Fyodor, Raskolnikov ve Sanrılar

 

I.

Ne kadar da acıklı bir gündü. Bugün güneş sabahın serinliğine ılık bir huzur getirmeye değil, beni yakmaya gelmişti. Oysa gecenin histerik sanrılarının sabahın aydınlık rüzgarıyla biraz olsun hafifleyeceğini umut etmiştim. Bazı umutlar ne kadar acıklı oluyor… Başka çarem olsaydı böyle beyhude umutlara bırakmazdım kendimi, fakat yaşamaya devam ettiğim sürece her gece bu umuda sarılarak dayanmak zorundayım kabuslarıma. İşte yine geceyi dehşet ve yorgunluk içinde geçirmemişim gibi kalkıp yola koyuldum. Herkesin üstüne basarak yürüdüğü bir gölge gibi süzüldüm insanların arasından. Peki nasıl olur da bir gölge böyle ağır bir yürek taşır? Bilmiyorum…

Bir anlığına arkama dönüp baktım. Kimsenin beni izlemediğinden emin olmak istedim. Kimse oralı değildi aslında ama yine de içimde kımıldanıp duran bir şeyler vardı. Hep böyleydi, ezikliğin ve günahkarlığın temsiliydi varlığım. Bilmediğim bir yerlerim ağrıyordu, tanımlayamadığım bir kabahatim vardı. Yürürken paçalarımdan kan damlıyor mu diye kaçamak bakışlarla etrafı kontrol ettim. Neden bilmiyorum. Kendimi suçlu hissediyordum ama belki de sadece yüreğimin kanayan biçimsiz parçalarını gizlemeye çalışıyordum. Evet, beni kovalayan şey kendimden başkası değildi.

Benim işim düşündüklerimi susmak mı? Konuşacak kimseyi bulamazsam sözcüklerimi toprağa gömerim, üzerine ağaç dikerim; meyvesi acı olur. Kendi ellerimle diktiğim ağacın meyvesiyle kendimi zehirlerim. Keşke konuşabilseydim…

Kendimden kaçarken ona yakalandım. Belki de ben onun peşinden koşuyordum ama fark etmez, bugünden sonra hayat boyu huzursuzluğumun yol arkadaşı olacaktı. Cemal Süreya’nın ne demek istediğini artık anlayacaktım: “1944 yılında Dostoyevski’yi okudum. O gün bugün huzurum yoktur.” Doğru, onun her bir satırı dünyaya zenginlik ve bir o kadar da ıstırap katar.

 

II.

Pis ve kireçli bir yaz kokusuna boğulmuş bir haziran günüydü. Hukuk felsefesi dersinden çıkıp kararsız adımlarla B. meydanından otobüs durağına doğru yürüdüm. Çift katlı otobüsün en ön koltuğuna oturduktan sonra kitabın ilk sayfalarını nedense utanarak çevirdim. Havasız ve pis kokulu otobüsün kasvetini de heybeme koyarak Raskolnikov’un sanrılı dünyasına doğru yola koyuldum. O ise beni çatı katındaki daracık odasında bekliyordu. Altı adımlık bir kafes de denebilirdi bu odacığa. Oturacak yer bulamadım. Raskolnikov’un yerine geçmekten başka şansım yoktu; geçtim. Dostoyevski Raskolnikov’du, Raskolnikov bendim. Yoksulluğun kamburlaştırdığı omuzlarıma baktım, cılız bedenime baktım. Bir iç bulantısıyla uğursuz mutfağın önünden geçip dışarı attım kendimi. K köprüsünden geçerken artık adımlarım daha ağır, daha ürkek, daha şüpheciydi. 

Dostoyevski, babasının ölüm haberini, annesinin ölümünden sonra girdiği mühendislik okulunda almış. Ben de babam öldükten ve Petersburg’a hukuk okumaya geldikten sonra yoksulluğa düşmüş, aç kalmıştım. Açlık… Bir insanı tavan arasından alıp suç mahalline götüren o eziklik duygusu… Ya da insanın kafasının içini suç mahalline dönüştüren bir nevi hastalık… Bu hastalık, sinirlerimi iyice zayıflatıyordu. Gerçek bir insan olmak ne kadar da zordu, etiyle kemiğiyle insan olmak… Ağır geliyordu. İnanacak hiçbir şeyim yoktu, hiç değilse gidecek bir yerim olsaydı… Bir insanın artık gidecek hiçbir yerinin olmaması ne demek anlıyor musunuz? Bazen yüreğimin ta derinlerine uğursuz düşünceler saplanıveriyor…

Boyuna düşünüyordum. Hayallerle avutuyordum kendimi, yani oyuncaklarla. Oyuncaklarımı elimden alsalar öylece kalacaktım ortada. Fakat bu oyuncaklar ileride zehirli bir baltaya dönüşerek hayatımın orta yerine saplanacaktı. Ruhum paramparça olacak, ama ağlayamayacaktım bile…

 

III.

Acaba insanların en çok korktukları şey nedir? Ruhunu ve manevi varlığını kaybetmek olabilir mi? Ki manevi yoksunluklar, bütün maddi azaplardan çok daha ağırdır. Ama ben… İzin vermiyorlar, iyi olamıyorum… Hiçbir şeyim yok. Bir metelik bile etmeyen gümüş bir saatim var sadece, yoksulluğumun acı tablosunu tamamlayan. Bu değersiz eşya, kin dolu gözleri ile küçük sivri burnunun altındaki biçimsiz ağzından kötülük akan, temmuz sıcağında bile evinde o çirkin kürküyle oturan kara kuru yaşlı bir kocakarıya dönüşüyor birdenbire. Gümüş saat birdenbire tefeci kadının ağarmış, kirli, yağlı saçlarına dönüşüyor. Duygusuzluk, bilgisizlik, tembellik, yeteneksizlik ve hırsızlık o pis vücudunu baştan aşağı sarıyor. Evet, paçalarından kan damlayan ben değilim, pis olan ben değilim, hırsız olan ben değilim. O zaman suçlu olan da ben olmayacağım. Bu asalak yaratığa borçlu değilim, hatta alacaklıyım. Servetiyle değil, canıyla ödemeli bu borcu…

 

IV.

Onu yalnızca yoksulluktan kurtulmak için değil, insanlığı bir virüsten kurtarmak için cezalandırdım. Bir düşünsenize, insanın kendini tanrı gibi hissetmesi, bizzat tanrının bu duyguyu hissetmesinden daha heyecan verici değil mi? Evrende bir yerlerde bir tanrı olmadığını biliyorum, ama o tiksinç tefecinin var olduğu bir evrende cehenneme mutlaka ihtiyaç vardır. Böylelerini cehenneme göndermek suç değil, olsa olsa bir kamu hizmetidir. Hem iyiliksever yasa koyucularımızın hepsi büyük birer kan dökücü değiller midir? Artık ben de onlardan biri değil miyim? Bu olağanüstü insanlar gibi ben de insanlığın çıkarları için dünyadan bir pisliği temizledim. Onlara hak ise, bana değil midir?

Peki ya Lizaveta… Onun ne suçu vardı? Neden içim zevk ve neşe ile dolmadı da titreyerek ıstırap içine gömüldüm? Tefeci kadından çaldıklarımı bir avluya gömdüm, peki ya acıyla kıvranan yüreğimi nereye gömeceğim? Ah, benim bitmek bilmeyen karanlık bir geceyi andıran ömrüm… Uykuyla dinlenemeyecek kadar yoruldum artık. Susamıyorum, yüreğim konuşurken ben susamıyorum. Kafamın içinde adım atacak yer kalmadı ama hala söküp atamıyorum acının kaynağını ve rahatlamıyor içim. Düşlerimi öldürmek istemiyorum, ama düşlerim ölümcül hakikatlere giderek daha çok benziyor. Neyse ki bugünlerde kimse ölümcül hakikatlerden ölmüyor. Bugün yalanlar kalabalık, doğrular yalnız…

 

V.

Olağanüstü bir insan olacağım diye kendimi kandırmışım. Kendimi yasa koyucu, yasa koyucuyu olağanüstü sanmışım. Ben ve hüsnükuruntularım… Ben ve sanrılı kafam… Ben ve zehir zemberek hislerim… Yaşamın kaynağı kin değil, sevgidir, biliyorum. Ama yaşlı kadının kini benim aracılığımla bir baltaya dönüşüyor, bunu değiştiremiyorum. Hayatımı çalıyorlar ve elimden bir şey gelmiyor, kardeşim Dunya bile benim için onurunu hiçe sayıp kendini feda etmeye kalkıyor. Başka ne yapabilirdim ki? Bu kini bir baltayla parçalamaktan başka ne yapabilirdim? İşte karşınızdayım, suçluyum. Ama yine de paçalarından kan damlayan ben değilim…

 

 VI.

İşte bizim Raskolnikov. Olanca gücüyle çarpmakta olan kalbimi elimle bastırarak sakinleştirmeye çalışıyorum. Duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyenlerin devrinde yaşayan binlerce Raskolnikov’dan biri miyim? Bu yüzden mi ruhumda cinayet işlemişim gibi bir ağırlık var?

“Onu yıkacak gücüm olmasa da, önümde duvar var diye ona boyun eğecek değilim” diyorsun ama duvarı yıkamayacağını baştan kabul ediyorsun. Duvar yıkılmaz değil, sadece yalnızsın. Ben gölge değilim, sadece yalnızım. Sen huzur bulduğunu sanarak kendini kandırdığın derin bir bataklıktasın. Çık oradan, çünkü o çok korktuğun acılar bilincin kaynağıdır. Kan dökücülere dönüşmüyor, onları elinde baltanla bekliyorsun…

Önsöz Dergisi 53.Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir