Nasıl Alabilirler Müziği

Hasat Zamanı

 

Binler alanda… Hep bir ağızdan bir şarkı söyleniyor… Bir halk korosu oluşmuş meydanda… Faşizme inat haykırıyor Victor Jara’nın ölümsüz şarkısını… Stadyumda işkenceyle katledilen bir ozanın türküsü meydanlara milyonların sesiyle işte böyle dönüyor. Venceremos… Kazanacağız… Desde el hondo crisol de la patria… Fırtına yırtıyor sessizliği… Se levanta el clamor popular… Ufuktan bir güneş doğuyor… Ya se anuncia la nueva alborada… Gecekondulardan geliyor halk… Todo Chile comienza a cantar… Tüm Şili şarkılar söylüyor… Venceremos, venceremos…  Kıralım zincirlerimizi… Venceremos… Venceremos… Zulme ve yoksulluğa paydos… Şili’de dün olduğu gibi bugün de halk savaşıyor… Bu savaşta onlara Victor Jara ve ölümsüz şarkısı yoldaşlık ediyor. 

Eduardo Galeano’nun bir anlatısı geliyor aklıma…  Kolombiya ovalarında dolaşan, yortuların vazgeçilmezi harp büyücüsü Mese Figuereda’nın hikayesi… Bir gece, ıssız patikada, hırsızların saldırısına uğrayan sanatçının hikayesi… Hırsızlar saldırıp onu dövmeye başladıklarında Mese Figuereda katır sırtında bir düğüne gitmekteydi, bir katırda o diğerinde harp. Ertesi gün biri onu buldu. Bir çamur ve kan paçavrası gibi patikada yatmaktaydı; canlı olmaktan çok ölüydü artık. Ve paçavra, sesten geriye kalanlarla konuştu: “Katırları aldılar.” Devam etti, “harpı da…” ve derin bir nefes aldıktan sonra güldü; güldü kan tükürerek, “Ama müziği alamadılar.” 

Ve Salvador Allende’nin sesi: “Her şeyimizi elimizden alabilirler ama türkülerimizi alamazlar.”

Bu sözün önemi Latin Amerika’nın yaşadığı sosyal, politik ve ekonomik süreç incelendiğinde daha kolay anlaşılır. Avrupalı sömürge devletleri bu bölgeyi ele geçirmek için sadece ateşli silahları değil kültürel araçları da kullandılar. Sömürgeleştirme sadece zora dayalı olarak değil, aynı zamanda bölge insanlarının bilinci değiştirilmeye çalışılarak da yapılıyordu. Tüm egemenler tarih boyunca şunu çok iyi biliyorlardı, bir halkı ele geçirebilmek için onun kültürünü yok etmeliydi. Ama hiç kolay değildi bir halkın bilincini ele geçirmek. Yeni Türkü akımı işte bu koşullarda doğdu. Yeni Türkü akımının temsilcileri olarak kabul edilen ve aynı zamanda kıtanın çeşitli ülkelerinde bu politik mücadelenin birer parçası olan birçok müzisyen o günlerde yarattıkları eserleri ve yaşamları ile sonraki dönemlere, birçok sanatçıya örnek teşkil ettiler. Bugün Şili meydanlarında onların sesi yankılanıyor hala… Arjantinli Athualpa Yupanqui’nin, Mercedes Sosa’nın, Violeta Parra’nın ve tabii Victor Jara’nın sesi… 

Victor Jara, 1932’de yoksul bir köylü çocuğu olarak dünyaya geldi. Violeta Parra onun öğretmeni oldu. Fabrikalarda, okullarda, sendikalarda, maden ocaklarında ve tiyatrolarda şarkılar söyledi. 60’lı yılların sonunda gelişen Yeni Türkü hareketinin öncülerinden oldu. 

11 Eylül 1973’te sosyalist Allende hükümetine karşı darbe yapıldı. Başkanlık sarayı yerle bir edilerek Allende orada katledildi. Diktatöre karşı mücadele eden Şili halkı Santiago Stadyumuna kapatıldı. Aralarında Victor Jara da vardı. Tarih 13 Eylül 1973’tü…

Stadyuma getirildiğinde yanından hiç ayırmadığı gitarı da vardı. Ve şarkı söylemeye başladı… Sus dediler… Susmadı… Sus dediler… Devam etti… Yavaş yavaş ses yayıldı… Tüm stadyum tek yürek oldu. Her yerden Venceremos sesleri yükseliyordu. Meydan okuyordu tutsaklığa faşizme inat devrimci yürekler… Kazanacağız, diyorlardı… İşte diktatörlerin yıkıldığı andı bu… Zaferin bize ait olduğunun ilanıydı… Tarihsel haklılığa güvendi… 

Elleri kırıldı Jara’nın… Gitarın sesi sustu… Ama Victor Jara’nın ve yoldaşlarının sesini kısamadılar… Ardından dipçikle kafasına vurdular… Jara’nın sesi havanın görünmez yollarından yayılmaya devam etti tüm stadyuma, oradan tüm dünyaya… Victor Jara dudaklarında bir şarkıyla ölümsüzleşti…. “Katırları aldılar, harpı da ama müziği asla” diyenler gibi onun müziği bugün yine Şili sokaklarında yankılanıyor. 

“Gitarımın sesi dünyanın yüreğinden çıkar. Okşar öleni ve yiğidi… O cellatların, paranın ve egemenliğin değil, yepyeni yarınlar için çarpışan halkımın gitarıdır.”

 Evet Victor Jara, gitarın bugünün diktatörü Pinera’ya karşı savaşıyor. Yoksulların ellerinde ölümsüz gitarın ve kazanacağız haykırışın dillerinde…

Evet Victor Jara, Şili’de halk savaşıyor… Ve ilan ediyor; “Neoliberalizm Şili’de doğdu ve Şili’de ölecek.” 

Biliyor musun, Şili sokaklarında bir palyaço dolaşıyormuş, adı Daniela Carrasco… 18 Kasım günü polis tarafından gözaltına alınmış. Ve sonra bir parkın kapısındaki demirler üzerinde cansız bedeni bulunmuş. Oysa sokaklarda güldürdüğü insanların kahkahaları ile dolu her yan…  Tıpkı senin Venceremos haykırışın gibi… Ondan geriye de işte bu kahkahalar kaldı… Nasıl ki senin kazanacağız diyen sesin bugün tüm meydanları doldurduysa, Daniela’nın halkına bıraktığı kahkahalar da her yanda çınlıyor. Daniela adına hesap soruyor kadınlar meydanlarda dans ederek. 

Şilili bir kadın imzasıyla yayınlanan bildiri diyor ki, “Sizlere uzaklardan, Şili denilen bir ülkeden ve kaçırılan, işkence gören ve tecavüze uğrayan bir kadın adına yazıyorum. Size vücudumu sunuyorum, ama atan Şilili kalbi bir yana ayırıyorum. Tüm kanun uygulayıcılar! Beni öldüremeyeceksiniz, tekrar yaşayacağım! İçimdeki kadın Santiago’nun zorbalarına, diktatörlerine teslim olmayacak. Pinochet’nin gölgesi ve sokaklarımızda dolaşan ölüm beni hayal kırıklığına uğratmayacak! Ölüler veya kelimeler… Herkesin kendi dili vardır. Ben bir sokak sanatçısıyım ve benim anadilim Devrim. Mücadele eden tüm kadınlara, gülümseyin…” 

Her devrimin bir dili vardır. Her devrimcinin de… Hiçbir diktatörün gölgesi ve sokaklarımızda dolaşan ölüm bizi ümitsizliğe uğratmayacak… Bunun için söz veriyoruz sana ve Daniela’ya… Birimizin bitirdiği yerde bir başkamız başlayacak şarkıya… Hiç susmayacak şarkılarımız ve kahkahalarımız…

 Nasıl alabilirler ki müziği ve kahkahalarımızı… 

 

Grev… Beykoz Kundura… Metin Yeğin…

Grev filminin setindeyiz. Artık olmayan Beykoz Kundura Fabrikasına kurulmuş set. Genç yıllarının dokuz koca bölümünü zindanda geçiren ve yeni tahliye olmuş bir arkadaşımız da bize eşlik ediyor. Uzattık yolumuzu… Bu arada park yerinden trafik sorununa birçok aksilik olsa da boğazın mavi sularına bakarak yaptığımız yolculuk hepimize iyi geldi. Ayrıca görmesini istedik hücrede yıllar geçiren arkadaşımızın İstanbul’un güzelliklerini, geriye ne kaldıysa artık… 

Grev adında bir filmin çekiliyor olması merak uyandırdı bizde. Film henüz çekim aşamasındayken, Önsöz olarak tanıklık etmek istedik. Ve neden bu kadar geç haberimiz oldu diye de kızdık hem kendimize hem de filmi çeken ekibe… Çekimler için yardımcı oyuncu arayışı ile duyduk filmin adını ilk defa, sonra da Metin Yeğin’in sosyal medyada paylaştığı Gerilla Film yazısı ile… Yazıdan öğrendiğimiz, şaryoyu Bursa’da sanayiden işçiler yapmış. Kolektif emekle yürüyormuş çalışmalar. Ayrıntıları öğrenmek için de çıktık yola Beykoz Kundura Fabrikasına doğru…

Beykoz Kundura da İstanbul’daki tüm diğer fabrikalar ve arazileri gibi özelleştirme denilen talan politikalarıyla büyük sermayeye peşkeş çekilmiş, yok pahasına satılmıştı. Kimisi hastane, kimisi üniversite, kimisi cafe olarak kullanılıyor şimdi. Mafya filmlerine, dizilerine mekan oluyor bir çoğu da… Beykoz Kundura da film platosu olarak kullanılır olmuş. Koca bir platoya dönüşmüş Beykoz Kundura Fabrikası, işçileri oyuncu da olsalar bir grev filmiyle yeniden ağırlamış. Kim bilir nasıl şenlenmiştir o gün… Tıpkı eski günlerdeki gibi bayraklar ve flamalarla doldurmuş kadın işçiler Beykoz Kundura’yı… 

Navigasyon bizi epey bir dolaştırdıktan sonra bir park yerine bıraktık aracımızı. Fabrika sahil tarafında onu biliyoruz ama tam konum hakkında bilgimiz yok. Sorduk bir esnafa bize “şöyle aşağı doğru inin” dedi. Başladık büyükçe bir parkın içinden yürümeye. Güvenliklerin beklediği kapıdan girip çekimlerin olduğu yere doğru yürüdük. Eski İstanbul sokaklarına benzer evler konumlandırılmış sağa sola… Uzaktan sesler gelmeye başladı… Sese doğru yöneldik. Eski zaman kostümleri içinde insanların ortalıkta dolaştığı bir çekim anına denk geldik. Sessizce geçtik bir kenara başladık izlemeye… Bir sokak çekimi yapılıyordu. Hastane önü… Etrafta kurulmuş tezgahlar… Yürüyen, alışveriş yapan insanlar… Hastane önüne yaklaşan tahtadan eski zaman aracı… Bir kadın… Ölü mü? Hasta mı? Sonra yeniden aynı sahne tekrar tekrar çekiliyor. İlk kez bir sette çekim anına tanık oluyorum. Emek yoğun bir çalışma…

Metin Yeğin ile röportaj için bekliyoruz günün sonunu… Ve ilk sorumuz… “Grev filmiyle biz Metin Yeğin’i bir yönetmen olarak göreceğiz herhalde… Grev filmi, filmin hikayesi, nasıl yola çıktığınızı kısaca anlatabilir misiniz?”

“Şimdi şöyle bir şey söyleyim size, adı neden grev? Geçen gün bir fabrika sahnesi çekiyorduk.  Dışardan arkadaşlar da gelmişti. Sadece bizim arkadaşlar yoktu. Yardımcı oyuncu olarak kadın arkadaşlar da gelmişti.  ‘Kaçınız işçi’ diye sordum. Neredeyse hepsi kaldırdı elini. ‘Kaçınız greve katıldı’ dedim. Hiç kimse kaldırmadı elini. Esas hikaye bu işte, ve o nedenle adı grev… Mesela 80’lerde çekseydim bu filmi adı ‘grev’ olmazdı, ‘başak uzarsa’ falan gibi bir şey olurdu herhalde.”

