Madenden

Hasat Zamanı

Germinal, Göz Bağı, Dar Ağacında Üç Fidan ve Gorki’nin Ana romanını okuyarak kendini tanımaya çalışmış bir işçinin kaleminden yazılan “Madenden”, Yeni Dönem Yayıncılık’tan çıktı. 1981 Erzincan Tercan, Gökdere Köyü doğumlu Barış Bulut, 7 çocuklu bir ailenin 5. çocuğudur. 15 yaşında Erzincan’dan İzmir’e ailesiyle birlikte göç eder. Çıraklıktan ustalığa doğru ilerleyen işçilik hayatı, kimi zaman tornacı, kimi zaman inşaat işçisi, çoğu zaman işsiz olarak geçer. O işten bu işe doğru giderken oluşan sınıf bilinci onu Gezi Ayaklanması ile buluşturur. Herkesin kendinden bir şey bulduğu bu ayaklanmaya katılarak baskıya ve sömürüye karşı çıkar. Ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına güvenle en öne geçer. Gezi davaları sürecinde popüler olmadıkları için isimlerini duymadığımız onlarca tutsaktan biridir Barış Bulut. Tıpkı bir başka işçi Ali Ekber Sever gibi… 

Daha önce hiçbir yazı denemesi olmamış bir işçinin kendini tutsaklık koşullarında geliştirmesinin bir ürünü “Madenden” hikâye kitabı. İlkokulu köyde, tek sınıflı bir okulda okur, kalem, defter ve kitaba sahip olamadığı için ödevlerini dahi yapmakta çoğu zaman zorlanan nice köy çocuğundan biridir. Madende kısa bir süre çalışmasına rağmen orada yaşadıklarını, oranın çalışma koşullarını ve zorluklarını unutamaz Barış Bulut. Kalemi eline aldığı zaman da Soma madenlerinin karanlığında ilerlerken baretinden yayılan ışıktan gördükleri dökülür kâğıda… Maden işçilerinin hiçbirinin isteyerek değil başka seçenekleri olmadığı için madenci olduklarını görür. Annelerin, eşlerin, çocukların sevdiklerini her gün madene gönderirken acaba geri gelecekler mi diye nasıl kaygı duyduklarına tanık olur. Kömür ocakları ve termik santrallerin doğaya nasıl zarar verdiğini; taşeron sisteminin ne olduğunu, kapitalizmin kar hırsının nasıl bir kölelik ve ölüm dayattığını anlar. Anlar ve yazar…

Dört renk ayırır yapılan işe göre işçileri birbirinden. Mavi baretliler usta ve çavuştur, yeşil baretliler tesisat ve makine bakımcılar; beyaz baretliler mühendislerdir. Sarı baretliler düz ve yedek işçilerdir. Ahmet de onlardan biridir. Önüne konulur bir sözleşme, hani şu bankalarda konulan cinsten, okunmadan imzalanan, Ahmet de öyle yapar. Sonra bir baret verirler sarı olanından bir de çizme, başkaca da bir şey demezler. Gönderirler hiçbir eğitim vermeden kara elmas diyarına. Üç gün deneme süresi, para yok derler. İlk maaş içerde kalacak, haberin olsun derler. “Peki” demekten başka çıkar yol yoktur. Onu madene götürmek isteyen dayısına işe başlamadan önce sorar, “Dayı, iş tehlikeli mi?” diye. Cevap nettir, “Yok yeğenim, ne tehlikesi…” Madende arkadaşının kopan parmağını ararken kulaklarında dayısının söylediği “Yok yeğenim, ne tehlikesi” sözleri olur. Bu işin fıtratında ölüm var denilen yerde, ayağınıza çivi batması, parmağınızın kopması, kafanıza bir şeyin düşmesi sözü dahi edilmeyecek küçük yaralanmalardır. Utanmak zorunda kalırsın yarandan… 

Barış Bulut soruyor bize, “Kimi suçlayım sence, kim suçlu, çalışan mı, çalıştıran mı, yoksa bizi burada çalışmaya mecbur bırakan mı?” Çocukların dahi sokakta madencilik oynadığı yerdir Soma… Biri çavuş, biri usta, biri düz işçi olur. Doğarsın, büyürsün, madenci olursun ve ölürsün… Ve bir gün öyle bir patlama yaşanır ki artık katliamdır adı, 301 maden işçisini alır aramızdan… Ne de olsa bu işin fıtratında vardır. 

 

Sızılarını Dindireceğiz “İhtiyar Delikanlı”

Evvel Temmuz festivali için hazıklıklarımız sürerken gelen ölüm haberi ile sarsıldık. Haber “ihtiyar” delikanlı ile ilgiliydi. Onca zorlukları büyük bir kararlılıkla aşmış, kanser ile mücadele edip yenmiş Osman heval için, Köroğlu’muz için kabul edilmesi zor bir haberdi. Eşi Ayvaz arıyordu, “Hemen gelin, Osman gidiyor, yetişin!” diyordu. Ama yetişmek mümkün olmadı çünkü hastane yolunda son nefesini verdi. 76 yaşında bedeni dayanamadı ve bu son darbeye. Köroğlu Ayvaz’sız Ayvaz Köroğlu’suz kaldı ve yoldaşları “ihtiyar” delikanlısız… 

Hoşçakal iki gözüm, diyen bir yoldaşının kaleminden dökülen veda yazısı diyor ki: “Onunla ilk nerede ve ne zaman tanıştım şimdi hatırlayamıyorum; ama aklımda kalan bende bıraktığı ilk izlenim, onu herkesin tanıdığı ve tanıttığı gibi “ihtiyar” olmadığı idi. 12 Eylül öncesinden gelen çoğu “eski tüfek”ten çok farklıydı. O da işkenceli sorgulardan geçmiş, faşizmin zindanlarında kalmıştı; ama içinde yanan kor küllenmemişti. Tam tersine öyle güçlü yanıyordu ki, bu konuşmasına hemen yansıyordu. Kozan ellerinde yetişmiş biri olarak Adanalıların birçoğunda görülebilecek koçak tavrından mı böyle acaba diye düşünebilirsiniz ilk anda; ama zamanla onu daha iyi tanıyınca anlarsınız ki, bundan daha çok işçi sınıfı mücadelesi içerisinde örgütlü bir işçi olarak mücadele etmenin, işçi sınıfının yiğit bir evladı olmanın haklı gururudur onu böyle yapan.”

Eşi Ayvaz’ın son günlerine dair anlattıklarını dinlediğim de ise acı kapladı yüreğimi. Yaşamın melankolisini, acısını, hüznünü görmek istemiyorum. Ama olmuyor. Gelip buluyor beni, ölüme saatler kala 70’lik delikanlının sayıklamalarıyla… “Ayvaz, Ayvaz, devrim oldu İstanbul’da, ben oraya gidiyorum” diyen. Tüm bir hayatını devrim ve sosyalizm uğrunda mücadele ile geçiren bir komünistin, gerçekleştiremediği devrimin yarım kalan düşüne bakakalmak… O sayıklamanın altında yatan yarım kalmışlığa ortak olmak… Ve yüklenmek onun düşünü gerçek kılma sorumluluğunu omuzlarıma, omuzlarımıza…

Bir de türkü tutturmuş son yıllarda Osman heval. Mezarı başında dinledik hep birlikte sızlayan yüreklerimizle… “Bu nasıl bir derttir dermanı yoktur / Bedenimde değil ruhumda sızı” Devrim düşünü gerçek kılmak isteyen bir komünistin taşıdığı sızı mıdır?  Bir devrimin gerçek kılınamamasının sızısı, yarım kalmışlık sızısı mıdır? “Görünmez bir yara acısı çoktur / Kurşunsuz, hançersiz, kansız bir yara” Biz de mi göremedik yoksa Osman heval? “Hiçbir tabip buna bulamaz çara” Peki yoldaşların da bulamaz mıydı? “Keşke Mansur gibi çekseler dara” Ancak o zaman mı dinerdi sızın?  “Yeter Nesimi yeter bu feryadın yeter.” Yeter Osman heval bu feryadın yeter, artık bitti sızın… Yaralarını saracak emin ol senden sonra yola devam edenler. Senin bıraktığın yerden bir başkası başlayacak biliyorsun. Bu hep böyle oldu ve sonunda gerçek olacak düşlerimiz. “Başlar yukarı işçi arkadaş/cesaretle yürü” diyen gür sesi her zaman yanımızda olacak. Ne zaman güçsüz hissetsek onun ve onun gibi devrim emektarlarının gür sesi güç verecek bize. Düşü gerçek kılacağız sen rahat uyu Osman heval.

 

Hep 19 Yaşında

Niğde Ulukışla’dan Osman yoldaş ile vedalaştıktan sonra Antakya’ya doğru yola çıktım. Ruhumda sızı… İlk katılacağım etkinlik Ali İsmail için düzenlenecek anma konseri olacak. Amfi tiyatro tıklım tıklım… Saygı duruşu ve konuşmalar ile başlayan anma konseri Moğollar grubunun sahne almasıyla coşkulu bir havaya bürünüyor. Moğollar hüznü yenelim, coşkuyla analım diyor Ali İsmail’i… Haklılar da… Gidenlerin ardından yas tutmak yakışmaz bizlere… Akıl bunu söylüyor ama “yürek anlamaz bu dilden” Emel Annenin yüzü ile karşılaşıyorum bir anda… Sahnedekiler ve salondakiler donmuş, bir ben bir de Emel Anne kalmış sanki… Yalnız yapayalnız… Ve haykırmak istedim o an… Susun… Susun… Susun… Çelenk melenk lazım değil… Sıra neferi uyusun… Yas tutmuyoruz doğru… İstediğim bu değil… Halaylarla, zılgıtlarla, marşlarla uğurlamak gidenlerimizi… Ve anmak onları aynı coşkuyla… Devrimci coşkunun içindeki melankoliyi, hüznü, acıyı görmek istemiyorum. Ama olmuyor. Emel annenin yüzü karşımda… O yüzdeki acı belleğimde… Kalabalık coşkulu, heyecanlı… Herkes gibi Emel anne de ayakta… Herkesten farklı bir yerde ve zamanda… Ve o kalabalık içinde yalnız bir yerde… Bir annenin olabileceği yerde, evladının yanında, Ali’sinin yanında… Bizden çok uzaklarda… Bizden, hepimizden büyük acısı… ve dinmiyor. Dinsin istiyoruz, yüzdeki izi gitsin istiyoruz acının… Ama olmuyor… olmuyor… 

 

Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikayeleri

Murat Özyaşar’ın daha önce yayınlanmış çeşitli yazılardan oluşan Selçuk Demirel’in desenlediği Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikayeleri çıktı. 

“Kayıp heceyi” aramak, onun peşine düşmek… Dünya Ana’nın “kimsiz kaldım kimsiz kaldım, derdime yanan yok” haykırışındaki acının yanında, kimsizliğin, kimsiz diyerek kırılmış bir dille anlatılmasına dikkat çeker Murat Özyaşar. Ve kendi dil serüvenini anlatır bize. Türkçe’nin Kürtçe, Kürtçe’nin Türkçe ile kurduğu ilişkiye dikkatimizi çeker. Ve “Neden Türkçe yazıyorsun?” sorusuna cevap vermeye çalışır “Muhteşem İmkânsızlık” başlığıyla yazdığı yazıda.

“Hep bir yutkunmadan sonra cevap olmaya çalıştım bu soruya” diyor yazar. “Niçin Kürtçe yazmıyorum?” Çünkü “Dünya Ana’nın dilinin kırıldığı 1938’den kırk bir yıl sonra, Diyarbakır’da ‘Dünya soğuktur’ denilen bir dilin içine doğdum. Bu cümleyi duyduğunuzda ‘Aaa ne şiirsel bir cümleymiş bu’ diyebileceğiniz gibi, ‘Ne demek istiyorsun, anlamadım.’ da diyebilirsiniz. Oysa bu cümle hiç de yadırganmaz Diyarbakır’da. Çünkü ‘dünya’ sözcüğü Kürtçe de aynı zamanda ‘hava’ sözcüğü yerine de kullanılmakta. Kürtçe düşünüp Türkçe cümle kurmanın somut ve tuhaf delili. Sözünü ettiğim ne Kürtçesi saf bir Kürtçe ne de Türkçesi pirüpak olan bir Türkçe. Evde konuşulan Kürtçe’ye sızmış Türkçe sözcükler, sokakta ve okulda ise Türkçe’ye bulaşmış Kürtçe sözcükler, sentaks ve gramer…”

“İki dilin birbirine sarmaş dolaş bulaştığı, köksüz, köksüz olduğu için de bir vaat taşıyan, travmatik, kara, karaşın bir dil!” diyor ve bize bir itirafta bulunuyor Murat Özyaşar, “Anadilimin saf bir Kürtçe olduğuna ikna olamıyorum bir türlü, saf bir Türkçeyle yazdığıma ikna olmadığım gibi.”

“Yarılmış bir dil” olarak görüyor anadilini. “Çünkü Dünya Ana’dan el alan bir yarılmış dilin içinde doğdum ben. Melez değil ‘kırma’ demek daha doğru sanki bu dil için.” diyor. İki dil arasında “kimsiz” ve kekeme kaldığını söylüyor. “Yazıya, söze ve dünyaya bu “kimsiz” dil ekseninden bakmak, kalkanımı orada almak, sondajı oraya vurmak, bu derin kuyuya daha fazla eğilmek ve uzun uzun bakmak istiyorum.” Anadili ile ilgili konuşurken yanlış anlaşılmaktan korkuyor yazar. “Aksan değil aksayan bir dil bizimkisi” diyor. 

