İyi akşamlar arkadaşlar, herkese merhaba. Bugün burada sizlerle birlikte olmak, Lenin’i, devrimi ve sanatı konuşmak çok anlamlı ve güzel.
Lenin, işçi sınıfının mücadele bayrağında adı her zaman en öne yazılan, devrimle özdeşleşmiş, tarihsel bir kişiliktir. İşçi sınıfının sosyalizm düşünü gerçeğe dönüştürmüş bir lider olarak, yüzyıldır anılmayı hak eden devrimci bir önderdir.
Lenin bir Nisan günü İsviçre’den Rusya’ya doğru trenle yola çıkarken, Petrograd tren istasyonunda o kadar büyük bir kalabalığın kendini bekliyor olacağını biliyor muydu, bilmiyoruz. Ama yıllardır uğruna sürgün yaşadığı, tüm yeteneklerini adadığı devrim onu çağırdığında, hiç tereddüt etmediğini biliyoruz. Sürgünlük yıllarında hep devrim için ve bir gün devrim çağırdığında hazır olabilmek için yaşadı. Tüm hayatı devrimin saatine ayarlıydı. Tren garında binlerin karşısına çıktığında yükselttiği slogan “Yaşasın Sosyalist Dünya Devrimi” düşlerinin büyüklüğünün simgesiydi. Düşlerinin büyüklüğü kadar, bir devrim meydana geldiğinde, bunun ne olduğunu anlama ve yeterli olup olmadığına karar verebilme öngörüsüne de sahipti. O kesintisiz bir devrim mücadelesinden yanaydı. Her yeni uğrak biliyordu ki insanlığı gerçek kurtuluşa biraz daha yaklaştıracaktı. İşte Lenin’i Lenin yapan bu gücüydü.
O, Şubat devrimi haberini alır almaz, emperyalist dünya savaşı tarafından yol açılan ilk devrimi büyük bir coşku ile selamladı, ama bu ilk devrimin sonuncu olmayacağını belirterek, emekçi halkları, partisini, yoldaşlarını ikinci evreye hazır olmak için uyardı. Gerçekten 1905 ve Şubat ile yaratılmış olan sürecin Ekim Devrimine doğru evrilmesi ve gerçek bir proletarya diktatörlüğü ve işçi devletinin kurulması, Lenin’in asla uzlaşmayan kararlı duruşunun sonucuydu.
Lenin, herhangi bir konu üzerine teorik çalışma yaptığında önceliğini her zaman devrimin ve pratik hayatın ihtiyaçlarına göre belirlemiştir. Marx ve Engels’te olduğu gibi Lenin de sanat konusu ele alınırken, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine, devrim ve sosyalizm mücadelesine katkısı, toplumları ileriye taşımaktaki rolü, görevi ve sorumluluğu üzerinden bakmışlar ve böyle değerlendirmişlerdir. Bu açıdan sorunu ele aldığımızda, bilimsel maddeci estetiğin kurucularının bıraktığı miras için genel olarak şöyle cümlelerle karşılaşmışsınızdır: “Sistemsel olarak ortaya konulmuş bir estetik öğretisine rastlanmaz.” Tartışma burada kalır ve sanki ustalar bu alana hiç dokunmamış, sanatçıların ve estetikçilerin daha sonradan ele aldığı bir konuymuş gibi değerlendirilir. Halbuki bunun böyle olmadığını Marx, Engels ve Lenin’i biraz incelediğimizde görüyoruz.
Marx ve Engels’in kendi öğrencileri ile izleyicileri bile, hocalarının belirli bir estetik düşünce sistemini geliştirememiş olduklarını sanmışlar, bilimsel maddeci estetik çalışmalarının ilkin kendi genel felsefi öğretileriyle birlikte başlamış olabileceğini düşünmüşlerdir. Marx’ın değil Plehanov’un bilimsel maddeci estetiğin kurucusu olduğunu sanmışlardır. Eserler Rusçaya çevrildikçe Engels’in çalışmaları Rusça okundukça, bilimsel maddeci estetiğin temellerinin Marx ve Engels tarafından atılmış olduğu açıkça ortaya çıkmıştır.