Söyleşi sürekli bölünüyor. Çekim sonrası malzemelerin toparlanması, ertesi günlerin sahnelerinin planlanması, şehir dışından katılanların uçak organizasyonları gibi birçok konu ile Metin Yeğin’e sesleniyor arkadaşlar. Telaşlı bir akşam vardiyası çıkışı gibi… Yorgun ama güzel bir iş yapmış olmanın huzuru var gözlerde… Metin Yeğin cevap veriyor bir o soruya bir bu soruya… Sonra da geçiyor bizim sorumuza…

“Olmayan bir şeyi yapıyoruz biz” diyor. “Belgeselleri yaparken herkes bir yerlerden sponsor bulur. Ama bu mümkün olmuyor her zaman. 200’e yakın belgeselim var. Kurmaca filmlerim var. Bekleseydim bunlar çıkmazdı. Alternatif bir şey yapmazsanız işinizi yapamazsanız. Bazen soruyorlar bize ‘bütçeniz nedir’ diye. Bizim bütçemiz dayanışmadan, birlikte olmaktan ve insanların soluklarından oluşuyor. Grev filmi de böyle bir film olacak.”

“Sponsorlar olmadan sanat da yapılabilir diyorsunuz” sorusu bir gülüşle karşılanıyor, “Yapılır elbette ama keşke olsa, reddetmeyiz tabii ki. Ama bunu söylerken de kendimizi küçümsemiyoruz. ‘Bu filme çok emek harcamışsınız, yoklukta içinde, parasız pulsuz çekmişsiniz’ gibi bir cümleyi kabul etmiyoruz. Biz iddialıyız, çok iyi bir film yapıyoruz. ‘İyi emek harcamışsınız’ diye başlayan cümleleri şimdiden kabul etmiyoruz. Ortaya çıkan filme göre değerlendirilmek ve eleştirilmek istiyoruz. Bu film farklı bir film, bir grev öyküsü… Türkiye’de kaç tane grev filmi yapıldı? Gerçek bir grevin kurmaca öyküsü… Bu filmin ayrı bir yanı da var. Bu filmde Ermeniler ve Rumlar bir gerçek unsur olarak, öğe olarak ortaya çıkıyor. 1910’lara kadar 1 Mayıslar kutlanıyor, grevler oluyor. Sonra ne oluyor da 1960’a kadar hiçbir grev yok. Bir TKP var. Peki nereye gitti bu insanlar. Grevler, 1 Mayıslar, sınıf nereye gitti. Asıl mesele bu. Soykırım sadece insani açıdan değil, işçi sınıfı mücadelesi geleneğini de yok etti. Her açıdan aykırı bir film hem konusu hem de örgütlenişi açısından. Bu filmden hiç kimse para almıyor. Kolektif yapıyoruz. Ve herkes bu filmin ortağı…”

“Grevin hikayesi nedir?” Ayrıntı vermeden bir kaç cümle ile cevaplıyor Metin Yeğin sorumuzu. “1910’da Bursa’da İpek işçilerinin grevi. Bir genel grev. Bursa’da yaşanan bir genel grev. İpek kadın işçilerinin bir aya yakın süren genel grevi. Tabii ki bir kez daha söylemem gerekiyor ki gerçek öyküden esinlenen kurmaca bir film bizim yaptığımız.”

Başka ayrıntı istiyoruz, hikaye istiyoruz filme dair ama alamıyoruz. “Vakti değil hele bir vakti gelsin yine görüşürüz” diyor yönetmen. Ve başka bir soru yöneltiyoruz. 

“Sizin kurmaca olarak bu ilk filminiz mi?” D filmini yaptım, firar anlatan. 89 Metris firarı… Beş Kadın bir başkası… Beni insanlar parça parça biliyor. Kimi yazar, kimi belgeselci. kimi de ev yaptığımı biliyor. Ben devrimciyim. 12 yaşımdan beri bu böyle ve dünyanın değiştirilmesi gerektiğine inanıyorum. Borges’in bir öyküsünde vardır. Eline bir avuç kum alır ve hava atar çölde. Der ki, ben dünyayı değiştirdim. Biz de bu film ile dünyayı değiştiriyoruz aslında. İyi oyuncularımız var. Pelin Batu, Orhan Alkaya, Tansel Öngel. Başka sürpriz oyuncularımız da var onu söylemiyoruz. Biz dünya çapında iyi bir film yapıyoruz. Bekleyin.”

Peki bekleyelim. 

Eskiden bir fabrika olan alanda bir grev filmi çekiyorsunuz. Ne hissettiniz, sorumuza ise: “Türkiye’nin en değerli arazisi, ilk özelleştirilen yerlerden birisi. Teselli bulmaya çalışırsak bir grev filmi çekiyoruz. Grev filmine ev sahipliği yapmış olmasıyla belki de bir intikam alıyoruz. Başka türlü bir film yaptığımızı düşünüyoruz. Örgütleniş biçimiyle, örgütlenmeyi özellikle kullanıyorum tesadüf değil bu kelimem, hazırlanış biçimiyle, iş bölümü ve hiyerarşi biçimiyle… Bu platoda birçok film çekiliyor. Elinde kablo taşıyan bir yönetmeni geçin 3. 4. asistan göremezsiniz burada. Hiyerarşi var. Toplumsal hiyerarşinin çok fazla yansıdığı bir yer burası. Biz gerilla film yapıyoruz. Diğer setler düzenli ordular gibiler, generalleri var, komutanları var. Biz ama gerilla tarzı yapıyoruz. Travenyen’in bir sözü var: ‘Tanrı bana deha verdi. Geliştirmem için yoksulluk verdi’ der. Bu tür filmler yapacağımız ilklerden olacak. Daha da gelecek arkası. Senaryo benim. Kaynaklardan, arşivlerden yararlandık. Ama kurmaca özünde. Ermeni işçiler, Rum işçiler var. Bu temel gerçeklik. Bir sürü anlamda başka türlü bir şey yapmaya çalışıyoruz.”

Biz de merakla bekliyoruz filminizi… “Bugün daha fazla bilgi alamayacağız sizden anladığım kadarıyla” diyerek bitirdik söyleşiyi. Biz evimize doğru yola çıkarken Metin Yeğin de seti toparlamak için arkadaşlarına doğru gidiyordu. Yolları açık olsun… Kadınların ana unsur olduğu bir grevi izlemek hepimize iyi gelecek. 

 

“Aynı sokakları birbirimize değmeden yaşamışız. Şimdi bulduk!”

Önsöz TV için program yapmak amacıyla iletişime geçtik Sibel Öz ile. Ama programının yoğunluğu nedeniyle buluşmayı gerçekleştirmemiz aylarca mümkün olmadı. Sonunda Kadıköy’de bir kafede buluşmak için sözleştik. Konumuz edebiyattı. Sibel Öz’ün son çıkan kitabı ‘En Çok Seni Bekledim’ üzerine sohbet etmekti isteğimiz. Kadıköy’de buluşmak için ben Avcılar’dan o Beykoz’dan çıktık yola… Oturduk güzel bir kafenin bahçesine ve ‘merhaba’ dedik birbirimize… Sonra biz kendimizi 90’lı yıllarda bulduk ve bir daha çıkamadık oradan. Edebiyat üzerine yapacağımız sohbet, aslında bir yazar olarak Sibel’i besleyen ırmaklar ile beni besleyen ırmakların bir denizde buluşması gibi olmuştu. Çoğaldıkça çoğaldık konuşurken. Ve ne kadar tanıdık olduğumuzu anladık. Aynı kuşaktandık. Ayrı yollardan aynı amaç için yürümüştük. 

Tanışmadan önce öykülerini okuduğumda da hissettiklerim bunlardı aslında. Çünkü Sibel’in öykü evreni bizi buluşturan o ortak değerlerin insanlarıyla doluydu. Sibel’den önce öykülerini ve öykülerinde ete kemiğe bürünen, onun tabiriyle, bizim mahallenin insanlarını sevdim. Bir de en çok Sibel’in öykülerindeki sürprizleri… ‘En Çok Seni Bekledim’ öyküsünde yaşadığım sarsıcı etki hala üzerimde… Öykü ve roman değerlendirmelerim genelde uzun uzun anlatımlara döner. Hani neredeyse sevilmeyen film anlatıcıları vardır ya filmin sonunu söyleyen, bazen kendimi öyle hissederim. Sibel’in öykülerine bunu yapmayacağım çünkü büyünün bozulmasını istemiyorum. Sibel Öz ile okuyucu arasına bir anlatıcı olarak girmek istemiyorum. En Çok Seni Bekledim ve Serçeler Ölürse üzerine biraz durmak, oradan Yokuş Yukarı İstanbul’a doğru yola çıkmak istiyorum.

En Çok Seni Bekledim, “Unutmanın acımasızlığına hayat dendiğini” bilmeyen çocukların hikayesi… Bir büyüme hikayesi ve büyüdükçe yitirdiklerimize, çocukluğumuza ağıt ve içindeki o çocuğa verdiği sözü aklından hiç çıkarmayanlara bir vefa gibi sanki… Ya da bir saygı duruşu gibi… 

Serçeler Ölürse… 11 öyküden oluşan kitabın beni en çok sarsan öyküsünün de adı… Bu kitapta “Ayaklarım hayallerimdir benim. İstedikleri yere giderler” diyen Lena’yı ve İlyas’ı bulacaksınız. Onlarla birlikte Fırtına Vadisine gideceksiniz. Vildan ile bir otobüs yolculuğuna çıkacak, terk etmek, terk edememek nedir üzerine düşüneceksiniz. Serçeler Ölürse’de Arkadaş Kahvesini, Cihan’ı ve Remzi’yi tanıyacaksınız. Arkadaş kahvesinde kesişen yolların onları nerelere kadar ulaştıracağını göreceksiniz. Remzi’nin sağ elinin serçe parmağına ne olduğunu merak edecek, peşine düşeceksiniz Cihan ile birlikte… Mahallelilerin Komünist dediği Remzi’nin hikayesi… 1979’a yolculuk… Remzi’nin olmayan parmağının sırrına… 

Yokuş Yukarı İstanbul… Kan kokuyor kitaplarımız… Paramparça kelimeler… Ankara katliamında yitirdiklerimize saygıyla… Yazar, arkadaşlarım dediği Erol Ekici ve Tekin Arslan’a ithaf ederek başlıyor İstanbul yolculuğuna… Yatılının Son Günü… Beykoz… Hasan Amca… Onun ortadan kayboluşuyla başlayan serüven Taksim’e Gezi’ye çıkan yol… “İstanbul’un kenarında bir kasabaydık, bizi zorla şehir yapmaya çalışıyorlardı.” Susmak ve fabrikaları yok edilen Beykoz’a ağıt gibi sözler… “Terk edilmiş eski fabrikalar gibi, Paşabahçe Cam gibi, Beykoz Deri Kundura gibi, Tekel gibi susuyorduk… Bir zamanlar sabahları oluk oluk işçilerin aktığı ölü mahalleler, bir zamanlar neşeyle adımlanmış ıssız yollar gibi susuyorduk. Kapısını bacasını otların, dikenlerin sardığı Şişecam fabrikasının ağladığını, inlediğini duyuyorduk geceleri, uykularımız bölünüyordu. Bir gece de dümdüz ediliyordu Tekel fabrikası, koca moloz bir gece de taşınıyordu. Çocuklarımıza göstermek için fabrikanın molozlarının bile fotoğrafını çekememiş oluyorduk. Kitaplar ilk buhar makinesinin İngiltere’de falanca müzede saklandığını yazıyordu, biz susuyorduk koca fabrikayı bir gecede çalıp götürdüklerini söyleyemediğimiz için. Kalbimiz değil ellerimiz ağrıyordu. Rakıyı şişelere dolduran, o şişeleri imal eden, deriden ülkenin en güzel kundurasını üreten ellerimiz… Babamızdı o fabrikalar, gerisi yetimlik, sahipsizlik, gözden çıkarılmışlık… Sonra bir baktık, kitaplardan, filmlerden de çıkmış fabrikalar. Sanki hiç olmamışlar gibi… Arada sırada filmciler geliyor, bizim boş fabrikalarda çekimler yapıyorlardı. Mafyanın gizli kapaklı buluşmaları, çatışmaları bizim fabrikalarda geçiyordu. İşte o zaman içimiz acıyordu, kopuyorduk filmden de şimdiki zamandan da… Uyandığımızda kendimizi kahvede buluyorduk.” 

‘Beton kimin icadıysa toprakta yatmasın derdi yaşlılarımız…’ Betona karşı başlamıştı ağaçlara sarılan insanların isyanı… 

Yokuş yukarı Tarlabaşı’ndan Taksim’e çıkacak, sonra Küçüksu’da geçmişe bir yolculuk yapacak, Kandilli’nin Hakkı Beyi ile tanışacak ve insanın isterse nasıl kendini gizleyebileceğine şaşarak göreceksiniz. Ayrıca kendini kandırmanın gözlerini gerçeğe kapatmanın ne kadar kolay olduğuna tanık olacak, belki de kendinizle yüzleşeceksiniz. Oradan Hasan’ın adımlarıyla yokuş yukarı Gülsuyu’na çıkacaksınız. Gülsuyu’nun yokuşunu bilen bilir, çıkmak zordur ama bir çıktın mı da manzarasına doyum olmaz. Tıpkı 1 Mayıs gibi Fikirtepe gibi, Bayramtepe gibi sarılmıştır her yandan yükselen gökdelenlerle… Kentsel dönüşüm adı altında yıkım ve talan planlarının merkezleridir. Aynı zamanda buna karşı verilen mücadelelerin… “Bazen insanlar bir devrimin içine doğarlar, bir yasın, bir isyanın.” Hasan Ferit de işte böyle adımlıyor 1 Mayıs’ın, Gülsuyu’nun, Gazi’nin, Armutlu’nun yokuş yukarı yollarını… Dudu anne gözlüyor oğlunun kendine çıkacak yollarını… 

Hasan’dan Halil Usta’ya çıkacak yolunuz… Azıcık söğüt gölgesinin dahi çok görüldüğü bir emekçiye… “Hayatta hiçbir şeyin ustası olmamışken, susmanın ustası olmuş” bir kişiye… Sonra bir anneye çıkacak yolunuz, adı Fikriye ama adından önce anneliği hatırlanacak tüm kadınlar gibi… “Erik Hırsızının Gördüğü Düş” ile Trabzonsporlu Koray ile Suruç’a düşecek yolunuz. Oradan yeniden Trabzon’a, yaslı bir eve, bir koca cami avlusuna götürecek sizi. Oradan sırt çantasına… Oralıların sevdaluk dedikleri… “Sevdaluk derler bizim buralarda, yüreğini sevdaluk sarmış olanların yoldaşı, yol arkadaşı, yastığı evi işte.” Bir annenin oğlundan kalan sevdaluk… İçinden çıkan düşler… Trabzonspor ve bir başka çocuğu mutlu etmek için ayrılan oyuncak ayı… Bir tek annesi anladı onu bir de düş yolcuları… Odamdaki Kavak Ağacı ile Fatma ve Azad’ın öyküsüne çıkacak yolumuz. “Bu öyküdeki kişi ve kurumlar ne yazık ki gerçektir.” notu düşülmüş öyküye… Tıpkı Fatma gibi yanık yaralarından öpmek isteyeceksiniz Azad’ın… Ve “sabun koksa avlu, bahçe kapısına dayalı çalı süpürgesi bile hiçbir şeye mecbur olmamanın kötülük bilmemenin tadını çıkarsa. Hayat orada öylece dursa…” diyeceksiniz siz de… Günlük otu ile oraya buraya sinmiş kokuları nafile silmeye çalışacaksınız… 

Geç bulduk birbirimizi… Ama sanırım bir daha da kaybetmeyeceğiz. Sibel Öz’ü tanımanız dileğiyle…

 

Daha nice 30 yıllara…

Estetik ve Sanat Dersleri Atölyesinde olan arkadaşlarımızla birlikte bir dersimizi Cengiz Gündoğdu’dan almak için İnsancıl’a gittik. Her zamanki masasında önü kitaplarla dolu bizi bekler bulduk Cengiz abiyi… Çok ciddi hastalıklarla boğuştu, inatçı bir mücadele verdi, teslim olmadı. Kalktı ve yine başladı derslerine… İlk estetik derslerini Cengiz Gündoğdu’dan almış biri olarak öğrencilerimi onunla tanıştırmak istedim. 

90’lı yıllarda “İnsani Gerçekçilik” diyerek yola çıkan ve her yana umut salan İncancıl 30. yılında. Bu nedenle gönderdiğimiz mesajı sizinle paylaşıyoruz.

“30 onurlu yıl… Uzun soluklu yürüyüş… Toplumcu sanat için insani gerçekçilik için verilen uzlaşmaz mücadele. Kesintisiz bir kavga… Başta Cengiz abi ve Berrin Taş olmak üzere 30 onurlu yıla emeğini katan tüm yol arkadaşlarımızı selamlıyoruz. Bugün yanınızda olmayı çok istiyorduk ama estetik dersi ile aynı saatte denk geldi. Öğrenci arkadaşlarımız ise ders yapmak istedi. Ben de düşündüm ki Cengiz abi ders ertelemez, onun öğrencisi olan benim de ders ertelemem doğru olmaz. Daha nice 30 yıllara…”

 

Önsöz Dergisi
43.Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir