse de güzel olanı ideanın, mistik olanın yetkinliğinde, en ideal görünüşünde, dünyanın üzerinde yükseldiği manevi, düşünsel ilkelerin bir türevi, bir yansıması olarak görmeleri ve kabul etmeleriyle gerçek güzelden, güzel olanın özünden uzaklaşırlar.
Öznel idealist estetik burada biraz farklılık gösterir. Bu estetik öğretiye göre insan kendine özgü duyguları, özellikleri, coşkuyu ve heyecanı herhangi bir nesneye, fenomene aktarır; onda da yaşadığını varsayarsa o fenomen, o nesne güzel olur. Bu öğretiye göre dış dünya, insan bilincinin bir yansımasıdır. Bu nedenle insani özellikler, insana özgü şeyler dış dünyada, doğada da olur, bu da insanın anlatımına, ifadesine, söylemine yansır. Mesela güneş “doğar”, hava “sıkıcı” olabilir, kuşlar “şarkı söyler”, ırmak “coşar” vb. Yani insani özelikler, insana özgü duygu ve davranışlar doğada, doğal olaylarda da varmış gibi ifade edilir. İşte öznel idealist estetikte güzel böyle ortaya çıkar. Güzeli belirleyen insan-öznenin duyguları ve düşünceleridir. Özne, kendisinde var olan mutluluk, sevinç, özlem vb. duyguları karşısındaki nesneye, dış dünyaya, gerçekliğe atfettiğinde dış dünya, gerçeklik güzelleşir. Öznel idealizme göre nasıl ki dış dünya öznenin ben’in duygu ve düşüncelerinden ibaretse, “ben” olmadan dış dünya da olmazsa, güzellik de “ben”in duygularında düşüncelerinde vardır, dış dünyaya da ancak “ben”in bilincinden yansır. Güzel insanın, öznenin maneviyatının özel bir durumudur.
Antik Yunanistan’la Rönesans arasında koskoca bir Orta Çağ uzanır. Bin yıl süren bu çağda güzel olan ikinci plana düşerken, yüce olan öne çıkar. Bunda belirleyici olan din ve dinsel olanın etkisidir. Zira dinin, özellikle bütün Batı Avrupa’da etkili olan Vatikan’ın katı kuralları nedeniyle insan vücudundan, insan vücudunun güzelliğinden, yaşamın serpilip gelişmesinden haz almak ve yaşam zevkleri günah sayılıp yasaklanır. Bu çağın inanışına göre güzel olan tanrıdır; bu nedenle güzele, tanrıya erişmek için acılara katlanmak, çile çekmek gerekir. Bunun ödülü ölümden sonraki yaşamda, öteki dünyada alınacaktır. Güzel ve güzellik bu dünyaya değil, öteki dünyaya özgüdür. Bu nedenle güzel olana ancak öteki dünyada erişilebilir. Orta Çağ boyunca güzelin ve güzel olanın ikinci plana düşmesinin asıl nedeni bu inançtır. Bu çağda haliyle güzelin yerine yüce olan, tanrısal olan ön plana çıkmıştır.
Rönesans çağının düşünürleri, güzel olanı manevi olanda değil, cismani olanda, öteki dünyada değil bu dünyada, nesnel olanda arayıp buldular, gösterdiler. Marks’ın da kullandığı, hatta kimilerince hatalı olarak Marks’a mal edilen “İnsanım, insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” sözünü söyleyen Rönesans çağının düşünürleri, bütün Orta Çağ boyunca topluma dayatılan dinsel güzellik fikrini reddettiler. Aslında bu cümle bütün Rönesans çağının estetik fikirlerinin özü, özeti gibidir. Zira dinin katı yasaklarına ve insanın aşağılanmasına karşı çıkan bu çağın düşünürleri, güzelliğin dinsel, ruhani olanda değil, cismani olanda, gerçek dünyada ve gerçek yaşamda bulunduğunu savundular, eserlerinde işleyip gösterdiler.
Klasik çağın, klasisizmin estetiği güzeli, güzel olanı akla uygun ve biçimsel olarak tasarımlanmış, planlanmış, normlarla belirlenmiş olanda aradılar. Klasikçilere göre yalnızca önceden tasarlanmış ve belirli normlara denk düşen şeyler güzeldi. Özellikle doğal olan, doğada bulunan her şey kendi doğal ortamında kendi doğallığı içindeyken güzel değil, tam tersine çirkin kabul edildi. Paris’teki Elisa Sarayı ve bahçeleri gibi aristokrasiye özgü görkemli, gösterişli, simetrik şekillerle süslenmiş; insan tarafından belirli ölçülere uygun olarak planlanıp yapılmış düzgün ve yapay eserler güzel olarak kabul gördü.
Romantizmin estetikçileri güzeli, güzelliği Rönesans estetiğinin tersine duygusal olanda, ideal ve manevi olanda aramaya başladılar. Ancak bu maneviyat, devrimci romantikler için asla tanrısal, dinsel, ruhani bir maneviyat değil, tam tersine insanda, insani olanın, dünyevi özün belirginleşip gelişmesiyle kendini gösteren bir maneviyattır. Romantiklere göre güzel olan dünyevi ve insani özün kendisidir.
Gerçekçiliğin doğup gelişimi adeta güzel olanın zincirlerini kırıp özgür bıraktı; sıkıştırıldığı dar alanlardan çıkmasının yolunu açtı. Artık güzel, güzellik katı sınırlardan, belirlenmiş normlardan, kurallardan, alanlardan azade, yaşamın bütün alanlarında kendisini göstermeye, kendi gerçek ifadesini bulmaya başladı. Gerçekçilik, gerçeği bulmanın araştırmadan, düşünmeden ve tartışmadan geçtiğini biliyordu. Bu nedenle güzeli, güzel olanı da tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi sınırlara, kalıplara sıkıştırmadan, yaşamın bütün canlılığı içinde aramaya, anlatıp göstermeye başladı.
Toplumcu gerçekçilik ise estetik ve sanata, tarihsel toplumsal gelişme karşısında sorumluluk duyma, sürece katılma, bilimsel sosyalizm öğretisine bağlanma gibi yeni ilkeler getirerek çıtayı yükseltti. Marksizm-Leninizm’le tarihsel materyalizmle bağlantılı olarak geliştirilen fikirler güzele bakışımızı, güzel, güzellik anlayışımızı daha da zenginleştirdi; insanlığın kurtuluşuna ve geleceğe bağlanmayı sanatın amacı ve ölçüsü haline getirdi.
Marks ve Marksizm’den Sonra Güzel
Marks, 1844 El Yazmaları’nda güzel ve güzellikle ilgili olarak şunları söylüyor: “Hayvan bağlı olduğu türün ölçüsüne ve gereksinimlerine göre iş görür, oysa insan her türün ölçüsüne göre üretmesini ve her yerde kendi iç doğasını nesneye uygulamasını bilir; demek ki insan, güzellik yasalarına uyarak iş görür.”
Materyalist estetikçiler arasında Marks’ın güzellik anlayışına en çok yaklaşan Çernişevski olmuştur. Çernişevski, “Güzel, yaşamdır.” diyor. Bu, Çernişevski’de güzelin nesnel varlığının peşinen kabul edilmesidir. Çernişevski’ye göre yaşamın kendisi güzeldir, güzel olmalıdır. Yaşam doğasına uygun ve doğayla uyum içinde, yetkin biçimde kurulduğunda güzelleşir, güzelliklerle dolar.
“Güzel, yaşamdır.” sözü, estetikte materyalizmi anlatır, ancak güzelin özünü anlatmakta yetersiz kalır. O yüzden Çernişevski burada durmaz, öznel ögeye özel bir vurgu yapar. Buradaki “yaşam”, Çernişevski’ye göre genel olarak ifade edilen yaşam değildir. Buradaki yaşam, öznenin ideallerine karşılık gelen, hayalini kurup peşinden gittiği yaşamdır; öznenin hayalini kurduğu o yaşamı elde etme çabasıdır yaşamı güzelleştiren. Estetik ideale denk gelen bu hayal, tarihsel-toplumsal gelişmenin, evrimin gerçek düzeyine, döneme ve o döneme özgü sınıflara göre değişen yaşama uygundur. Yani Çernişevski’de güzel olanda nesne, ide, özne arasında sımsıkı bir bağ vardır. Aynı şekilde tarihsel-toplumsal gelişmeyle güzel olan arasında diyalektik bir bağ vardır. Bu nedenle Çernişevski güzelin hem nesnel olduğunu hem de insan-özne tarafından algılanışını belirterek tarihsel-toplumsal olanla bağını kurar. Bu tanımlama, materyalist estetik açısından doğru perspektif verir.
Kendi bulunduğumuz konumdan baktığımızda gerek doğada gerek toplumsal yaşamda doğaya ve insan doğasına, insanlığın gelecek yaşam hayallerine ters düşen şeyleri hiç de güzel bulmayız. Aksine doğayı ve yaşamı çirkinleştirdiğini düşünürüz. Şurası açık; bütün insanlar için yaşama dair kendi düşüncelerine, hayallerine uygun olan her şey hem güzeldir hem de yaşamı güzelleştirir.
Güzel olandan zevk alabilmesi için insanın çok yönlü gelişiminin önemine dikkat çeken Marks, “Müzikal bir kulağı, biçimlerin güzelliğine duyarlı bir gözü, kısaca, insani hazları alabilecek duyuları yaratan tek şey toplumsal ve tarihsel pratiktir.” diyor. (Sanat Üzerine; Marks, Engels, Lenin derlemesi) Yani insanların güzelden, güzellikten haz alabilmeleri, güzeli yaratabilmeleri için hem estetik duyularının gelişmiş olması hem de yaşadıkları çağın bilincinde olmaları ve bu bilince uygun davranmaları gerekir.
Marksist estetik materyalisttir, saf tutar. Proletaryanın kurtuluş öğretisine bağlı olan bu estetik, politikadan ayrılamaz. O yüzden, bağımsız olduğunu iddia eden burjuva estetik gibi sınıflarüstü saf güzellik gibi safsataları da etik-ahlaki ilkeler karşısında bağımsız estetik duruşu da reddeder. Güzel olan ne politikadan ne de etikten ayrı değildir, olamaz. Ancak güzel olanın alanı iyi olandan daha geniştir; etik-ahlaki ilkelerin uygulanamayacağı doğal olguları ve olayları, doğadaki fenomenleri de kapsar. Toplumsal yaşam söz konusu olduğunda ise etik-ahlaki ilkelerle estetik birbiriyle çok sıkı ilişki içindedir.
Modernist burjuva estetik, etik-ahlaki ilkelerle güzel, güzellik arasındaki bağı reddeder, hatta ikisini karşı karşıya getirir. Modernist estetik, bu ilkelere uygun olmayan bazı eylemlerin, olayların da güzel olabileceğini, estetik değere sahip olabileceğini savunur. Modernist estetik aynı şekilde güzel olanla iyi olan arasındaki ilişkiyi de kopararak, sanatın iyi olanı amaç edinemeyeceğini; sanatın amacının sadece güzel ve güzellik olduğunu öne sürer. Oysa bu, gerçek yaşamda sanat adına ahlaki olmayanı da savunmanın yolunu açar. Etik-ahlaki kanıtı dekadan (çöküş) sanatının kendisidir.
Yaşam, güzeli ve çirkiniyle birlikte çok yönlü ve zengindir. Sanat da gerçek yaşamı yansıtır, ama sanatta çirkin yoktur. Bu, sanatın hayattaki çirkini, çirkin olayları ve olguları yansıtmadığı anlamına gelmez. Sanatta çirkin yoktur, çünkü sanat çirkin değildir. Sanat gerçek yaşamdaki her şeyi, güzeliyle çirkiniyle, trajiğiyle komiğiyle yüce olanıyla kaba olanıyla, iyisiyle kötüsüyle bütün olayları ve olguları estetik açıdan yorumlayarak yeniden yansıtır. Gerçek yaşamda çirkin olan sanatta imgelerle yeniden yaratılır ve imgeler her zaman güzeldir. Yani sanat çirkini de yansıtır, ama en iyi ve en güzel biçimde yansıtır.
Victor Hugo’nun Notre Dame De Paris’indeki ucubeler, dilenciler, Quasimodo gibi tiplerin hepsi, en az güzeller güzeli Esmeralda kadar başarıyla ve güzel çizilmiştir. Aynı şeyi Mihail Şolohov’un Durgun Don’da çizdiği karakterlerde, yarattığı tiplerde de görürüz. Beyaz Ordu’da generalliğe kadar yükselmiş Gregori Melekhov, kocasını aldatıp Gregor’la kaçan Aksinya, Gregor’un babası Panteleyeviç gibi tipler gerçek yaşamda ne ahlaki olarak onaylanır ne de güzeldir; ama Şolohov’un yarattığı roman kahramanları olarak hepsi de çok güzel tiplerdir.
Burada şunu da belirtmek gerekiyor; güzele salt yaşamdaki güzelliğin yeniden yaratılması olarak bakmak güzeli darlaştırır, sınırlar. Sanatta güzel olanla gerçek yaşamda güzel olanı birbirine karıştırmak sanatın kendi özündeki güzelliği görmemizi engeller. Her şeyden önce, gerçeğin estetik olarak özümsenmesi başlı başına bir yetkinlik gerektirir. Bu hem sanatçıya, hem izleyicisine estetik haz verir. Sanatçı ne kadar yetkinse, ne kadar usta ve başarılıysa, yarattığı sanat eseri de izleyicisine, okuruna o kadar haz verir, güzellik duygusu uyandırır. Sanat güzeldir, ama salt gerçek yaşamdaki güzelliği gösterdiği için değil, gerçekliği gösterdiği için güzeldir. Üstelik sadece güzeli, güzelliği gösterdiği için değil, çirkini de başarıyla gösterdiği için güzeldir. Burada bir sonuç çıkarmak gerekirse, sanat güzeli, güzelliği yaratır, ama en az o kadar da güzelliği yansıtır. Bu elbette her sanatçı ve her sanat anlayışı için böyle değildir. Bir sanatçı gerçek yaşamdaki her olayı, her olguyu güzel olarak kurgulayıp güzel olarak yansıtabilir. Ama dekadan sanat, postmodernizm ya da post truth gibi sanat anlayışlarında ve bu tür akımların etkisi altındaki burjuva sanatçılarda olduğu gibi gerçeği bozup çarpıtarak, hatta çirkinleştirip, iğrençleştirerek de verebilir. Günümüz burjuva sanatı gerçeği çarpıtıp bozarak, çirkinleştirip kabalaştırarak gösterirken gerçekçi sanatçılar, özellikle proletaryanın kurtuluş öğretisine bağlanan toplumcu gerçekçi sanatçılar, eserlerinde gerçekliğin olumsuz yanlarını, hatta gerçek yaşamda iğrenç, aşağılık olarak değerlendirdiğimiz, değerlendireceğimiz karakterleri, tipleri de başarıyla çizerler; onları en güzel, en mükemmel biçimde yansıtırlar. Estetik ideal, sanatçının bu tipler ya da olaylar karşısındaki tavrında kendini açığa vurur. Bir sanatçı, bir işkenceciyi, bir kadın düşmanını, bir tecavüzcüyü, bir faşisti çizip gösterirken öylesine güzel anlatır, öylesine başarıyla çizer ki, izleyicisi, okuru, bu tiplerden nefret eder. Burada sanatçının estetik ideali de kendi tavrı da açıkça görülür, somutlanır.
Sanatçı bir eser üzerinde çalışmaya başlarken, daha ilk adımda işlemek üzere kendisine bir tema seçer. Bu seçim sanatçının yaşam karşısındaki tavrını açığa vurur. Temayı işlemeye başladığında her ayrıntıyı, her gelişmeyi, her olguyu kendi dünya görüşüyle, yaşam karşısındaki tavrıyla bağlantılı olarak, savunduğu ideal açısından ele alıp değerlendirir. Bu değerlendirmede, doğal olarak sanatçının hayat karşısındaki tutumu, ideolojik, politik, estetik görüşleri önemlidir. Sanatçı eğer proletaryanın kurtuluş öğretisine bağlı değilse, yani tarihsel-toplumsal ilerleme, gelişme yönünde hareket etmiyorsa, sanatı da en temel özelliğinden, güzelliğinden bir şeyler yitirecektir. Sadece bununla da sınırlı kalmayacak, yaşamdaki gerçeklikten kopacaktır. Burjuva toplum ve sermayeye dayalı bu sömürücü sistemi savunan bir sanatçının bu toplumun gerçeklerini aktarması mümkün değildir. Kaçınılmaz olarak onu sağından solundan çekiştirecek, gerçekliği çarpıtacaktır. Zaten günümüz burjuva sanatçısının ve sanatının güzelliğinden bir şeyler yitirmesinin asıl nedeni de gerçeklikten kopması, onu çarpıtmasıdır. Alman heykel-yontu sanatçılarından Fritz Cremer, bunu şöyle ifade ediyor: “Sanattaki güzel, en azından toplumcu sanattaki güzel hakikatten ayrılamaz. Güzel denen sanatlar, her zaman tam hakiki değildir ama hakikat yüklü bir sanat her zaman güzeldir.” (Akt. Avner Ziss, Estetik, sy.144)
Bir sanat eserindeki güzeli, güzelliği çözümleyip açığa çıkarırken ilk başvurulacak şey, ideal estetik öğretidir. Ama tek ölçüt bu değildir. Çünkü her sanat eseri bir sanatçı, yani insan tarafından yapılır, yaratılır. İnsan tarafından yapılan şey, her ürün gibi sanat eserindeki güzellik de onu yapan insanın, burada sanatçının ustalığına, becerisine ve yeteneğine bağlı olarak ortaya çıkar. İnsandaki yaratıcı yeteneğin en parlak biçimde kendini gösterdiği bu yaratım sürecinde sanatçı söylemek istediğini en açık, en anlaşılır, en rahat olarak söyleyebileceği bir biçim bulur, biçimle içeriği birleştirip bütünleştirir. Bunu yaparken izleyicisine, seyircisine, okuruna “bunu söyleyebilmenin tek olanaklı yolu budur” dedirtecek teknik ustalık sergiler. Bir sanat eserinde biçimle içerik arasındaki uyum, anlatım tekniği, güzelin kendi ifadesini bulması, sanatçının sanatındaki yetkinliğe, anlatım araçları bulmadaki ustalığına bağlıdır. Sanatçı ne kadar yetkin, ne kadar ustaysa sonuç da o kadar parlar ve başarılı olur. Sanat eserindeki güzellik izleyicisini, okurunu kendisine hayran bırakır.
Güzele dair söyleyeceklerimizi bitirmeden buna bizden bir örnek verebiliriz.
Yaşar Kemal’in ölümsüz eserlerinden biri olan “İnce Memed” edebiyatımızın büyük ustası bu eserinde incecik, kara kuru, çarpık bacaklı bir oğlandan, hayranlıkla okunan müthiş bir halk kahramanı yaratmıştır.
Güzele dair bir vurguyla bitirelim; yüce olan kahraman olan gibi bazı kavramları, bazı estetikçiler kategori saysalar da biz burada ayrıca ele almayacağız. Çünkü bunlar esas olarak güzel olana içkin, güzel olanda zaten verili özelliklerdir.