Bilimsel maddeciliğin yaratıcıları, Baumgarten, Kant, Çernişevki, Tolstoy gibi estetiği özel alan olarak ele alan herhangi bir yazı bırakmadıkları gibi, Schelling ya da Hegel gibi de estetik üstüne baştan sona işlenmiş herhangi bir yapıt kaleme almadılar. Ancak buna rağmen başlıca noktalarını kendi çeşitli yazı ve mektuplarında dile getirdikleri üzere, uyumlu ve kendi içinde tutarlı bir estetik görüşler sistemini geliştirmişlerdir. Bunlar da şöyledir:
- Toplumda estetik bilinç ile sanatsal kültür ile toplumsal mücadele arasındaki bağlantı sorunu
- Kapitalist bir toplumda toplumcu bir sanatın gelişmesi sorunu
- Toplumcu kesimlerin çağdaş burjuva sanatın çeşitli akımlarıyla olan ilişiği sorunu
- Klasik sanat mirasını değerlendirmenin ölçütü ve toplumcu kesimlerin manevi gelişiminde bu mirastan hangi ölçüde yararlanabileceği sorunu
Bu sorular, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başları arasında bilimsel maddeci kuramcılar tarafından toplumsal ilerici hareketlerin somut gelişme koşulları içinde taşıdığı öneme göre ele alınmıştır. Bizim de bugün bu sorulara cevap aramamız, 21. yüzyılda üretilen eserler üzerinden değerlendirmeler yapmamız, toplumsal mücadelenin gelişimi açısından önemlidir.
Lenin’e baktığımızda da onun, Marksist estetiğe katkı sunma anlamında özel olarak ele aldığı bir çalışması yoktur. O başta da söylediğimiz gibi, devrim ve sanat ilişkisi üzerine durmuş, sanatın devrime, toplumsal gelişmeye ve toplumsal hayata nasıl müdahale edeceği, sanatın görevinin özellikle de edebiyatın görevinin ne olacağı üzerine kafa yormuştur. Lenin’in eserlerini okuduğumuzda, kocaman bir edebiyat dünyasına sahip olduğunu görürüz. Kendinden önceki Rus edebiyatını iyi özümsemiş, Rus edebiyatının yazarlarını sevmiş ve bunların geleceğe aktarılması için özel çaba sarf etmiş iyi bir okurdur. Aynı zamanda da o eserleri kendi politikasına kendi teorisine yoldaş yapmıştır. Menşeviklerle, Sosyalist Devrimcilerle yürüttüğü tartışmalarda Gogol’un, Tolstoy’un, Gorki’nin, Şedrin’in eserlerinde yarattığı karakterleri eleştirisinin nesnesi haline getirmiştir. Gorki onun için şunu söylüyor, “Düşüncesi tıpkı bir pusula ibresi gibi emekçi halkın sınıf menfaatleri yönünde dönerdi.” Bu anlamda Lenin’de emekçilerin, işçi sınıfının çıkarları dışında bir şeyi bulmak mümkün değildir. Ve şu konuda da çok emindir Lenin, devrimsiz bir sosyalist kültür olmaz. O nedenle de sosyalist bir kültürü yaratmanın, işçi sınıfının kültürünü ve sanatını yaratmanın, ancak onun toplumsal alt yapısını hazırlayarak olacağını çok iyi bildiğinden bütün enerjisini, bütün aklını, yüreğini ve toplumun bütün unsurlarını devrime katılmaya çağırır.
1905’ten 1917’ye, aydınlar ve sanatçılar bu çağrıya çok güçlü katıldılar. Rusya’da aydınların aristokrasiyle Çarlıkla olan sorunlu ilişkisi Dekabristler ve Narodniklerle başlamış, geleceği çarın ortadan kaldırılmasında görmüşlerdir. Rus aydınları her zaman toplumun ezilenlerinden yana olmuşlardır. Mücadele örgütleri kurmuşlar, sanatsal örgütlenmelerde bir araya gelmişler, her tür yolla çarlığın halk üzerindeki baskısını teşhir etmeye çalışmışlardır. Herzen’in söylediği gibi “Siyasi hürriyetten yoksun bir halk için edebiyat, öfkesinin ve vicdanının çığlıklarını duyacağı biricik kürsüdür.” Rus aydınları bu kürsünün sözcüleridir. Güçlü bir aydın geleneği vardır Rusya’da.
Ekim Devrimi sonrası Proletkült adında bir hareket çıkar. Devrimin coşkusu ve heyecanı içindeki bu sanatçılar, geçmişle olan tüm bağları koparmak isterler. Geçmişten alınacak bir şey yoktur onlar için. Lenin bu harekete karşı ciddi bir ideolojik savaş yürütür ve şöyle seslenir, “Biz hangi mirası reddediyoruz?” Evet, yeniyi oluşturabilmek için bir şeyleri reddetmek gerekir, ama neyi reddettiğimiz, neyi harcımıza kattığımız önemlidir. Toplumların değişim dönüşüm dinamiğinde geçmişten alacağımız mirasların da olduğuna özel vurgu yapar. Geçmiş Rus edebiyatına sahip çıkar. Her şeyi reddeden Proletkültçülerin yaklaşımını ciddi şekilde eleştirir. “Bizim sahip olduğumuz geçmiş bir edebiyatçılar kuşağı var, Tolstoy’dan Gogol’dan, Çernişevski’den öğreneceğimiz çok şey var. Çok şey kattılar onlar. Evet, onları kendi tarihsel koşulları içerisinde ele almak gerekir, eksiklerini de ortaya koymak gerekir ama onlar olmasaydı bizler olmazdık.” diyen bir yaklaşıma sahiptir. Lenin aynı zamanda “Teori gridir dostum, ölümsüz hayat ağacı yeşildir.” der. Hatta Devlet ve Devrim’i yazarken bile “devrim deneyiminden geçmenin, devrim hakkında yazmaktan daha güzel ve daha yararlı” olduğunu söyler. Sokakta hayata geçen bir devrim varken, onun içinde olmayı onu yazmaktan daha değerli görür. Lenin her zaman devrimin, sosyalizmin pratik sorunlarına çözüm bulmak için teoriye başvurmuştur. Parti ve örgüt sorunları ve geleceğin nasıl kurulacağı, onda daima pratik bir sorun olarak karşılık bulmuştur. Ve yarattığı araç, yani Leninist Parti, gerçekten yapıcısının damgasını taşır. Onun sadeliğini, sarsılmaz gücünü, tutarlı kararlı tek bir hedefe yönelmişliğini yansıtır. İşte bu kararlılık, bu tutum onun devrim mücadelesinde Ekim Devriminin yaratılmasında ve yüzyıldır tarihe damgasını vuran bir lider olmasında önemli payı olduğunu düşünüyoruz.
Sempozyumun adı işte tam da bu nedenden dolayı “Lenin Yüzyılı” oldu. “Ölümünün 100. Yılında Lenin” demedik. İkili bir yanı olduğunu düşünüyoruz. 20. yüzyıla damgasını vurmuş, ilk işçi iktidarı ve devletini kurmuş ve yüzyıl Ekim Devrimi ve Lenin ile başlamış. 90’lı yıllarda karşı devrim dalgasıyla birlikte başlayan süreci de yenilgi olarak adlandırmıyoruz. Kapitalist dünya sosyalizmin yarattığı değerleri, onun aklını, ekonomik alt yapısını, kültürünü yok edebilmek için bugüne kadar çok uğraştı. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, sosyalizmin değerlerini ve yarattığı gerçeği ortadan kaldıramıyorlar. Bu anlamda da bir yüzyıllık gerçeğiz sosyalist dünya olarak. 21. yüzyılına ayaklanmalar yüzyılı dedik, dünyanın her yerinde toplumlar hareketli, ayaklanma halinde. Ve milyonlarla sokakta süren bir hareket var. 3. Dünya savaşının içindeyiz ve bu savaşın daha büyük boyutlara gelmesiyle ilgili yeni durumları konuşuyoruz. İzliyoruz. Filistin’de görüyoruz. Ukrayna’da görüyoruz. Sosyalizmle kapitalizm arasında, işçi sınıfıyla burjuvazi arasında, emperyalist dünyayla yoksul emekçi halklar arasında süren bir savaşım var.
- Yüzyıla damgamızı vurabilmek için gerçekten Lenin gibi ve Lenin’le birlikte yola çıkmış tüm Bolşevikler gibi, devrim hareketine katılmış olan öncüler gibi mücadele etmek gerektiği ortadadır. Lenin’in dediği gibi: “Sanatçılar en öne”. Gerçekten mücadelenin en önüne geçme zamanıdır. Sanatçılar, kültür yapıcıları, geleceğin hayalcileri, düşçüleri ve geleceği kurmaya aday olan insanlar olarak sanatı göreve çağırmak, en öne çağırmak gerekiyor.
Amacımız Lenin övgüsü yapmak değil. Bir gerçeği hatırlamak ve hatırlatmak. Lenin gerçekten sanatın ve sanatçının yoldaşı olmuş, onlara yol göstermiş. Gorki ile olan ilişkisi buna örnektir. Siyasal hayatın bazı kritik anlarında kafası karıştığında, Gorki Lenin’i daima yanında bulmuştur. Lenin ona gerçekten bir yoldaş olmuş ve birlikte çok güzel şeyleri yaratmışlar. Lenin, Gorki’nin Ana romanını okuduğunda, “tam zamanında çıkmış bir kitaptır bu”, der. Estetik açıdan nedir, bir edebiyat eseri olarak nereye düşer, dili ve anlatımı nasıldır diye bakmaz. Bunları bilmediğinden, anlamadığından değil, çok yüksek sanat bilgisine ve zevkine sahiptir ama, onun için o anda önemli olan, bu romanın topluma ne kattığıdır. Hatta devrimden sonra, işçi sınıfı iktidarı kurulduğunda birçok sanatçı, yazar, kitaplarını çıkarmak ister, burada da Lenin “faydacı”dır. Gerçekten toplumu ilerletecek olan sanat eserlerini, üretimlerini sınırsız olanaklarla donatmak gerektiğini düşünür. Kendi iç dertleriyle uğraşan bir esere de toplumun bütün kaynaklarını kullanmanın gereksiz olduğunu çok açık bir şekilde söyler.
Son olarak “fayda”dan bahsederken konuya ufak bir katkı daha yapmakta fayda görüyorum. Sunumum içinde aktarmayı çok gerekli görmediğim bir tartışma olan “sanatın kim ve ne için yapıldığı” konusu burada da sorulduğu için kısa da olsa açma gereği duyuyorum.
“Sanat sanat için mi, yoksa toplum için midir?” sorusu duyulduğunda, genellikle zamanı geçmiş ve çok eski de kalmış ve bitmiş bir tartışma gibi gelir. Sanat camiasında da tu-kaka ilan edilmiş konulardan birisidir. Oysaki, hiçbir zaman güncelliğini kaybetmemiş bir tartışmadır. Sosyalist bir dünyanın kuruluş döneminde şimdiye dek egemen olan burjuva kültürün yerine proletaryanın kültürünün yaratılması önemlidir. Sanat, tarih boyunca yaptığı yürüyüşte insana yoldaşlık etmiş, onunla birlikte yürümüştür. Yeniyi kurmak isteyenler açısından sanat-toplum ilişkisi belirleyici tartışmalardan birisi olmuştur. Egemen sınıflar ise egemenliklerinin devamı için sanatı, bilimi, felsefeyi kendi kontrolü altında tutmaya özen göstermiştir. Ezilenleri, emekçi sınıfları ve geleceği kurmak isteyenleri önemli bir güçten yoksun bırakmak istemiştir. Her tür diktatörlüğün her tür köleliğin, her tür faşizmin, her tür baskının gericiliğin karşısında dimdik durmayı sanat ve edebiyat başarmıştır.
İşte tüm bunlardan dolayı, toplumsal değişime katkı sunmakla görevli bir işlevi var sanatın. Bu işlevden dolayı da tarihin kritik anlarında ve dönemlerinde sanatçılar toplumsal gelişmenin, siyasal tartışmaların dışında, üstünde ve ötesinde değildir. Sınıflar üstü değildir.
Hangi konuyu tartışıyorsak o konuyu, -bu bir sanatçı, bir birey, bir toplumsal hareket, bir sanat akımı olabilir- kendi tarihsel koşulları içerisinde ele alıp değerlendirmek ve ona göre tanımlamaları yapmak gerekir. Lenin’in bir makalesi vardır, “kahrolsun partisiz edebiyat” diye. “Bunu duyanlar, şöyle bağırıyorlar, talimatlarla üretim yapan, parti kararlarıyla sanatsal eserlerini şekillendiren askerlersiniz sizler. Bağırmanıza gerek yok.” der Lenin ve devam eder “Bizim istediğimiz böyle bir şey değil. Biz sadece sanatın ve sanatçının işçi sınıfının ve emekçilerin yanında bir taraf olması gerektiğini ve bu taraflılığını da hangi sanatı yapıyorsa, hangi akımla, hangi biçimde üretiyorsa bunun en iyisini yapması ve bu mücadeleye katılmasını istiyoruz.”
Toplumcu gerçekçilik bir dönem biçim tartışması olarak algılanmış ve biçimi darlaştıran sanatın kendi olanaklarını darlaştıran, kabalaştıran tartışmalar halini almıştır. Ama ustalar bu konuda yol gösterici olmuş ve izin vermemişlerdir. Sosyalist gerçekçilik, toplumcu gerçekçilik bir biçim tartışması değil, bir içerik tartışmasıdır. İçerikte ise şimdiye kadar ortaya konulmuş olan burjuva estetiğin, burjuva kapitalist dünyanın değer yargılarının, yaşam biçiminin ve hayatı algılayışının güzellemesinin yapıldığı edebiyatın, sanatın, sinemanın yerine işçi emekçilerin dünyasını, onların değerlerini, yeni toplumun yaratacağı değerleri ortaya çıkaracak, o günün insanını tüm yönleriyle tüm çelişkileriyle ortaya koyacak eserlere ihtiyaç vardır. Bunu en kapsamlı şekilde sanatçıların ele almasına ihtiyacın olduğu söylenip tam bir özgürlük sunulmuştur. Cenker’in sinema üzerine dediği gibi, 20 yaşındaki gencecik sinemacılara Sovyet iktidarı her tür olanağı sunmuş “şımarıkça” bir sürü denemeler yapmalarına fırsat vermiştir. Yine Cenker’in dediği gibi sinemada şimdiye kadar uygulanmış çekim teknikleri ile ilgili ne kadar bilgi varsa, çoğu o dönem Sovyet sinemacıları tarafından temelleri atılmıştır. Yaratılmış büyük bir değer var.
Sanatçıların, toplumsal hayatın neresinde durduğu çok önemlidir. Bugün 21. yüzyılda Rus edebiyatına, Sovyet edebiyatına ait eserler, filmler üniversitelerde, kendine “demokrasinin beşiğiyiz” diyen ülkelerde yasaklandı. Bir kez daha yakıldı, bir kez daha vahşice yok edilmeye çalışıldı. Ama gerçeklik ile böyle istediğiniz gibi oynayamazsınız. Kimsenin tarihin biriktirdiği gerçeklikleri bir kararla, kararnameyle, aldığı bir ambargo kararıyla yok etmesi mümkün değildir. Onlar yaşamaya ve toplumun geleceğini kurmada görevlerini yerine getirmeye devam edecektir.
Asla eklektizme, dar kalıpçı yaklaşımlara düşmeden bugünün insanını, geleceği kuracak olan insanı bütün çelişkileriyle anlatacak, geleceğe umutla bakan üretimlere ihtiyaç var. Çünkü umutsuzluğun yeşertildiği bir çağ. Kapitalistler geleceğe baktıklarında kendi yok oluşlarını görüyorlar ve onu estetize ediyorlar. Bizler ise geleceği aydınlık görenler olarak eserlerimiz, üretimlerimiz gerçekten bunun tüm renklerini yansıtan şekilde olmalıdır.
Bir diğer soruya cevap olarak şunları söylemek isterim. “Aristo feodal sınıfın temsilcisi, onun felsefesini yapar. Goethe de egemenlerin eserini yazıyordu.” gibi bir yaklaşım ortaya konulmuş sorularda. Her sanatçıyı ve eseri kendi döneminde değerlendirmek gerektiğini ortaya koymuştuk. Aynı zamanda da her eserin hangi toplumsal sistemde, hangi sınıf çelişkileri içinde ve nerede durduğuna bakmak gerekir. Emin olun, geçmişten bugüne kadar gelebilmiş Shakespeare, Goethe, Dante, Aristo, Platon kendi dönemlerinin sınıfsal ilişkileri içinde, o dönemin gerçekten ileriye doğru gitmesi için katkı sunmuş, eser üretmişlerdir. Egemenlerin ortaya koyduğu yaklaşımlara eleştirel yaklaştıkları için, bugüne kadar gelebilmiş ve binlerce yıl insanların başucu kitapları olmayı başarmış eserleri yaratabilmişlerdir. Tüm klasik eserler, bugüne kadar gelmeyi başarabilmiş felsefi yazıtlar, gücünü bulundukları çağda toplumsal çelişkilere, toplumsal değişime katkı sunmuş olmaktan alır. Onlar egemenlerden yana değil, onların işledikleri günahları evrensel düzeye çıkarıp mahkûm eden eserler ortaya koymuşlardır.
Felsefenin de bir tarihi var. Düşüncenin kendi iç evrimi ve tarihi var. Bu tarihin içinde bir yerlere oturtmamız gerekir. Köleliğin olması gerektiğini iddia eden bir felsefeciye nasıl ileri diyebiliriz, diye düşünülebilir. Kendi toplumsal koşullarında sınıf çelişkisi içinde köleliğin varlığını kabul eden bir durumda olabilir. Ama onlar düşünce tarihinin içinde dünyayı anlama ve kavramada daha ileriye, insanlığı daha aydınlığa doğru götüren yeni görüşleri ortaya koymuş ve tartışmışlardır. Bilim, felsefe, sanat ve toplumsal hareketin kendisi, biriktirerek ilerler. Biriktirerek ilerlerken de bugüne kadar gelebilenler, gerçekten o karşılıklı sınıf çatışması dediğimiz olgunun hangi toplumsal sistem olursa olsun, kölecilik, feodalizm, kapitalizm o gerçeklikte ezilenin yanında yer aldığı için bugüne gelebilmiştir. Tolstoy’u, Victor Hugo’yu bu nedenle okuyoruz. Dante’yi, Goethe’yi bu nedenle okuyoruz. Orada başka bir şey var. İnsana dokunan ve insanı geleceğe taşıyan başka bir şey var.
Kapitalizme kadar sanat üzerine olan tartışmalar “Sanat toplum için mi sanat sanat için midir?” biçiminde olmamıştır. Sanat için başka tartışmalar ön plandadır. Estetik de bir bilim ve bu bilimin kendi iç disiplini var. Kapitalizmle birlikte bireyi yücelten, bireyin her şey olduğu algısı yaratılıyor. Aslında bu birey de kapitalist bireydir, burjuva bireydir. Burjuvazinin dünyası geldi ve burjuva bireyin mutlaklaştırılması gerekiyordu. Ve bunu yaptılar. Sanat sanat için midir tartışması da buradan çıkmıştır. Sanatın ilk çıkışından bugüne toplumla ve insanla ilişkisi üzerine tartışma yürütsek, eminiz ki kendimizi yine toplumsal hayatın içinde buluruz. Bizlerin toplumsal hayattan koparak üretebileceğimiz yaratabileceğimiz bir satır yazma, tek bir kare çekme olanağımız yok. Hepsi hayatla ilgilidir ve hayatla bağı güçlü olan eserler geleceğe de kalacak olan eserlerdir.
Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
Not: Bu metin ile devamındaki iki metin, Lenin Yüzyılı Sempozyumu öncesi düzenlenen çevrimiçi “Lenin ve Sanat” etkinliğinde sunulmuştur.