Estetik, Sanat ve Toplumsal Bilinç

Estetik Nedir? 

Bu soruya verilen cevaplardan hareketle, estetik iki ayrı biçimde tanımlanabilir. İlk tanımlama, estetik sanat kuramıyla birlikte ele alır ve sanat kuramı üzerinden tanımlar. Buna göre estetik, sanattaki gelişme yasalarını ve sanatsal yaratının özünü inceleyen bilimdir. İkinci tanımlama estetik ve sanat kuramını birlikte ele alır, ama bunların her biri ayrı ayrı bilimlerdir. Sanat kuramı, sanatın kendi gelişmesinin yasalarını ve sanatsal yaratının özünü ele alırken, estetik hem sanatta hem gerçeklikte güzel olanı inceleyen bilimdir.

Estetik sözcüğü eski çağ Yunancasındaki aestetikhos’tan gelir ve antik çağda bu kavram duyularla algılama demekti. Estetik kavramını ilk defa estetik bilimi olarak Alman felsefeci Alexander Baumgarten kullandı. Lakin estetik kavramı aslında, daha antik çağdan başlayarak belirli bir bilgi dalının ifadesi anlamında kullanılıyordu. Yani Baumgarten’den çok daha önce ta antik çağdan beri bilim denmese de bilim anlamında, belirli bir bilgi dalının disiplinini ifade etmek için kullanılıyordu.

Estetik, canlı ve cansız doğayı, insanı, insan yaşamını ve dış dünyayı sanatsal olarak özümsemenin genel yasalarını, inceler; onları kendi görüngü biçimleriyle, bütün canlılığı ve çeşitliliğiyle dolayımsız olarak ele alıp doğrudan ortaya çıkararak gösterir. Bu yüzden estetik, sanatsal yaratımın esasını, sanatın özünü ve genel yasalarını inceleyen, disipline eden bir bilimdir. Sanatın özünü ve yasalarını incelediği için, sanatın kendisi gibi estetik de belirli bir dünya görüşüne bağlıdır, sınıfsal bir bakış açısına sahiptir, ele aldığı olguyu belirli bir sınıfın dünya görüşüyle inceler. Bu nedenle Marksist estetik, diğer şeylerin yanında eleştirel çözümlemenin ilkelerini de belirlemiş olur.  

Estetik algı, genel kanının aksine sadece sanatla sınırlı değildir. Spordan sanayiye, ev eşyalarından giysilere, modaya dek çok daha geniş bir alanda etkili oluyor. Bu nedenle estetik algı sadece sanatsal kategorilerle sınırlandırılamaz. Böyle bir sınırlandırma estetik bilimini darlaştırır. Sadece sanatla sınırlı kalmayıp sanayiden giysiye, ayakkabıdan mobilyaya varana dek yaşamın her alanına yayılan estetik algı, estetik kültürü meydana getirir. Her alandaki estetik algı, estetik bakış birbirlerinden farklılıklar gösterir; bu farklılıklar bir karşıtlık oluşturmaz, birbirlerini tamamlarlar. Yaşamın çok yönlülüğü, zenginliği içinde yer alan çok farklı alanlarda kendini gösteren estetik algıdaki bu farklılıklar, sanat dışındaki pek çok alanda da ortak özellikler ve benzerlikler gösterirler. Yaşamı özümsemenin, algılamanın ve yansıtmanın bir biçimi olarak sanat, yaşamın bütün zenginliklerini, çok yönlülüğünü ve canlılığını kapsamış olsa da, estetik etkinliğin bütün biçimlerinin ve bütün kategorilerinin gelip çarpılacağı mihenk taşı, esas ölçüt sanattır.

Her şey gibi estetik de sürekli bir akış içindedir, tarih boyunca yaşamla birlikte değişip dönüşmüş, evrim geçirmiştir. Estetik bilimindeki bu değişim hem yapısında hem konusunda görülür. Bu yapısal değişimin nedeni, tarih boyunca insanın toplumsal yaşamla birlikte geçirdiği değişim ve dönüşümdür. Tarihsel toplumsal evrim sürecinde ilk çağlardan günümüze dek yaşanan her değişim kendisini estetik ve sanat alanında da göstermiştir. Buradan şu sonuca varmak gerekir; nasıl ki toplumsal yaşamın değişip dönüşümüne dair katı kurallar ve kesin kalıplar konulamazsa estetiğin içeriği ve konusu hakkında da böyle katı kurallar, değişmez kalıplar, kesin tanımlar konmaz, konulamaz.