“Tüm kudretini de bu aksaklıktan alan, muhteşem imkânsız bir dil!” ile tercih veya zorunluluktan öte, dile geldiğini düşünen yazar, bizi bu “kimsiz dil”le Diyarbakır hikayelerine doğru yolculuğa çıkarıyor. Kör Recep’e gidiyoruz birlikte bize Sur’u, orada neler yaşandığını anlatsın diye. “Olanı, olacak olanı en iyi o anlatır çünkü.” Karanlığı en iyi o tanır da ondan…

 

“Sakın Cümlenizi Eksiltmeyin”

Bakur belgeseli yönetmeni Ertuğrul Mavioğlu’nun çağrısı bu. “Film çekene, yazı yazana, hakikatin peşine düşene, sözünü esirgemeyene verilen bu ağır cezalar başkaları ibret alsın diye. Sakın ibret almayın, sakın cümlenizi eksiltmeyin, sakın enseyi karartmayın. Nelerin üstesinden geldik, bu zorbalık da aşılır elbet.” 

Gazeteci Ertuğrul Mavioğlu ile yönetmen Çayan Demirel’in yönettiği, yapımcılığını Ayşe Çetinbaş’ın üstlendiği 92 dakikalık Bir Gerilla Belgeseli: Bakur (Kuzey) nedeniyle yargılandıkları dava ceza ile sonuçlandı. Çalışmalarına 2013 yılında başlanan belgesel 2015 yılında seyirciyle buluştu. Gösterimiyle birlikte hemen ardından yasak geldi. Belgesel 34. İstanbul Film Festivali’nde yarışma dışı kategorisinde gösterilecekti. Ancak İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), belgeselin gösterimini iptal etti. Gerekçe teknik bir nedendi ama asıl neden ele aldığı konuydu. Ardından dava geldi. Batman 2.Ağır Ceza Mahkemesi Mavioğlu ve Demirel’e “terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla 3’er yıl hapis cezası verdi. Ceza yarı oranında arttırıldı. Mavioğlu ve Demirel hakkında yurt dışına çıkış yasağı konuldu. 

Kararın ardından yapılmak istenen basın açıklamasına da engel geldi. Bakur Belgeseliyle Dayanışma Platformu’nun, Beyoğlu Sineması’nda yapacağı açıklama “zorunlu değişiklik” nedeniyle Taksim Hill Otel’e taşındı. Açıklamada, “bu karar hem film yönetmelerinin sanatsal ifade özgürlüğünü hiçe saymaktadır, hem de Türkiye’de üretimde bulunan tüm sinemacılara yönelik doğrudan bir ifade özgürlüğü ihlali ve tehdit niteliğindedir. Sinemacılar olarak özgürce üretme hakkımızın ve de izleyiciler olarak sinema eserlerine özgürce erişim hakkımızın elimizden alınmasına karşı mücadelemizi kararlı bir şekilde sürdüreceğiz.” denildi. 

Belgeselcilerin, toplumun vicdanı ve belleği olduğunu vurgulayan Ayşe Çetinbaş ise davanın hem hukuki rezalet boyutu hem de Çayan Demirel’e özgü başka bir boyutu olduğunu da anımsattı. Bakur filmini bitirdiklerinin ertesi günü Çayan Demirel’in kalbi durur ve 15 dakika çalışmaz. Tesadüfen yoldan geçen bir ambulansla hastaneye kaldırılır ve mucize eseri hayatta kalır. Çayan Demirel artık “Yüzde 99 Sürekli Engelli Raporu” olan bir hastadır. Ona rağmen raporu dikkate almayan mahkeme “yeniden suç işlemeyecekleri yönünde olumlu kanaat oluşmaması, infazdan kaçma ihtimali” gibi gerekçelerle ceza vermekten ve yurt dışı yasağı koymaktan geri durmamıştır.

“İfade özgürlüğü insanı insan yapan esas gerçekliktir.” diyen Mavioğlu, “Bizleri Bakur filminden ceza almış kişiler değil, hakikatin peşinde koştukları için başkalarına da ibret olsun diye ağır cezaya çarptırılmış insanlar olarak görüyorum.” sözleriyle son dönemde yaşanan sosyal medya yargılamalarının asıl mantığını da ortaya koymuş oluyor. 

 

Sil Baştan

İnternette gezinirken çıktı karşıma, daha önce hiçbir kitabını okumadığım Müge İplikçi’nin Sil Baştan adlı romanı. Kitabın dikkatimi çekmesinin nedeni ise yakın tarihimizin bir acısına bakmak istemiş olmasıdır yazarın. “Yazılması gereken bir kitaptı.”, diyor yazar hatırlamak ve unutmak için… Hatırlamak istediği, 10 Ekim günü Ankara Garında yaşanan katliamdır. Unutmak istediği ise yaşanılan acıdır. 

Yazar, fallardaki yalana inanıp değişime inanmayan bir anti-kahraman ile tanıştırır bizi. Nebiye, toz saplantısı olan, farklıya yabancı, her daim haklı olduğunu düşünen bir orta sınıf karakterdir. Başlayıp bir türlü sonunu getiremeyendir. Adım atmaktan korkan ve pişman olandır. Karşısında ise Serin vardır. Adı gibi girdiği yere serinlik taşıyan genç bir kadındır. Başlamaktan korkmayan, adım atmaktan çekinmeyen biridir. Ama Nebiye’ye ve dedikodulara göre; “hem sendikalı hem solcu; hem biraz orta mal hem de Kızılbaştır.” İkisi de öğretmendir. İkisi de kadındır. 10 Ekim geç kalınmış bir buluşmadır onlar için.

Boşluk, sessizlik, ardından çığlık ve gökyüzüne yükselen acı feryatlar… Boş kalmış bir sayfa… Ne denir şimdi, nasıl anlatılır diyen yazarın çaresizliği… 95. sayfaya düşmeyen kelimeler… akla yazılmış bir katliamın tarihi… toplumsal belleğe kaydedilmiş bir anı… Benim bir okur olarak 95. sayfaya düştüğüm kelimeler…

“Hayatın ateşini ve hayatın serinliğini” yok edemeyeceksiniz. 

 

“Her Şey Çok Güzel Olacak!”

Tıklım tıklım bir metrobüs yolculuğuyla güne başladık. Şoförün arkasındaki en ön ikili koltukta oturuyoruz. Tatlı mı tatlı iki kız çocuğu ve yanlarında baba epey bir zorlanarak bizim koltuğun yanına kadar yaklaşabildiler. Ama kızlar ayakta durmakta zorlanıyor. Baktık birbirimize ve ikimiz de aynı anda “isterseniz gelin kucağımıza birlikte yolculuk yapalım” dedik. Biz babaya baktık baba da kızlarına… Kızlar da hiç itiraz etmeden kabul ettiler teklifimizi.

Adın ne, kaç yaşındasın, okula gidiyor musun soruları ile başladık sohbete. Babaya dönüp bakmamıza gerek kalmadan sürdü sohbetimiz. Bir ara baba söze karıştı: “Her şey çok güzel olacak!” Seçim dönemi ve sonrasında toplumun bir kesiminin neredeyse selamlaşması, kimlik tanımlaması haline gelmişti. Baba da o amaçla konuşmasına bu cümle ile başlıyordu zaten. 23 Haziran günü kızının ne kadar heyecanlı olduğunu, sonuçlar netleşinceye kadar televizyonun karşısından ayrılmadığını, kazandıklarının açıklanması ile nasıl mutlu olduğunu, sevinçten sabaha kadar uyuyamadığını anlattı. Ertesi gün metrobüs durağına geldiklerinde, kızının yine kalabalık olan metrobüs durağını görünce büyük bir hayal kırıklığı ile “Hani baba her şey çok güzel olacaktı. Metrobüsler yine kalabalık!” sözü ile ne diyeceğini bilemediğini anlattı. 

Bir çocuğun ağzından dökülen çıplak gerçek tüm bir toplumun beklediğiydi aslında; değişim dediği şeyin daha ertesi gün günlük hayatında bir devrime neden olması, yaşamına değmesi ve onu kolaylaştırması… Ama uyanılan sabah yine aynı ilişkilerin, aynı eşitsizliğin, aynı sömürü sisteminin sabahıdır. Sonuç olarak kim hangi özlemle gittiyse sandığa o özlem orta yerde duruyor. Çünkü özlemi gerçek kılacak diye umut bağlanılanlar doğru kişiler ve doğru adresler değil. Yanınızda doğru kişiler ve doğru adresler yoksa çıkışı olmayan bir labirentte kaybolmak düşer payınıza.

“Her şey çok güzel olacak!” sloganını bir çocuk yarattı. Sloganın sonuçlarını ertesi gün görmek isteyen, gerçeğe çıplak gözle bakabilen yine bir çocuk oldu. Korkmadı “Neden metrobüs hala kalabalık?” diye sormaktan.

Aynı cesareti gösterebiliyor musunuz?

 

Önsöz Dergisi
42.Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir