Aynı yoldan geçecekti yine. Yağmur damlaları otobüsün pencere camından süzülüyordu. Yolculukları sanıldığı gibi dümdüz değildi. Bir damla önce biraz ilerliyor sonra yana kayıyor, biran olsun duraklıyor, yolda kalanlara aldırmadan kendini boşluğa bırakarak hızlanıyor. Yolda başka damlalar ile birleşip güçlenerek akıyor. Son seferinde ise ayrılarak yoluna devam ediyor ama serüveni hep aşağıya doğru. Damlalar iz bırakıyor geçtikleri yerde. Damlaların izini sürdükçe o günlere gitti Metin.
İki gün evvel arkadaşıyla telefonda görüşmüştü. Tekin’in giderek sıklaşan şeker krizinin üstüne bir de kalbinde sıkıntı baş göstermişti. “Ne zaman geleceksin” diye soruyordu.
Metin otobüs camından akıp giden şehre baktı. Hazine Mahallesi’nin yerinde devasa alışveriş merkezi açılmıştı. Oysa beş yıl öncesinin tek katlı derme çatlı gecekondu mahallesiydi. Yine yüzlerce işçi İbrahim Tatlıses üst geçidinde yürüyor, kimisi de geç kalmış adımlarla koşturuyordu. İkitelli Sanayi Sitesini geçince perdeyi sonuna kadar araladı. Yükselen binalarda yine tanıdık “oğul”lardan birinin adı yazıyordu. Bunlar şehrin çoğu yerini parselleyenlerdendi. Adları değişse de icraatları aynıydı; daha yüksek binalar, daha çok servet.
Her şey burada başlamıştı. Burası Ayazma. Otobüs varacağı yere, gelecek zamana gidiyordu. Ayazma’ya baktığında ise geçmişten Metin’in kulağına “taş atan muhabir geldi” diye bağıran çocuk sesleri geliyordu. O seslere dalıp gitti.
İstanbul’da mevsimin adı zemheriydi, günlerden pazartesi. Gri bir günde evinden çıktı Metin. Yerde kar yoktu yağmur da dinmiş, sis sokağın başını görünmez kılmıştı. Köşeyi dönünce elindeki bastonla ninesinin ona doğru var gücüyle koştuğunu gördü. Yüreğinin çarpıntısını bir kenara bıraktı, dönüp arkasına bakmadan koştu. Ninesinin soluğunu ensesinde hissetti. Yetişmiş vurmak için inmesi kalmıştı havadaki elin. Çalar saatin sesiyle yatağından fırladı. Rüyayı neye yoracağını bilemedi.
O gün İkitelli Ayazma Mahallesi’nde gecekondu yıkımı vardı. Metin, Ayazma girişinde asfalt şantiyesinin önünden geçerek tel örgüleri takip etti. Evlerin duvarlarında gecekondu yıkımları ile ilgili çeşitli yazılamalar vardı. Mahallenin içlerine doğru, sağında solunda yıkık dökük harabeye dönmüş evler naylondan ve brandalardan yapılmış tek odalı barakalardı. Biraz ilerledikten sonra devasa Olimpiyat Stadı’nı gördü. Aklındaki soru “Burası İstanbul muydu?” Daha çok bir köyü andırıyordu. Buz tutmuş toprak bastığı yerde eziliyordu. Keresteciler sitesine giden yolda toplanan kalabalığı gördü. Yolun sağındaki yokuşta gazeteciler bekliyordu. Haberi fotoğraflayacak hâkim noktaya güç bela ulaştı. Yolun alt tarafında çoğunluğu kiracılardan oluşan Ayazma halkı barikat kurmuş; yukarı tarafta ise müdahale etmeye hazırlanan yıkım ekipleri, çevik kuvvet polisleri ve panzerler konuşlanmıştı. Dışarıdan geldiği belli olan grupla, saçı sakalı kızıl olan kısa boylu adam konuşuyordu. Emniyet güçleriyle, kiracılardan oluşan birkaç temsilci arasında görüşme gerçekleşti. Anlaşma sağlanamadığı Ayazma halkının barikatları ateşe vermesiyle anlaşıldı. Çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı demeden hep birlikte, yıkım ekiplerine karşı mücadeleye geçtiler. Yaşanan arbede büyüktü, adeta muharebe alanını andırıyordu. İçlerinde bayılanlar oldu, türbanlı bir kadın yerde sürükleniyordu, coplar eylemcilerin başlarına balyoz gibi iniyordu. Bu savaş; evlerini, ocaklarını terk etmek istemeyen gecekonducuların savaşıydı. Ellerinde taş, sopa ve yüreklerinden başka bir şey yoktu. Onları kavgaya sürükleyen çaresizlikleriydi. Çoğu işsizdi, çalışanlar ise asgari ücretli ya da daha az gelirle yaşama tutunamayanlardı. Eldeki imkânlarıyla başka yerde ev tutama ihtimalleri yok denecek kadar azdı. Kargaşada ağzından, burnundan, başından kanlar akanlar, gözaltına alınanlar oldu.
Metin gördüğü manzara karşısında daha fazla dayanamadı. Her şey saniyeler içinde gerçekleşti. Avucunda kanatırcasına sıktığı taşı var gücüyle panzere fırlattı. Bu onun ilk eylemiydi. Uzun boyu, güçlü fiziği olmasına rağmen kavga ettiği dahi görülmemişti. Her şey ansızın, ardını sonunu düşünmeyecek kadar hızlı olmuştu. O taş elden çıkmıştı artık, varacağı yere ulaşmış, ses olmuş, gören olmuş, bilen olmuştu.
Beklenmedik başkaldırının ardından Metin kendini toparladı. Üstü başı çamur içindeydi. Yolda biriken su birikintisiyle pantolonunu ve ayakkabısını sildi. Çok heyecanlıydı. Yüzünde çocuk gülüşüyle geldiği yoldan koşar adımlarla geri döndü.
Metin, merakından uyuyamıyordu. Yaşadıkları gözünün önünden gitmiyordu. Sabah ilk işi Ayazma’ya gitmek olacaktı. Çocuklar onu görür görmez etrafını sardılar. “Taş atan muhabir geldi” diye bağırdılar. Adını çocuklar koymuştu bile. İleride naylonla çevrilmiş barakanın önünde çömelip sohbet eden adamlar onu görünce ayağa kalktılar. Yüzlerinde savaşı kazanmanın verdiği mutluluk vardı. Mavi gözlü kızıl adamı hatırlamıştı, adı Asım’dı. Ağrı’dan göç etmişti. Diğerleriyle de tanıştı. Gözaltına alındıklarında karakolda neler yaşadıklarını anlattılar. Bunlardan biri Erzurumlu Osman abiydi. Ülkücü tabir edilen gelenekten geliyordu, bıyıkları ona göre kesilmişti. Eylem başlamadan kendisine Türk bayrağı sardığını anlattı. Metin tanımıştı onu. Yıkım günü panzerden sıkılan tazyikli suyun şiddetiyle yere yığıldığını görmüştü. Yıllarca oturdukları evlerin yıkılmasına engel olmuşlardı ama yitirdikleri de vardı. Hamit’in hanımı düşük yapmıştı. Hamit; ince, iki metreye yakın boyuyla ağır yürüyen, yüzünden hasta olduğu anlaşılan biriydi. Kocasına inen copları görünce kadın dayanamamış, korkmuş. Bir acı saplanmış karnına. “Yavrum gitme” demiş, “kuzum gitme” demiş. Yalvarmış, yakarmış, dua etmiş. Metin’in yüreği o kadar acımıştı ki nefes almaktan korktu. Nefes alırsa ağlayacaktı biliyordu.
Asım abi Metin’e mahalleyi gezdirmeye başladı. Hamit’in evi Asım abinin üst sokağındaydı. Hamit kapının önünde çömelmiş, kocaman elleriyle yüzünü örtmüş, sessiz sedasız ağlıyordu. Ayak seslerinden gelen birilerinin olduğunu anlayınca, kendisinden beklenmeyen el çabukluğuyla gözyaşlarını sildi. Metin’i hemen hatırladı, gelenleri içeri buyur etti.
Hamit’in eşi yere serilmiş döşeğinden doğruldu, ayağa kalkmak istediyse de ne gücü ne takati buna izin verdi. Üç çocuktan en büyüğü olan kızları, küçük tüpe hemen çay koydu. Hamit ağır ağır konuşurken, Metin tek gözlü barakayı inceliyordu. Kapıdan girdiğinde görmüştü, çocuklar terlikleri dışında giyecek bir çift ayakkabıdan yoksundu. En küçükleri olan kız anlamı olmayan sözcüklerle kendiyle konuşuyor, delik çorabından çıkan başparmağıyla oynuyordu. Ortanca çocukları ise erkekti. Okulu İkitelli Köyiçi’ndeydi. Kendisiyle eşit şartlarda olan Ayazmalı diğer çocuklarla yarı aç yarı tok, çamurlar içinde bata çıka kilometrelerce uzaklıktaki okuluna kış kıyamet dinlemeden yürüyerek gidip geliyordu. Elindeki sayfaları hemen hemen dolmuş defterine odaları, banyosu, tuvaleti, penceresi olan hayalindeki evi çiziyordu. Bu barakada camlar naylon kaplı, çocuklar ise penceresiz kalmıştı. Erkek çocuk arada fotoğraf makinesine gözlerini kaçırarak bakıyor, merakına engel olamadığı her halinden belli oluyordu. Metin durumu fark edince fotoğraf makinesini çocuğa uzattı. Çocuk ilk defa eline aldığı makineyi birkaç kez evirdi çevirdi, vizöre bakıp “bu pencere midir?” diye sordu. Metin cevabı derinliklerde olan soruya güç bela “evet” diye bildi. Sonra duvarda bir damla kadar ince, boydan boya yarılmış, içi paslanmış, küflenmiş çatlağa gözleri ilişti. Çatlak duvarın içinden doğmamış bebeğin çığlıkları sızıyordu. Ses kulakları sağır edercesine yükseliyordu. Etrafındakilere bakındı, çıt çıkmıyordu. Ölüm sessizliği vardı. Neden sonra çatlağın içinden geçerek sesin derinliklerine aktı. Derine indikçe kaybolmaktan, bir adım daha atarsa dönemeyeceğinden korktu. Ev sahiplerinden müsaade isteyip ayrılmak en doğrusuydu.
Metin, keresteciler sitesi istikametine ilerledi. Tek katlı, dış cephesi boyasız, sıvalı evde perde aralanıp kapandı. Yüzünün güzelliğini Ay’ın karasından almış kızı görmesi hepi topu iki saniye sürdü. Sağındaki yokuştan mezarlığın yoluna saptı. Metin yukarı yolda bayrak asılı olan asker birine ait olduğu anlaşılan mezarı gördü. Birkaç adım ötede elinde su şişesi olan orta yaşlı bir kadın mezar taşını siliyordu. Mezarın diğer ucunda yıkım günü gördüğü delikanlı vardı. Bu gencin kendisini tanıdığını anladı. Sonraki karşılaşmalarında adının Ayvaz olduğunu öğrendi. Burada yatan kadının hikâyesini çok zaman geçmeden ondan duyacaktı. Ayvaz, Metin’in yüz halinden konuşamayacağını anladı. Bir baş selamıyla yetindiler.
Taksim’de üniversiteden beri arkadaş olduğu Deniz’le buluştu, olan biteni anlattı. Ayazma’da görüşmek için sözleştiler. Deniz, yitip giden mahalleleri fotoğraflıyordu. Anıdan ziyade bellek oluşturmaktı gayesi. Evvelki yıl bir gecekondu mahallesinde çektiği fotoğrafları gösterdi. “kentsel dönüşümlerde sadece evler yok olmadı ki” diye söze başladı. Objektifinden yansıyan kapı önü sohbetlerini, at arabalarını, parklarda anne babaları olmadan koşturan çocukları, göğü fethe çıkan uçurtmaları, uğruna dövüş edilen misketleri ve nicesini gösterdi. Geçen haftaki görüntülerde yeni bir yaşam alanı vardı ama parkta oynayan o çocukları görebilen olmamıştı. Yalnızca onlar değildi göç eden, değişen; köpekler, kediler, hatta fareler bile.
Metin ve Ayvaz, Ayazma’dan akşam saatlerinde kahvehanede yapılan toplantıdan birlikte çıktılar. İkisi de Taksim’e gideceklerdi. Mahalle çıkışına yaklaştıklarında Metin’in gözü karanlıkta o tılsımlı evi arar oldu, o sıra perdenin çekildiğini gördü. Bu sefer ceylan bakışlara rastlamadı lakin bu kez o fark edilmişti, aradığı bir çift göz perdenin arkasındaydı biliyordu.
Metin’le Deniz hafta sonu ayakkabı, elbise, gıda, oyuncak dolu yardım paketlerini Ayvaz ve arkadaşlarının getirdiklerinin arasına koydular. Barakaları dolaştılar. Çocuk gülüşleri, sevinç çığlıkları karşıladı onları. Kaçak çaya daha fazla dayanamayacaktı Deniz. Ev sahipleri bardağı boşalır boşalmaz çayı dolduruyorlardı. Bu misafire önem verdiklerini gösteriyordu. İçmiyorum demeye fırsat yoktu. Ne zor şeymiş kıtlama şekerle kaçak çayın imtihanı. Bir tane daha içerse ortalığa midesindekileri boşaltacağından korktu. Yok dese de ısrarlar üstün geliyordu. Demliği bitirme işi Metin’e kaldı. Asım ağabeylerden ‘daha gidilecek evler var’ diye kaçarcasına çıktılar. Ayazmalılar anlattıkça Metin ve Deniz konuşmayı unutmuşçasına susuyorlardı. Hikâyeler fotoğraf makinesi kadrajına sığmaz oldu.
Metin ve Ayvaz mahalle dışında da buluşuyor, koyu tartışmaların içine giriyorlardı. Ayvaz son görüşmelerinde Metin’e iki kitap getirdi. Filistin’den döndüğünde kitaplar hakkında konuşacaklarını, başka sefer onu da Filistin’e götürmek istediğini söyleyerek ayrıldı.
Ozan’la Yusuf Ayazma’ya gidip Metin’i buldular. İkisi de tekstil işçisiydi. Ozan’ın üstüne ütücü bulmak zordu. İşe geç kalır, fire verdiği günler de olurdu. Çok iş çıkarmasından ötürü diğer işçilerden fazla ücret alsa da kesilen yevmiyelerden neredeyse borçlu hale gelirdi. Sıklıkla ya iş değiştirir ya da kovulurdu. İkisi de Bayramtepe’de oturuyorlardı. Ayvaz aynı zamanda gazete dağıtımcısı olduğundan erken gitmişti. Meydandaki kahvehanede buluşmaları için ikisini Metin’e yollamıştı, gelen teklifi geri çevirmek olmazdı. Metin’in gözleri, alışılagelmiş şekilde penceredeydi ve aralanan perdeden Gülistan’ın gözlerine varabildi.
Meydan kahvehanesinde Ayvaz’la buluştular. Ozan lafı bir şekilde dönüp dolaştırıp bugünün kendisinin doğum günü olduğuna getirdi. Ayvaz’da, Metin’i de bu sebepten çağırmıştı. Kahvehaneden çıkıp, lisenin önünden geçerek, mahallenin içlerine ilerlediler. Bayiden bira aldılar, daha önce içinde ateş yakıldığı belli olan tenekeye çalı çırpı atarak tutuşturdular. Şişeleri tokuşturup doğum günü kutlamasına başladılar. Ayvaz’ın okuduğu türkülerden sonra Ozan “Kürdün Gelini” türküsünü söyledi. Diğerleri elleriyle tempo tutarak eşlik ettiler. Sıra Metin’e geldi. Şişesinden yudumunu çekti, boğazını temizledi, “İzmir’in Kavakları”nı söyleyecekti ki genç kadın evinin önünden topladığı odunları kucaklayıp ateşe attı. Başka bir kadın elindeki eski püskü elbiselerle aynı eylemi tekrarladı. Birkaç çocuk ellerinde değneklerle yuvarladıkları araba lastiklerini getirip yaktılar. Kim geldiyse ateşin üstünden atlıyordu. Ayvaz, Ozan, Yusuf zafer işareti yaparak sırasıyla kervana dâhil oldular. Kalabalık iyice artıyordu, “Yaşasın Newroz, Newroz Piroz Be” sloganları atılmaya başladı. Metin olan biteni anlamaya çalıştı, 21 Mart’a iki gün vardı. Siren sesleri duyuldu. Çevik kuvvet otobüsleri, akrepler, panzerler görüldü. Anons sesiyle birlikte yanan lastiğin dumanına bir de gaz bombası eklendi. Göz gözü görmüyordu. Molotoflar sağından solundan uçuşuyordu. Yere çakılmışçasına kalakaldı. Kendini ancak toparlayabildi. Kutlama sonlanmak üzereydi. Çok sayıda gözaltı oldu. Doğum gününün bilançosu ağırdı. Ayvaz, Metin’i kolundan çekti, Ozanların yanına götürdü. Koşarak biraz uzaklaştılar, sesler giderek azalıyordu. Tişörtüyle ağzını kapattıysa da, gözleri, genzi yanıyordu Metin’in. Nefes almakta zorlandı, dayanamadı, durdu, büyük bir öğürtüyle kusmaya başladı, biraz rahatlamıştı. Artık koşacak dermanları kalmadı, azıcık soluklandılar. Ayvaz “bu sefer ki portakallı” dedi. Metin gerçekten de kocaman bir portakalı yutmuşçasına, tadı damağında hissetti.
Metin olay yerinden kaçmalarının nedenini sordu. Ayvaz bu tabirin devrimcilere yakışmadığını, “kaçma değil, geri çekilme” diyerek Metin’in sözlerine karşı çıktı. ‘Evet, hepi topu yaklaşık birkaç kilometre geriye çekilmişlerdi’ diye ekleyerek gülümsemeyi de eksik etmedi. Metin yine de gazeteci olarak olay yerinde kalması gerektiğinden yakınsa da, Ayvaz böylesi durumlardaki olası riskleri anlattı. Plaza gazetelerine gösterilen yaklaşımların burada geçerliliği yoktu. İşten atılmanın da ötesinde, gözaltına alınma, tutuklanma ve daha kötü sonuçlarda yaşanabilirdi. Neyse ki Metin mesleğinin getirdiği alışkanlıkla geri çekilirken fotoğraf çekebilmişti. İki tepe geçtiler, sonunda Ozan bitkin bir halde “şu tepeyi de aştık mı Filistin” dedi.
Filistin Mahallesi, bizim çocukların semti. Yoksul kondularına kimleri misafir etmemişti ki. Bazıları gerçek, bazıları hayal ürünü olsa da bin bir öykünün yeniden yaratıldığı yerdi. Kendini gizler, yasaklanır, susar, acıyı saklar, gülmesini gizlemez. Üstüne gidersen kafası çakırlaşır, serseri mayınmışçasına dolaşır nerede patlayacağı belli olmaz. Şakası yoktur belinde gezdirir hırçınlığını, öfkesini.
Gittikleri evde kapıyı Nursel açtı. Ozanların gecekondusu bahçeli, iki odalı, mutfağı ayrı, tuvalet ve banyonun da bir arada olduğu evdi. Biber gazı kokusu onlarla birlikte içeri girdi. Metin daha kendini tanıtmadı ki, Nursel onları tuvalete gönderdi. Ozan büyük kovanın içine su koyup ısıtıcıyı içine attı. Isıtıcı içindeyken suyu kontrol etmemesi için Metin’i uyardı. Tuvaletin damında kapanmayan yerler havalandırma görevi görüyordu. Peşi sıra duş aldılar. Ozan biraz da kızdırmak adına, ablasının uzattığı çorabı “doğum günüm için çorap da alırmış” diye gülerek aldı. Nursel bildiği halde çok üstelemedi, “ne doğum günü, pis kokulu çorabınla burnumuzun direğini sızlatma da” diyerek lafı ağzına tıkadı.
Gece yarısına birkaç saat kalmıştı. Ozan çaydanlıkları eline aldı, Ayvaz da bardaklarla çekirdeğin olduğu tepsiyi alarak bahçe kapısından dışarı çıktılar. Tam karşılarındaki evin duvarının önüne yerleştiler. Duvarda kırmızı boyayla, illegal bir örgütün baş harflerinden oluşmuş devasa yazılama vardı. Ozan, böylesi zamanları kollardı. Mahalleye yeni gelen birisi olmasın sırtını geçmiş zamana yaslar, “eskiden” diye başlar, o günü yaşarmışçasına anlatır, kahramanlık destanları ardı sıra gelirdi. Konducular nice devrimciler yetiştirmiş, nicelerine ne pahasına olursa olsun evlerini açmışlardı. Geçmişi anmayı hakları olarak görüyorlardı. Çünkü burada doğdular, burada yaşadılar ve bu tarihin anlatıcıları da kendileri olmalıydı.
Liseli gençlerin gelmesiyle tartışmalar daha da alevlendi. Bayramtepe’de olay olur da onlar eksik kalır mıydı? Bazıları okullarının yakınlarında olan eyleme iştirak etmişlerdi. Konular arasındaki geçişler o kadar hızlıydı ki, Metin yetişemiyordu. Farklı görüşleri savundukları belliydi ama ortak bir değerde buluşuyorlardı; Devrim!
Eve girip yataklarını serdiler. Ozan, üşümemesi için kendi yorganlarından birini Metin’e verdi. Eski bir kasetçalara yatmadan alışkanlık haline getirdiği karışık türkü ve şiirlerden oluşan kaseti koydu, yorganı uzunlamasına ikiye katlayarak içine girdi. Ayvaz’ın sabah erkenden yola çıkması gerekiyordu, yetişmesi gereken randevusu vardı. Ozan’a yarın işe gidip gitmeyeceğini sordu. “Sanki içimden bir ses geç kalkacağımı, işe gitmeyeceğimi…” cevabından sonra, olurda içindeki sese uyarsa yarın Metin’i mahalleyi gezdirmesini ve Nuray Ana’ya da uğrayıp gelişmeler hakkında bilgi almalarını istedi. Yarın yoldaşla buluşacaktı. Metin onu yıkım günü görmüştü, “tek kollu adam kavgada ne yapabilirdik ki” diye düşünmüştü. Ayvaz’a yoldaşın adını sordu. Ayvaz anılardan cevap verir gibi gülümsedi: “Komutan Fidel manasına geliyormuş”. Metin’in yoldaşla tanışacağı gün yakındı. Ondan öğrenecekti cesaretin korkuyu yendiğini. Üşümemek için yorganına sıkı sıkıya sarıldı. Ayazma’da gençlerle pek karşılaşmıyordu, neredeler, ne yaparlar bilmiyordu. Buradaki gençler merdiven altı atölyelerde, dükkânlarda, kahvehanelerde, sokakta, eylemde, kapı önlerinde… Sessizliği bozan “Nasıl koştum ama” diyen Ozan oldu. Metin’in, “Evet yuvarlanarak bizi geçtiğini hatırlıyorum” cevabı havayı yeniden ısıttı. Kulağına gelen gülüşmeler Nurten’in diğer odadan bağırmasına yetti. “Yatın zıbarın yarın erkenden işe gideceğim”. Gülüşmeleri duyulmasın diye yorganlarını dişlerinin arasına geçirdiler. Kaset çalmaya devam ediyor, odanın içine yayılan şiir geceyi ilmek ilmek dokuyordu. Günün yorgunluğuna teslim ettiler kendilerini. Metin, Gülistan’ı düşledi. Dışarıdaki rüzgârın uğultusunu dinledi. Belki karanlık olur eşikten geçer, sevdiğinin adıyla başlayan mektubu koyar kimseye görünmeden. Bir sevda masalı anlatır, bir türkü tutturur, bir ninni bırakır yastığının altına ve geceden içeri sızarak daldı uykusuna.
Gün Hıdrellez günüydü. Bugün 5 Mayıs’ın 6 Mayıs’a kavuşacağı, evrenin yeniden canlanacağı gündü. Hıdrellez de yakılan ateşin etrafında çember olacak şekilde toplanılır, dilekler tutulurdu; ne de olsa efsaneler böyle buyurmuştu. Eğer ateş bir göz kırpımı kadar kısa sürede önce tek tek renklerinden birine, en sonunda kendi rengine döndüğü vakit iki yıldız kavuşur, ışık saçar etrafına işte o an dilek tutulur. Yalnız düş ve ateş dalıp derinliklerine karanlığına çeker insanı. Geçmişe götürür, girdabına aldığında bırakmaz, hapseder, tutsak eder kendine. Ayazmalılar da toplandılar ateşin etrafında. Her birinin dileği gözlerinde asılıydı. Asım Abi dalıp gitti. Ateşin rengi ilkin gözlerinin rengini alıp mavileşti. “Ölseydi haberi gelirdi, yakalansa haberi gelirdi. Serhat, Serhat” diye seslendi. Kızıl sakalların ilk defa çıktığı çağdaydı. Köyde delikanlıların Serhat’la bir arada oldukları son akşamdı. Onlar da bilmiyorlardı. Köyün dışından gelenler “yarın sabah erkenden” demişlerdi. Akşam vakti toplandıklarında Serhat yoktu. Serhat’ın bir ayağı sakattı, topaldı lakabı. Kendileri gibi koşamaz, kavga edemezdi ama bir eksik oydu.
Ateşin rengi beyaza döndü. Hamit köyün en uzun, en yapılı genciydi. Teke tek güreş tutmaya karşısına dikilecek genç yoktu. İki adamı -bana mısın demez- yere sererdi. O hastalık nereden bulmuştu da iki büklüm etmişti onu.
Demet ellerine baktı, soğuk havada dışarıda leğenin içinde yıkadığı çamaşırlar gibi buruş buruştu. Çamaşırlar ütü vurunca düzeliyordu, ya elleri… Çocukluğunda köyün hemen aşağısındaki kayalıklara gidip, kınalı taşların üstünü tükürükleriyle ıslatıp, küçük taşlarla iyice karıştırırlardı, ellerinin kınası böyle yakılırdı. Saçlarının rengini aldı ateş. Köyün kadınları yukarı çeşmede, kavak ağaçlarının altında halat örüyorlardı. Saman balyalarını, dağdan topladıkları odunları, ağaç dallarını, nehir kenarındaki çalıları yaptıkları iple bağlıyorlardı. Demet’in annesi kızının sarı saçlarını, çerçiden yumurta karşılığında aldığı sarı tarağıyla, öpe öpe, koklaya koklaya uzun uzun taradı. Kadınlardan biri elindeki halatı bir ucu kancalı tahtaya takılmış makarayı çeviriyor, diğeri kurutulmuş çayır otunu arada ıslatarak, alt üst yaparak tamamlıyordu. Demet’in saç örgüsü bitmek üzereydi.
Ateşin rengi sarıdan kızıla çaldı, yanıyordu Cemal amcanın köyü. Zorla alınıp götürüldüğü o geceye gitti. Geceden yadigâr sakat bacağını ovaladı. Elindeki çay bardağına bütün acılarını sığdırdı. Güneşli günlerde kapının önünde minderin üzerine oturur karşı duvarda ki yazıya giderdi gözleri. Köyde yakılmış, burada yıkılmış evleri. Yakan ve yıkan aynı düzen değil miydi?
Gece bile uykuya daldı. Metin’in gözlerinde Gülistan, Gülistan’ın gözlerinde Metin vardı. Yıldızların birlikteliğine şahit olurlarsa kavuşmaktı dilekleri, böyle sözleştiler. Metin Gülistan’ın ay karası yüzünü, esmer tenini, yıldız gibi parlayan kara gözlerini, neredeyse beline kadar uzamış simsiyah kıvırcık saçlarını ilk defa bu kadar yakından görüyordu.
Gülistan’ın omuzlarına örttüğü ağaç motifli şal, parmak uçlarına kadar uzanmış onu adeta sarıp sarmalamıştı. Gülistan çömeldiği yerde elleriyle dizlerini sarmıştı, gözleri ise Metin’deydi. Susarak konuştular bir çift gözle. Sevda sözleri art arda sıralanıp durdu. Ansızın “senin gördüklerin bizim yaşamımız” diye sessizliği susturdu Gülistan. Okunuyordu gözlerinden ciddiyet namına ne varsa. Göründüğü gibi değildi katlanması güçtü yaşadıklarının. Metin aylardır buraya gelmesine rağmen Ozanlarda geçirdiği birkaç gün dışında mahallede gecelememişti. Misafirlik gelip geçicidir. Sadece kendisine ait olmayan odaya yalnızlığını sığdırabilir miydi? Soğuk gecelerde sıcak bir banyo düşlemek ne demek bilir miydi?
Metin’in ailesi İzmirliydi. Anne babası da adını aldığı dedesi gibi öğretmendi. İşten kovulmasıyla geçim sıkıntısı da baş göstermişti. Yıkım gününün akşamı polisler gazeteye gelmiş, yetkililerle olan biten konuşulmuş, bir gün sonra da işine son verilmişti. Bekliyordu fakat bu kadar çabuk olacağını kestirememişti. En sonunda o taşı sadece ötekine değil kendisine attığının bilincine vardı. Her şeye rağmen çevresini gözlemleyecek kadar meraklı, başkalarının sorunlarını görmeyecek kadar köreltmemişti yüreğini. O zor günler geldiğinde yanında sevdalısı olduktan sonra katlanılmayacak acı yoktu. Ne de olsa zor günler gelip geçer.
Gülistan söze nasıl gireceğini bilemedi. Boğazı yandı, yutkunabilse yutkunurdu, neyseki gözyaşı ele vermedi onu. Karşısında dik durmalıydı aşkının. “Ya başına bir hal gelirse, daha geçenlerde fotoğrafını göstermişler bizimkilere. Seni de alsalardı içeri? Korkmuyor musun?” diyebildi.
Gece baskınını, karakolda yaşananları duyunca, artık yeni bir yola girdiğini, durumun ciddiyetini daha iyi kavramaya başladı Metin. Gözaltına alınanlara gösterilen fotoğraflar arasında kendisinin de olduğunu öğrendi. Asım ve Osman ağabeyler, koruma amaçlı komşuları olduğunu söylemişlerdi. Ama korktuğunu saklamadı Metin. Yüreğini serdi Gülistan’ın önüne. Korkuyordu. Sadece bugün değil üstelik, dün de korkuyordu. O sıralar aklı ermiyordu ama ninesine sormaktan korkmuştu. Ninesi bütün gün pencerenin karşısında dalları iki yana uzanmış ağaç dışında yeşilden bir haber çorak tepeye saatlerce bakmıştı. İnsan saatlerce kıpırdamadan, aynı yere bakıp ne düşünebilirdi ki? “Ardı Ovacık” diye mi düşünürdü? Belki de. Önceleri tek tük mektup gelmiş dayısından, hal hatır sorulan. Yıllar sonra mektubun yerini telefon almış fakat tepenin ardına bakmaya devam etmiş ninesi. Bakmak beklemek olmuş “belki şimdi çalar, bizimkilerdir arayan, kapanmadan yetişmeli” diye beklemiş. O telefon çalmaz olmuş, sesi duyulmaz olmuş. “Bizimkiler olsa başka türlü bir ezgi dolaşır evde. Ağıdı eksik yengemin. Yeni gelin gitmişim daha, yaşım on beş var yok, arkamdan söylemiş. ‘Yeni gelin, yeni gelin ben senin ardından çok ağladım’ diye”. Yıllar geçtikçe unutmuş telefonun sesini, annesinin babasının sesini unuttuğu gibi. Aklında bir tek görüntü kalmış belli belirsiz, kız kardeşi kucağında daha kırkı çıkmamış, yerde boylu boyunca uzanmış annesinin babasının gözleri onların saklandıkları yere çevrilmiş. Bir ağacın gölgesine sığınmışlar, görünmez olmuşlar, kaybolmuşlar. Saatler geçmiş, gün devrilmiş, Gule’nin feryadı dinmemiş. Ana kucağından hasret kalışına, ana kokusuna, memeye kavuşma arzusuna ağlamış, susmamış. Ceviz ağacına emanet etmiş Fatma nine kardeşini. Köylerinde yardım isteyecek tek bir insan kalmamış, hayvanlarıyla beraber toprağa sarılmışlar. Kuşlara yalvarmış, taşlara merhamet dilemiş, yaban keçilerinden yardım istemiş, ‘Ya Hızır’ demiş ‘bir avuç süt Gule’ye’. Fatma nine o tepeye her baktığında ağzında iki kelimelik türküsü saklandığı yerden çıkarmış. “Neredesin Gülistan” dermiş. Sonra tekrar saklarmış o ağacın gölgesine kimse kıymasın Gule’ye diye.
Metin denizine akan ırmaklar gibi, toprağa atılmış tohum gibi, meyvesini verecek tomurcuk gibi bıraktı kendini. Yarın ne olacağını, nelerle karşılaşacağını bilmiyor, seziyordu. Ya geçmişi? İşte ona aşinaydı, nerde görse tanırdı. Gazeteci olma düşünü engelleyecek ne varsa ondan korkmuştu. Her şey gözlerinin önünden akıp geçti. Şimdi Gülistan’a bakarken sessizliğini ateşe teslim etti.
Bir olmak için “biz” eşiğinin üstünden adımını atmaktan başka yolu kalmadı Metin’in. “Biz” dedikleri korkunun üstünü örtebilir miydi? Evet! İçe kapanma, korunmak, kollamak, güvendi ardındaki gerçeklik. Yoksa dayısı “ne de olsa bizden, hem kurtulur kızcağız” diyerek gelin vermezdi yeğenini Metin öğretmene.
Doğrudur herkes kendini sarıp sarmalayan elbiseleri giyer. Elbiseler dar gelmeye başlayınca üstünden çıkarır. Çünkü çıkarmayanın üstünde paralanır. Osman abi bayrağın ardına saklanmıştı, dokunulmaz sanıyordu. Kara çarşafın onu koruduğunu zannetmişti Asım abinin eşi. Korkuyla yüzleşmek için güvenli alandan çıkması gerekiyordu Metin’in.
Ateşin çemberinde düşe dalanlar uyanmadılar uykusundan. Geçmiş onları girdabına sürüklemişti. Yalnız Metin ile Gülistan yenik düşmediler düşe, bırakmadılar kendilerini sarhoşluğun susamışlığına. Onların düşü güneşin doğuşuna, yarınlara gebeydi. Ateş döngüsünü tamamladı, yıldızlar kavuşmaya kollarını açtı. Biliyorlardı şimdi yıldızlar kavuşacak. Dilek dilemenin vakti gelmişti. Ayağa kalktılar, ateşe doğru yürüdüler, kaldırmadılar başlarını gökyüzüne, ayırmadılar gözlerini birbirlerinden. Ateş yanmaktaydı, ateş yanmaktaydı gözlerinde, ateş yanmaktaydı yüreklerinde. Gülistan biliyordu bu ilk buluşma, son vedalaşma. Bir nefes bile geçemezdi aralarından, öylece sımsıkı sarıldılar. Ateş ve yıldızlar dileksiz kaldılar, yavaşça karanlığa gömüldüler.
Metin akşam üstü gelebildi Ayazma’ya. Asım abilere gitti. Çay içip, neler yapacakları hakkında konuştular. Asım abi ve eşi kendi aralarında genellikle anadillerini konuşuyorlardı. Metin gide gele birkaç kelime öğrense de söylenenleri vücut dilinden anlamaya çalışıyordu. Asım abinin yüzünün kırmızılaşmasından bir şeylerin canını acıttığı belliydi. Metin’e döndü. Tercüme yapmak zorunda hissetti kendini, yanlış anlaşılmak istemiyorlardı. Metin, yüce gönüllü insanlar karşısında utancını saklamadı. Ayrılırken Asım abinin eşine iyi akşamlar anlamına gelen “şevbaş” dedi. Karşılığında bir el uzandı, aralarındaki ön yargılar kırılıyordu. Emek ve güven değişimin anahtarıydı. Tokalaştılar. Uzanan el dostluğun, kardeşliğin eliydi.
Yolda Osman abiyi gördü. Selamlaştılar. Osman abi sabah erkenden kalkmış, evinin etrafını temizlemiş, ardından mezarlığa gidip askerin mezarına su dökmüş, dua etmiş. Ayvaz ve arkadaşlarını epeydir görememişti. Papatya bırakan yoktur diye diğer mezarı temizlemeye koyulmuş, toprağı ıslatmış, kuşlar içsin diye kanallara su doldurmuş, yol kenarından mezara dolan taşları, çöpleri ayıklamış. Hâlbuki gençliğinde Osman abinin solcularla çok kavga ettiğini onun ağzından dinlemişti. Evlerinin yıkılacağını duyunca eski arkadaşlarının yolunu tutmuş, yardım istemiş, eli havada kalmıştı. Sıkıntılı günlerde solcular yardımlarına koşmuştu. Düşman gördüğü komünistlerin kendilerine yiyecek, elbise, ellerinden ne geldiyse o kadar el uzattığını etrafındakilere yüksek tonda, yumruğunu sıkarak anlatır olmuştu.
Metin sabırsızlanıyor bir an önce Gülistan’ına varmak istiyordu. Gülistan’ın evine giden yolda birbirini kovalayan adımlarla yürüdü. Pencere açıktı, perde kendini rüzgârın esintisine bırakmış ileri geri salınıyordu. O ceylan gözlü sevdiği ne zaman perdenin arkasından çıkıp gelecek diye bekledi. Karıncalar yüklerini taşıyorlardı yuvalarına, bekledi. Deredeki yavru kurbağalara baktı, bekledi. Kertenkelenin duvardaki tırmanışını izledi, bekledi. Perde salınıp durdu ama görünmedi Gülistan. Ayazmalıların evlerinin kaderi buymuşçasına, evin pencere pervazlarından, kapı aralığından göç türküleri, ağıtlar yükseliyordu. Dayanamadı, kapının önüne vardı ve seslendi, duyan olmadı. Eliyle hafifçe itti, çocukların sevgi tarifi gibi ardına kadar açıldı kapı. Eşikten adımını attı, tam karşısında raf asılıydı, tabak çanak konulmamıştı içine. Tezgâhta unutulmuş hiçbir ize rastlamadı. Ev kimsesizdi. Uzun zamandır terk edildiği duvardaki örümcek ağlarından anlaşıyordu. Girişin sağında solunda birer oda vardı. Gülistan’ın ona baktığı odaya girdi, pencereye yöneldi, perdeyi aralayıp dışarı baktı. Karşısındaki ceviz ağacının dibinde bırakılmış bir ses duydu. Ancak “neredesin Gülistan” diyecek kadar nefesi kalmıştı.
Evden hangi ara çıkmış, hangi ara mezarlığa ulaşmıştı, bilemedi. Hava soğumuş, hafiften de yağmur çiseliyordu. Sigarasını çıkardı cebinden, ıslanmasın, rüzgâr söndürmesin diye ceketini başına geçirdi, yakmak için alan yarattı. Çakmağını ateşledi. Burnuna yanık kokusu geldi. Ağzındaki tütün tanesini diliyle ön dişlerinin arasına alıp fırlattı. Bu üçüncü deneyişi olacaktı. İzmariti de beyazdı sigarasının, ağız tarafını seçemiyordu karanlıkta. Son yakışında ilk çakmağını ateşledi, mezar taşındaki şiire ilişti gözleri. “Bırak yüzün şiirle örtülsün, sen yıldızlara bak” yazılıydı, dumanı içine çekti, derdini döktü ve ağladı.
Otobüs durağını geçtiğini fark edemedi. Ayakları kendiliğinden Bayramtepe’ye doğru yöneldi. İçindeki ses ayaklarına, beynine komut veriyordu sanki. “Ayazma’da filizlenen umut Filistin’de yeşerecekti. Kim bilir belki oradan da Dersim”. Yol kenarında kaldırım taşının üstünde yarım saati aşkın oturdu. Araba durdu. Şoför konuşuyordu ama kelimeler hecelere harflere dolanıyordu. Şaşkın şaşkın bakındı, nerede olduğunu anlamaya çalıştı önce. “Otostop çekmiyor musun?” sesini işittiği sırada telefonu çaldı. Otobüs, Bayramtepe ve Yarımburgaz’ı arkasında bırakarak Tekirdağ’a doğru ilerliyordu. Tekin’di arayan, “Neredesin” diye soruyordu. Metin ikisine de aynı cevabı verdi.
“Otostop çekiyorum.”
Dursun Ali Durur
Önsöz Dergisi 54. Sayı