Estetik bütün insan bilimleriyle sıkı bağ içindedir. Sadece insan bilimleriyle değil, bütün bilimlerin anası olan felsefeyle estetik arasında da çok sıkı ilişki vardır. Estetik de elbette diğer bilimler gibi felsefeden ayrılıp ayrı bir disiplin, ayrı bir bilim oldu, ama yine de özel olanın genel olana bağlanması gibi, estetik (özel olan) de felsefeye (genel olan) çok sıkı bağlıdır, kendi gelişimini de bu sıkı bağ içinde sürdürür. Üstelik estetik biliminin kendisi felsefe değildir, ama felsefi bir karaktere sahiptir. Bununla birlikte ne felsefenin bir parçası olarak onun içinde yer alır ne de felsefeyle bağlarını koparır. Estetik, kendisine özgü konu ve özelliklere sahiptir; bunlar gerçeğin sanatsal özümsenmesinin yasaları tarafından belirlenir. Felsefeden farklı olarak estetiğin kendi yasaları vardır. Estetik, sinema, müzik, resim, tiyatro, edebiyat gibi sanat dallarının her birinin kendine özgü teorilerinden hareketle genellemeler yaparak sonuçlar çıkarır. Her sanat dalının kendi teorisi, o sanat dalının kendine özgü sorunlarıyla, çizgileriyle ve özellikleriyle ilgilenirken, estetik, bütün bu sanat dallarının her birinin kendine özgü sorunlarıyla, çizgileriyle ve özellikleriyle ilgilenirken, estetik, bütün bu sanat dallarının her birinin kendine özgü olan parça-teorilerden yola çıkarak sanatın genel yasalarını çıkarır; sanatın genel özelliklerini, çizgilerini inceler. Her sanat dalının kendine özgü yanları olsa bile, hepsinin içinde ortak olan, hepsinin işleyişini gelişmesini belirleyen genel yasalar da vardır. İşte genel sanat teorisi gibi estetik de özel olanın içindeki genel olanı inceler, açığa çıkarır. Bunu yapmakla her sanat alanında ayrı ayrı yer alan parça-teorilerin tamamı için geçerli olan bağlayıcı bilimsel temeli kurar; özel sanat dallarının her birinin kendine özgü teorilerini yöntem bilimsel ilkelerle besler, tamamlar. Estetik, sanatsal eleştiriye de böylelikle ilkesel katkılarda bulunur, sanatın evriminde etkin rol oynayarak yaratıcı pratiğe, praksise katkı sunar, yol gösterir.

Buraya kadar ele aldığımız estetik anlayışı, esas olarak, estetik bilimine, Marksist estetik bilimine dairdi. Elbette ki, daha önce söylediğimiz gibi burjuvazinin de kendi estetik anlayışı vardır. Burada burjuva estetiğe dair birkaç şey söylemek gerekiyor. Öncelikle burjuva estetik, sanatla ilgili yasaları ve kuralları genellikle kurgusal olarak belirleyip bildirgelerle açıklarken, Marksist estetik tam tersine bu yasa ve kuralları praksisten, sanatın pratiğinden, evrim sürecinden çıkarır. Tıpkı felsefenin temel sorunu konusunda olduğu gibi, burjuvazi burada da “önce söz vardı” diyerek soruna kurgusal olarak yaklaşır. Oysa Marksistler, felsefede olduğu gibi burada da “önce eylem vardı” diyerek, teoriyi yaşamın kendisinden, pratiğinden çıkarır.

Bilimsel estetik, sanatın genel kazanımlarını ortaya koyar; temel eğilimlerini, yapısal özelliklerini irdeleyerek sanatın kurgusal değil, nesnel yasalarını, ilkelerini açığa çıkarır. Böylelikle sanat üzerinde gerçekleştirdiği analitik irdelemelerle sonuçlar çıkarıp sanatın ilkelerini, kurallarını gün ışığına çıkararak sanat üzerinde de etkili olur, aynı zamanda sanatı ideolojik ve sınıfsal ölçütlerle donatır.

Sovyetler Birliği döneminin önde gelen estetik kuramcılarından Anatoli Egorov, bu konuda şunları söylüyor: “İlkin diyebiliriz ki, her türlü gizemsel (mistik) ve idealist etkiden uzak, bağlamlı ve bilimsel bir sistem kurma olanağını estetiğe kazandıran, yalnız bilimsel öğretidir.” Sonra da şöyle devam ediyor: “İkinci olarak bu öğreti, estetik olayların incelenmesine maddeci diyalektiği uygulayarak, sanatın insanlar üzerinde yaptığı büyük manevi etkiyi gün yüzüne çıkarır; bu da onu güçlü bir bilgilenme ve devrimci eylem aracı durumuna getirir.” (A. Egorov’dan aktaran Avner Zis, Estetik, sy.17; Hayalperest yay.)

Marx ve Engels’in kurduğu, Lenin’in geliştirdiği diyalektik materyalist yöntem, estetik biliminin bilimsel ilkeler ve temeller üzerinde kurulup gelişmesine belirleyici bir katkıda bulundu. Lenin’in “Felsefe Defterleri”nde yer alan yansıma kuramı, estetik biliminin bilimsel içeriğe kavuşmasının temelini oluşturdu. Diyalektik materyalist yöntem ve yansıma kuramı sayesinde estetik düşünce hem sanatsal yaratıya hem de insanın dış dünyayı gerçekçi ve estetik olarak özümsemesine bilimsel bir içerik ve biçim vermiştir.

Gerçeğin Yansıtılması

Diyalektik materyalizmi kılavuz edinmiş gerçekçi sanatta ve sanatsal yaratım yoluyla yeniden üretilmesi anlaşılır. Burada gerçek her zaman sanattan önce gelir. Burada açıklanması, üzerinde durulması gereken bir şey daha var; gerçeğin insan bilincine yansıması, gerçeklik olarak geriye yansırken, toplumsal bilinç biçimlerinden biri olan sanata ihtiyaç duyar.

Toplumsal bilinç, esas olarak yaşamda var olan gerçeği yansıtır. Pek çok toplumsal bilinç biçimi vardır ve bu biçimlerden her biri, gerçeği kendine özgü biçimde yansıtır. Felsefeden sanata, dinden hukuka, ideolojik üst yapıyı oluşturan toplumsal bilinç biçimlerinin bu çeşitliliği, asıl olarak yaşamın, gerçek yaşamın çok yönlülüğünden ileri gelir. Gerçek yaşamda var olan pek çok olgu ve bu olguların görünü, algılanış biçimlerinin insan bilincindeki yansıması (bilgilenme) farklılıklar gösterir. Gerçeğin böyle çeşitli biçimlerde algınışı, haliyle geriye yansırken de çok farklı biçimler almasına neden olur. Toplumsal bilincin en başında politik ideoloji yer alır. Politik ideolojinin konusu toplumsal sınıflar arasındaki güç ilişkileri, toplumsal gelişmenin motoru olan sınıflar mücadelesi, bu mücadelede etkin bir güç olan devletin sınıfsal temeli ve örgütlenmesidir. Bir diğer toplumsal bilinç biçimi hukuksal ideolojidir; mülkiyet ilişkilerinin bir ifade biçimidir ve ekonomik ilişkilerin hukuksal ifadesiyle uğraşır. Bir diğeri ahlaktır, kendi ifadesini esas olarak toplumdaki yerleşik değer yargılarında, geleneklerde, alışkanlıklarda bulup ve bireyle toplum arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde etkili olur. Aynı şekilde bilimde bu bilinç biçimlerinden biridir; insanın, toplumun ve doğanın çok farklı alanlarıyla ilgili olarak nesnel işleyiş yasalarını araştırıp ortaya çıkarır. Sanat ve sanatın yaşamı, insanı ve doğasıyla yaşamı yansıtma biçimi, tıpkı diğer toplumsal bilinç biçimleri gibi nesnel yaşamdan, birey-toplum ilişkilerinden ve dış dünyanın bileşiminden oluşan çok daha özgül koşullarda ortaya çıkan olaylar ve olguların varlığında ve bunların kendine özgü yansıtılmasında anlamını bulur. Sanat ve sanatsal yansıma, ancak işte bu özgül olayların varlığıyla açıklanabilir.

Tarihsel materyalizmi ve Lenin’in yansıma kuramını temel alan Marksist estetikte sanat; dış dünyanın, toplumsal yaşamın ve insan davranışının hem manevi hem de somut bir pratik olarak özümseme biçimlerinden biridir. Bunun nedeni sanatın toplumsal özü, içeriğini, yani toplumsal yaşamı ve toplumsal yaşamda birlikte evrimini sürdüren sanatsal gelişmeye bağlı olarak gelişmeye devam ederler. 

Oysa günümüz burjuva estetiği, bunun tam tersine, sanatın özünün teorik olarak açıklanamayacağını söyler. Bu, burjuva estetiğin artık sanatın gelişim yasalarını ve evrimini anlayamadığını, dolayısıyla bunu teorik olarak ifade edemediğinin, edemeyeceğinin itirafıdır. Bu konuda sözü olan Alman felsefeci Martin Heidegger “sanat inceleme ve çözümleme konusu olamaz” diyor. Kaldı ki, burjuvazi toplumsal gelişmenin başını çektiği devrimci olduğu dönemde bile, elle tutulur, somut bir estetik tezi koyamadı. Şimdi çöküş dönemindeyse, sanatın işleyişine ve evrimine dair kendi teorisi ve yasaları olacağını tamamen inkara yönelmiştir. Burjuva ideolojide sanatsal yaratının çözümlenmesi ve senteze varılması; yani gerçek yaşamın özümsenmesi ve açığa çıkarılmasının bütün biçimleri gibi sanatın da bunu başaramayacağını savunur. Burjuva ideolojide sanat, aklın yapay, amaçsız ve yararsız etkinliğinin bir sonucudur. Yine Heidegger’e göre, insanın gerçek yaşamıyla hiç ilişkisi olmayan hayali sayıklamalar ve fantastik halüsinasyonlarla örülmüş bir ağa benzeyen sanatsal yaratının herhangi bir kuralı ya da teorisi de olamazdı. 

Bu konuda Heidegger dışındakilerse, olgucu estetik çerçevesinin dışına çıkmazlar. Olgucu estetik, insanın tarihsel-toplumsal pratiğinin sanatla bağını yok sayar; anlambilimsel (semantik) yanını mutlaklaştırır ve sanatı özgül göstergeler sistemi olarak görür. Böylelikle sanatın gerçek içeriği, toplumsal yaşamla bağlantısı sihirbazın tavşanı gibi ortadan kaybolur; geriye kalan estetik (eğer kalırsa) sanatın sadece biçimsel yanıyla, diliyle ilgilenir. Olgucu estetik sanatın özüyle ilgilenmez; mantıksal olarak yerleştiği idealizmin doruklarından, tıpkı Olimpos’un zirvesindeki Zeus gibi yeryüzündeki insancıkları izler ve sanatın asla teorik olarak çözümlenemeyeceği sonucuna varır. Yaptıkları, yola çıkarken reddettikleri Heidegger’in görüşlerini yeniden yaratmaktır. Bu tam bir agnostisizmdir, günümüz burjuva estetiğinin özü de, adeta mistik bir şalla örtülmeye çalışılan bu agnostisizmden başka bir şey değildir.

Oysa Marksist estetik daha önce söylediğimiz gibi diyalektik materyalisttir, Lenin’in yansıma kuramına dayanır, somut olandan hareket eder, somut olanı irdeler sonuçlar çıkarır. Burada sanat, dünyanın, toplumun toplumsal bilincin manevi ve pratik özümsenme biçimlerinden biridir. Bu bilimsel görüş, sanatın toplumsal özünden ve bu özün diyalektik materyalist yöntemle irdelenip çözümlenmesinden beslenir; toplumsal ve doğal çevresiyle birlikte ve ancak onun içinde var olan insan yaşamının ve bu yaşamın özümsenme biçimi olan sanatın evrimi ile birlikte gelişir, zenginleşir.

Sanatın, en az yaşamın kendisi kadar karmaşık ve zengin olan özünü tek yanlı ele alanlar, insanın dış dünya ve toplumsal yaşam karşısında geliştirdiği etkin ve pratik tavrı da tek yanlı ele aldılar. Sanatın özüne dair bu tek yanlı bakış, sanatın temel özelliklerinden birini araştırırken diğerlerini göz ardı eder. Bu da (Marksist) estetik biliminin temel tezlerini unutmak, yok saymak sonucunu verir. Sanatın özüne ilişkin bu tek yanlı yorumların temelinde, toplumsal yaşamın insan beynindeki yansıması olan toplumsal bilince ilişkin sığ ve yanlış bir yaklaşım vardır. Bu konuda sözü olan kalem erbabı burjuva teorisyenlerin önemli bir kısmı, Marksistleri, bilinci, gerçeğin edilgen, pasif bir yansıması kabul etmekle, bilincin dönüştürücü gücünü yok saymakla suçlarlar.

Burjuva teorisyenlerin bir diğer grubu ise sanatı, insan bilincinin, insanın kendi iç dünyasının, düşünsel etkinliğinin bir dışavurumu olarak görür, kabul ederler. Onlara göre sanat, ikinci bir doğa yaratmaktır. Bu burjuva gücünü savunanlar sanatın ideolojik yanını inkâr ederken, aynı zamanda sanatın bilgisel-bilgilendirici yönünü de yok sayar, görmezden gelir, reddederler.

Kültür doğanın değil, insanın yarattıklarıdır. Sorun böyle konunca, sanatın da emek ürünü, insan emeğinin bir ürünü olduğu anlaşılır. Sanatın özüne dair yapılan tartışmaların altında sanatsal öğenin, yaşamın neredeyse bütün alanlarına girmiş olması yatar. Estetik, kalemden arabaya, sandalyeden mimariye kadar yaşamın her alanında, sanayi ürünlerinde bile etkin olduğuna göre sanatsal yaratının etkisi de bütün bu alanlarda kendisini gösterir. Gerçi sanayi ürünlerindeki estetik ile sanatsal estetik arasında önemli farklılıklar vardır; bunlar özdeş olmasalar bile karşılıklı olarak birbirlerini etkiler, gelişimlerine katkıda bulunurlar.

İnsan kültürünün bir parçası olarak sanat da diyalektiktir; karşıtların birliğini bünyesinde barındırır. Bu da sanatın belirleyici yanı olan toplumsal özünü, diğer yanlarının çeşitliliği ve zenginliği içinde göstermede, açığa çıkarmada etkili olur. Toplumsal bilincin bir biçimi olarak sanat, belirli bir düşünce biçimini yansıtır; sınıfsal olarak yan tutar. Bu nedenle sanatın özünü kavramak, göstermek için onun toplumsal yaşamdaki yerini kavramak, göstermek gerekir. Bu da yetmez. Toplumsal bilincin özgün, tarihsel biçimi olduğuna göre, neyi temsil ettiğini de kavramak, göstermek gerekir.

Açıkça anlaşılabileceği gibi, Marksist estetik ya da estetik bilimi tarihsel materyalist bir yönteme sahiptir; temelinde tarihsel bir varlık olan insanla toplumsal bilinç arasındaki diyalektik ilişki yer alır.

Ancak toplumsal bilinç sadece sanatla sınırlı olmadığı gibi, sadece sanatla da ifade edilmez. Sanat toplumsal bilinç biçimlerinden biridir, daha önce kısaca değindik, toplumsal bilinç biçimleri çok çeşitli ve yaygındır. Politik fikirleri, hukuki görüşleri, ahlakı, bilimi, sanatı, dini ve felsefeyi kapsayan toplumun ideolojik üst yapısı, toplumsal bilinçte ifadesini bulur. Toplumsal bilinç biçimleri burada kendi ifadelerini bulsalar da hem birbirlerinden büyük farklılıklar gösterirler hem de ortak özelliklere sahiptirler. Her biri, insanların manevi dünyalarının yansımalarını ilgilendiren genel yasalara tabidir. Toplumsal bir varlık olan insanın bilinci de verili koşulların, içinde yer aldığı toplumsal organizmanın verili bilinç biçimlerinin etkisi altında şekillenir ve aynı şekilde toplumsal varlık olarak insanın bilinci de toplumsal bilinç üzerinde etkili olur. Tarihsel materyalizm açısından ele alındığında toplumsal bilincin bütün biçimleri bu temel üzerinde biçimlenir. Tarih boyunca bütün toplumsal bilinç biçimlerinin ortak özellikleri, politikadan sanata, hukuktan ahlaka kadar yayılan bu ideolojik üst yapıda kendi ifadelerini bulurlar. Burada karşılıklı olarak her birini etkileyen iki eğilim ortaya çıkar. İlki, verili tarihsel-toplumsal koşullar altında yaşayan gerçek insanların gerçek pratiği içindeki çıkarları tarafından belirlenen, doğaya ve topluma dair somut verilerin birikimi sonucunda oluşan bilgilenme sürecidir. İkincisi, tarih boyunca var olan farklı sınıfların çıkarlarıdır, özellikle aralarında uzlaşmaz çelişki bulunan karşıt çıkarlara sahip karşıt sınıflar arasındaki toplumsal karşıtlıklar ve toplumsal ilişkiler tarafından belirlenen farklı sınıflara ait ideolojilerin ortaya çıkışı ve evrimiyle şekillenen ideolojik süreçtir. Gerçek yaşamda bu iki eğilim, bu iki yan, yani bilgi sahibi olma ve ideolojik şekillenme birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu iki süreç arasındaki farklılıkları açığa çıkarmak, kavramak ve göstermek, konunun ayrıntılı ve titiz bir analizine bağlı olarak gelişen, kendi içinde tutarlı bir teoriyle mümkündür.

Bilimsel estetik esas olarak şu tez üzerinde gerçek ifadesini bulur; sanat toplumsal bilinç biçimlerinden biridir ve yukarıda açıklamaya çalıştığımız iki farklı eğilimin diyalektik birliği burada gerçek anlamına kavuşur. Yani sanat bilgi edinmedir, ama en az bilgi edinme kadar da bir ideolojidir. Birbirleriyle sıkı ilişki içinde olan bu iki yanın çözümlenmesiyle ulaşılacak sentez, gerçek sanatın toplumsal özünü oluşturur. Sanatın işlevi de zaten burada açığa çıkar. İnsanlar dış dünya karşısındaki davranışlarının, toplumsal faaliyetlerinin ve kendi yaşamlarının bilincine sanat yoluyla varırlar. Bu bilinç tarihsel toplumsal gelişmede insanal bir toplumun kuruluşu ve toplumsal kurtuluş hedefiyle verdikleri mücadelede etkin rol oynar.

Diyalektik materyalist yönteme dayanarak sanatın özüne dair çizilen bu perspektif, sanatın işlevini ortaya koyduğu kadar, sanatçının, insanı toplumu ve dış dünyayı daha derin kavramasına yardımcı olarak sanatçının vizyonunu, ufkunu, yaratıcı algıyı güçlendirir; gerçekliği algılamada ve yansıtmada gerçekçi sanatın, özellikle toplumcu gerçekçiliğin yerinin ve rolünün anlaşılmasını sağlar.

Sanat ve Gerçeklik

İdealist burjuva estetik, sanatla gerçeklik arasındaki bağı koparır. Onlara göre sanat yaşamın bir yansıması değil, sanatçının kurgusu, uydurması, fantezileridir; bilinçaltının derinliklerinden çıkardıklarıdır. Çünkü idealizmde her şey maddi olana değil; ideye, düşünsel olana dayanır. Onlara göre her şeyde belirli bir “ide”nin, tanrının somutlanması vardır. Bazıları sanatla gerçeklik arasındaki ilişkiyi kabul eder gibi görünseler bile, onlar için asıl olan sanatla, sanatsal yaratı ile yaşamın anlam olarak birbirinden iki farklı şey olmasıdır. İdealist burjuva estetikte sanat, gerçek yaşamdan ve dünyadan ayrı bir estetik gerçeklik kurar. Bu kurgusal estetikte sanat, gerçek yaşamın hem yansımasıdır hem de değildir. Zira gerçeği gerçekçi biçimde yansıtmaz, burada sanat, “birey’in (sanatçının) kendindeki “ben”i dile getirmesinin aracıdır. 

Gerçeküstücülerden modernistlere, postmodernistlerden post-truth’lara kadar gerçekliği reddeden, “sanat için sanat” diyen bütün sanat akımlarında sanatçının ortaya koyduğu eser hiçbir zaman yaşamın yansıması olmayan bir sanat eseri değildir, olamaz. Çünkü sanat daima yaşamı, yani gerçek, somut yaşamı yansıtır. İlk çağlarda atalarımızın mağara duvarlarına çizdikleri mağara resimleri de, Dadaistlerin resimleri de, Ayzenştayn’ın filmleri de, bugünün uçuk-kaçık bilim kurgu filmleri de yaşamdan, somut olandan hareket eder, gerçek yaşamı, gerçek olanı yansıtır. Ancak bir olgunun yansıması her zaman doğru olmaz. Toplumcu gerçekçilik dahil, gerçekçi sanatla gerçekçi olmayan tüm sanat akımları arasında, yaşamın yansıtılmasında değil, ama bu yansımanın içeriğinde ve biçiminde köklü farklılıklar vardır. İlki, gerçeği gerçekçi biçimde yansıtırken, ikincisi gerçeği hem içerik hem de biçim olarak değiştirip, çarpıtıp öyle yansıtır; bu yansımanın gerçekle alakası kalmamış, ortaya başka bir şey çıkmıştır.

Yaşamın yansıtılması konusunda bütün sanat akımlarını gerçekçi sanat, gerçekçi olmayan sanat olarak iki kısma ayırmak, meramımızı anlatmakta kolaylıklar sağlayacaktır. Bu bir karşıtlıktır; bu karşıtlığı yaratan, yaşama ve sanata bakıştaki ideolojik karşıtlıktır; bunun temelinde ise kapitalizmin bugün geldiği aşamada toplumda var olan, alabildiğine keskinleşmiş sınıfsal karşıtlıktır. Günümüzde artık burjuvazinin atılım çağındaki gibi gerçeği gerçekçi biçimde anlatan romantikler, gerçekçiler, eleştirel gerçekçiler kalmamıştır. Burjuva sanat geldiğimiz aşamada gerçekle olan bütün bağlarını koparmıştır, sanatın yaşamdan bağımsız olduğunu savunmakta, sanatçının topluma karşı sorumluluğunu tamamen reddetmektedir. Gerçekçi olmayan sanat açısından belirleyici olan, yaşamın, gerçek dünyanın çarpıtılması, gerçekle bütün bağlarından soyularak yansıtılmasıdır. Oysa gerçekçi sanat daima gerçeği gerçekçi biçimde gerçeğe uygun olarak yansıtır.

20. yüzyıl büyük altüst oluşlara sahne oldu. İki kez dünya savaşı, önce bir ülkede sosyalizmin zaferi, sonra dünyanın üçte birini kapsayan sosyalist dünya sistemi gerçekleşti. Bu süreçte proletarya kendi sanatçılarını yarattı, toplumcu gerçekçi sanat bütün dünyada etkili oldu. 2. Emperyalist savaş öncesinde ve sonrasında büyük eserler yaratan toplumcu gerçekçi sanatçılar burjuva topluma, kapitalizme, emperyalizme, emperyalist savaşlara ve faşizme güçlü eleştiriler yönelttiler. Bu eleştirilerin yanında antifaşist, antikapitalist mücadele perspektiflerini, kendi hümanizm ilkelerini anlatıp, insanlığın kurtuluş yollarına işaret ettiler. 2. Dünya savaşında Sovyetler Birliği’nin Nazileri, Alman faşizmini yenmesi, faşizmin Avrupa’da bir sistem olarak yerleşmesini de engelleyip, sadece Doğu Avrupa’yı değil, bütün Avrupa’yı, kurtarması, Batı Avrupa ülkelerindeki pek çok sanatçıyı da etkiledi. Bu süreçte Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Albert Camus gibi bazı ilerici sanatçılar önce toplumcu gerçekçiliğe yakın durdular, ama daha sonra varoluşçuluk akımını kurdular. Bunlar gibi, sosyalizmin ve toplumcu gerçekçi sanatın etkisi altında kalan pek çok sanatçı burjuva toplumu ve kapitalizmi çeşitli yönleriyle eleştirdiler. Ama hiçbir zaman toplumcu gerçekçi sanatçılar gibi kapitalizmden ve burjuva toplumdan çıkış yolunu, sorunların asıl çözümünün nerede olduğunu ne görebildiler ne de gösterebildiler.

Varoluşçuluğun en iyi temsilcilerinden biri olan Albert Camus, Sisifos Söyleni (efsanesi)’nde insan yaşamının saçma olduğu sonucuna varır ve bunu şöyle ifade eder, “Gerçekten ciddiye alınabilecek tek felsefi sorun vardır, canına kıyma. Yaşamın, yaşamak zahmetine değip değmediğini bir sonuca bağlamak, felsefenin temel sorununu yanıtlamak demektir.” Yazarı, “yaşamın saçmalığı” sonucuna götüren kapitalizmin yarattığı yıkım ve bunun akıldışı bir biçimde derinleşmesi karşısında insanın çaresizliği ve ölümün kaçınılmazlığıdır. Yazara göre, kapitalist dünya uygarlığının gidişatı öyle akıldışı, öyle saçmadır ki, insan burada eli kolu bağlı hissetmektedir. Bu çaresizlik karşısında yaşamın tek gerçekliği, yazara göre ölümdür. Oysa aynı yazar, Sisifos Söyleni gibi felsefi sorunlara eğilmediği bir başka eserinde, Veba’da faşizmi, sömürgeciliği ve bunlara karşı mücadeleyi anlatır. Ama dediğimiz gibi asıl felsefesi insanın sorunları akıl yoluyla çözemediği, üstelik nasıl olsa er ya da geç öleceği, bu yüzden de yaşamın boş ve saçma olduğu fikri üzerine kuruludur. Bu yaklaşım Albert Camus’da felsefi bir çizgi olduğu için, kapıyı ardına kadar nihilizme açar.

Umutsuzluğu ve yaşamın saçmalığını savunan bir başka örnek Sophie’nin Seçimi’dir. Filme de çekilen William Styron’un bu eserinde Naziler tarafından iki çocuğuyla birlikte toplama kampına atılan bir annenin hikayesidir anlatılan. Dünyanın en vahşi işkence ve ölüm kamplarında Naziler, insanlık düşmanı faşistler Sophie’den iki çocuğundan birini seçmesini, diğerini ölüme göndereceklerini söylerler; seçmezse ikisini de öldüreceklerdir. Sophie’ye bir seçim yapmasını dayatır ve iki yavrusundan birini seçtirirler, ama çocukların ikisini önce gaz odalarına sonra da fırınlara gönderip katlederler. Savaşın sonunda toplama kampından sağ olarak çıkmayı başaran Sophie, çocuklarının ikisinin de katledildiğini öğrenir. Nazi toplama kamplarında çektiği acılara bir de çocukları arasında seçim yapmanın verdiği iç acılar eklenir. Üstelik hiçbirini kurtaramamıştır. Amerika’ya yerleşen Sophie için yaşam artık tam anlamıyla hiçlik, anlamsızlıktır. Umutsuzluk ve acılar Sophie’yi sonunda ölüme, intihara sürükler.

Toplumcu gerçekçi sanat, bu felsefenin karşısına dikilir. İnsanın insanla, toplumla ve doğayla ilişkilerinin insancıl içeriğini, insanal varoluşun anlamını çizip gösterir. Bunun en iyi örneklerinden biri Bruno Apitz’nin eseri Kurtlar Arasında Çıplak’tır. Hikaye yine bir Nazi toplama kampında geçer. Başından sonuna kadar adeta umutsuzluk ve yaşamın anlamsızlığı felsefesini çürütme üzerine kurulmuştur. Auschwitz ve Buchenwald’da SS’ler başta bütün Alman faşistlerinin kana doymaz vahşeti, toplu katliamları, gaz odaları, krematoryumları ve akla hayale sığmaz işkenceleri altında yaşamı savunan bir avuç komünist tutsak insanın ve yaşamın engellenemez zaferine olan inancı, komünizm davasına sadakati ve tutkuyla bağlılığı yaşar, yaşatırlar. Aynı karşı duruşu, umudun ve yaşamın savunuculuğunu Edith Piaf’ın gerçek yaşam hikayesinde de görürüz. Sanatçı Kaldırım Serçesi adıyla bilinen, ismiyle müsemma bir sokak şarkıcısıdır. Özgür ruhlu bir kadın olan sanatçıyı Naziler, propaganda filmlerinde kullanmak için toplama kamplarına, şarkı söylemeye götürmek isterler. Nazilerin propagandaları için bir araç olmamak amacıyla karşı çıkar. Ama Direniş Hareketi (Resistans) gitmesini ve toplama kamplarından kaçırmak istedikleri bazı yoldaşlarının firarına yardımcı olmasını isteyince kabul eder, hayatını riske atarak yaşamı savunur, başarılı firar operasyonlarına katkı sunar.

Modernizmin bir devamı olan sürrealistler, yapıbozumcular, dışavurumculardan sonra, 20. yüzyılın son çeyreğiyle 21. yüzyılın ilk çeyreği arasında ortaya çıkan postmodernistler, post-truth’lar vb. bütün bu burjuva sanat akımlarının ortak özelliği, gerçek toplumsal yaşamın sunduğu malzemelere pek ilgi göstermemeleri ve en alt seviyede bu malzemeleri kullanmalarıdır. Bu durum gerçeğin gerçeğe uygun olarak yansıması yerine, onlara, öznel biçim oyunları oynamaları için geniş bir manevra alanı açmakta; sanatçı hem gerçek yaşamın sorunlarından kaçmakta hem de sanatçının toplum ve toplumsal gelişme karşısındaki görev ve sorumluluklarından sıyrılmaktadır. Bu, sanatın işlevini yerine getirmesini engelleyerek toplum üzerindeki etkisini de zayıflatmakta, dikkatleri yaşamın gerçek ve acil sorunlarından uzaklaştırıp, fındık kabuğunu doldurmayacak meseleleri öne çıkarmaya zemin hazırlamaktadır. Burjuvazinin çöküş döneminde burjuva sanatın gerçek durumu budur. Çünkü burjuvazinin çöküş süreci, her türlü gericiliğe dört elle sarıldığı bir süreçtir. Bu süreçte yaşamın gerçeklerinden ve gerçek sorunlardan kaçışı burjuva gericiliğin, gerici düşüncenin özü, esasıdır.

Burjuva sanatçılar arasında cılız bir akım da, sorunlara biraz daha eleştirel yaklaşmaya çalışmaktadır. İyi niyetli olsalar da, bilindiği üzere cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Kaldı ki, bu iyi niyet bile şüphelidir. Zira bu eleştiri hem analizlerinde hem de çıkardıkları sonuçlarda birçok yönüyle eksiklik ve yanlışlık barındırmaktadır. Bunlar, burjuva toplumun bazı olumsuzluklarını ele almakla birlikte, bunların nedenlerine değil, sonuçlarına karşı çıkmaktadır. Eleştirileri bataklığa değil, sivrisineklere karşıdır. Yani kapitalizme değil, açlığa-yoksulluğa karşı çıkarlar, ya da kapitalizmin enerji politikalarını, çevre kirliliğini vs. eleştirir, onlara karşı çıkarlar. Velhasıl, kapitalizmin bazı sonuçlarına yönelseler, insanlık dışı bir dünyanın görüntülerinin eleştirisini, teşhirini yapsalar bile, tarihsel materyalizmden ve toplumsal çözümlemeden uzak durdukları için eleştirileri hiçbir zaman kapitalizmin, sermayeye dayalı burjuva toplumun yadsınmasına varmaz. “Bu dünya kötü, ama başka türlü de olamaz ki”den öteye geçmez. Bu yüzden bazı sorunları eleştirseler, bu eleştirilerinde iyi niyetli de olsalar bu onları kurtarmaz; onlar ne sanatın özünü ne de toplumsal yaşamdaki gerçek rolü ve etkisini anlayamazlar.

Sanatçı sadece acıları, yoksulluğu, yabancılaşmayı anlatmakla yetinemez. Bu sorunları koyarken, bunların asıl nedenlerini de anlatmalı, nasıl aşılacağını, sorunların gerçek çözüm yollarını da işaret etmelidir. Sanatçının işi fotoğrafçılık, yani yaşamı olduğu gibi çizmek değildir. O, gerçek yaşamdaki sorunları, çelişkileri çizerken analitik davranmalı, sorunların son ve gerçek nedenlerine dek inmeli çıkış yolunu, geleceğini de göstermeyi başarmalıdır. Marx, Din Üzerine çalışmasında, “İlkin tarihin hizmetinde olan felsefenin görevi, insanın kendine yabancılaşmasının kutsal biçimini bir kez ortaya koyduktan sonra, bu yabancılaşmayı kutsal olmayan biçimlerinde de açığa vurmalıdır.” diyor. İşte bu, tarihin akış yönünde eser veren toplumcu gerçekçi sanatın da görevidir. Sanatçı sadece durumu saptamakla yetinemez. Bunu yapmak, sanatçının kendi toplumuna, insanlığın acılarına yabancılaşmasıdır. Gerçek sanatçı, sürece, tarihin akışı yönünde müdahale etmelidir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir