Bir masanın etrafındayız. Tam romanlara yakışır bir acılıkta çalıyor telefon. İçten içe bildiğimiz ve tahmin ettiğimiz bir haberi teyitliyoruz. Sözler masanın tam ortasına bir kaya gibi oturuyor. Öldü. Evet, kesin bilgi. Girip kontrol ettiler. Hayır, onu henüz çıkaramadık.
Yakınının ölüm haberinde insanın hep en iyi anlarını hatırladığı söylenir. Bende öyle olmuyor. Tartışmalarımızı, en garip ve en sıradan anlarımızı hatırlıyorum sırayla. Onları hatırlıyorum ve bir yandan yazıyorum, “ölüm haberini almanın üzüntüsü içindeyiz”. Üzerine fazla gittiğim konuşmalarımızı hatırlıyorum ve bir yandan duyuru için fotoğrafını seçiyorum, hayır bu değil, bunda ışık daha iyi. Vakit kaybetmeden duyurmamız lazım. Herkes aynı soruları soruyor bize. Zaman geçiyor. Geçtikçe insanlar daha çok arıyor, telaşlanıyor. Halbuki o, o betonların içinde, 6 Şubat 04.17’de durdurdu zamanını. Bizim önümüzden koşan dakikalar, onun sol kolunda siyah, ucuz bir dijital saatte dondu kaldı.
Zaman akıyor ve hala gitmek için bir yol bulamadık. Birimiz uçak seferlerine, birimiz otobüs saatlerine, birimiz kurumlardan kaldırılan otobüslere bakıyor. Her birimize ayrı zamanlarda ayrı yollar buluyoruz. İkişer üçerli gruplanıyoruz. Alabildiğimiz her şeyi alıyoruz. İhtiyaç olabilecek her şeyin listesini yapıyoruz. Sırayla aldığımız ölüm haberlerine şaşırmıyoruz. Topluca ölüyor insanlar. Biten hayatlar birer isimden ibaret şu an. Kocaman bir şey yaşadığımızın farkındayız ama büyüklüğünü anlayamıyoruz. Karanlık evreni aydınlatan yıldızların ışıkları tek tek sönüyor. Kaç tanesi söndü sayamıyoruz.
Otobüsle gidiyoruz Adana’ya. On iki saati geçiyor yolculuğumuz. Mecburen orada kalıyoruz o gece. Gittiğimiz evde Antakya’dan kendini telaşla atan aileler var. Deprem gecesini dinliyoruz sırayla. Ölen yakınları, kurtulanları, yaralananları, çöken binaları. Büyük saygı duyuyorlar bize. Kalkıp İstanbul’dan geldiğimiz için. İnsan kalabildiğimiz için. Üç oda bir salon evde on beş kişiyiz. Kıyafetlerimizle yatıyoruz. Sabah erken kalkıp Antakya’ya giden bir otobüse biniyoruz.
Dörtyol, İskenderun, Belen’i sırayla geçiyoruz. Yıkıntıların arasından. Herkes camlara yapışmış, gözünü kırpmadan binalardan geriye kalanlara bakıyor. Otobüs otogara girmeyeceğini söyleyip duruyor. Zar zor Topboğazı’na kadar gidiyor. OHAL ilan edildi. Çevirme var. Tüm özel araçlar geri döndürülüyor. Antakya merkeze gidişleri yasak. Dağ başında otobüs tüm yolcularını indiriyor. Beş kişiyiz. Her birimizin elinde onlarca kilo erzak. Sırt çantalarımız sırtımızda. Antakya merkeze otuz altı kilometre var. Google Maps bize yürüme mesafesini altı ile yedi saat arasında gösteriyor. Gidiş yolu bomboş. Neyse diyoruz, dinlenerek yürürüz, bir yandan da otostop çekeriz. Kesin biri halimize acıyıp alır. Almıyorlar. Bir saatten fazla yürüyoruz. Almıyorlar. Tam insanlıktan umudumuzu kestiğimiz sırada bir otobüs duruyor kaldırdığımız başparmağa. Sarı yeleklerini, baretlerini giymiş adamlar dolmuş otobüse. Madenciler. Anca siz dururdunuz zaten. Bir de yer veriyorlar oturmamız için. Lütfen, yapmayın. Ağlamak istemiyorum şu an.
On beş dakika kadar gidiyoruz. Gidecekleri enkazlar ters tarafta. Bizi yakın bir yerde bırakıp yollarına devam ediyorlar. Beş kişi yürümeye devam ediyoruz. Artık Antakya merkezin sınırları içindeyiz. Etrafta hiç sağlam yapı yok. Hiç. Bir tane bile. Yok. İnsanlar sokakta. Enkaz çalışmaları yeni başlamış. İmkânı olan arabasında kalmış. Arabalardan pijamalı terlikli insanlar çıkıyor. Yanımızda birkaç tane kullanılmış ayakkabı var. Yürürken bir amca görüyoruz. Boş boş bakıyor etrafa. Ona veriyoruz bir tanesini. Olmuyor ayağına. Devam ediyoruz. Bir kadın yürüyor, üstü başı perişan. Yanımızda konserve yemek var. Ona onlardan veriyoruz. Yiyor ve yürümeye devam ediyor. Nereden geliyor, nereye gidiyor, o da pek bilmiyor. Yürümeye devam ediyoruz. İlerledikçe durum daha da kötüleşiyor. Burası gerçekten Antakya mı?
Yürüyoruz. Belediye binasına varıyoruz. Kırılmış dökülmüş merdivenlerinden çıkıyoruz. Merdivenlerde duruyoruz, eşyaları yere bırakıyoruz ve kafamızı kaldırıyoruz. Saray Caddesine dönüyoruz yüzümüzü. Ağlamak istiyoruz. Korku filmi gibi bir manzara. Eski Meclisten geriye sadece iki tane sütun kalmış. Gittiğimizde künefe yediğimiz künefeci yerle bir. Saray Caddesi diye bir yer yok. Kilise taşları seçiliyor enkazdan. Antakya tarihi çarşı kocaman bir enkaz. Hiçbir binayı seçemiyorum. Bir yerlerden duman çıkıyor. Burası gerçekten Antakya mı?
Devam etmemiz lazım. Bizimkilerin çadırına varmamız gerekiyor. Toparlanıyoruz ve yürümeye devam ediyoruz. Uğur Mumcu’ya çıkan yollarda enkazlar var. “Enkaz” kelimesi benim için yeni anlamlar kazanıyor. Sokaklarda yan yana dizilmiş onlarca cenazenin arasından yürürken biz, birer “enkaz”a dönüşmek üzereyiz. Hiçbir sokağı tanıyamıyoruz. Sevgi Parkına yöneliyoruz. Orası en azından sağlam. Parkın içinden yürüyoruz. Meydana yaklaşıyoruz. Yaklaştıkça durum daha da kötüleşiyor. Burada bir savaş çıksa bu kadar zarar veremezdi. Her şey anlamsızlaşıyor.
Meydana geliyoruz. Çadırlar yeni kurulmuş. Bizimkiler ve onun ailesi iki ayrı çadırda. Ağlama seslerinin içine giriyoruz. Bir yoldaşın ailesi evlerinin enkazından sırayla çıkıyor ama babaları başaramıyor. Çocukları uyandırmak için evin içinde koşuyor ama ev üstlerine yıkılıyor. Ekipler biz geldiğimizde ulaşıyor babaya ama nabzı yok. Evin en küçüğü kabul edemiyor bunu. Nasıl etsin. Sakinleştirmeye çalışıyorlar. Olmuyor. Biz gördüğümüz herkese sarılıyoruz. Onun ailesine gidiyoruz hemen. Tek tek sarılıyoruz. Başınız sağ olsun diyemiyoruz. Dilimiz varmıyor. Hala enkazın içinde gibiler. Geçen yaz koltuklarında oturduğum, birlikte kahve içtiğim anne baba mı bunlar? Artık ne o koltuklar var, ne o kahve fincanı. Hepsinin hayatı onlarla birlikte enkaz oldu. Ve bize o enkazın içinden bakıyor gibiler.
Yanlarında küçük bir kız var. Altı yaşında. Kumsal. Onun yeğeni. Geçen yaz geldiğimde tanışma fırsatım olmamıştı. O yıkıntılar arasında bana bakıp gülümsüyor. Şu çadırkentte gülümseyen tek şey galiba.
Akşam oturup konuşuyoruz. Kim neler yapabilir, ona göre iş bölümü yapıyoruz. Dördüncü gündeyiz. Hala enkaz altından sesler geldiğini söylüyorlar. Onu çıkarmak için neler yapabiliriz onu konuşuyoruz.
Günler hala hızlı akıyor. Ne zaman geldik, ne kadar kaldık, çok farkında değil hiçbirimiz. Sürekli birileri geliyor çadıra. On ile yirmi kişi arasında değişiyor nüfusumuz. Üçer beşer battaniyelerle yatıyoruz. Geceler buz kesiyor. Onu hala çıkaramadık. AFAD, AKUT, belediye ekipleri, madenciler, yabancı ekipler… Her ekip mutlaka Oluk Sokak Sönmez Apartmanı No:20’ye uğruyor. O hemen girişte. Dış kapının bir iki metre içerisinde. Elimizi uzatsak tutacağız onu.
Çekim yapmak için sokakları dolaşıyorum. Gücümü toplayıp Elektrik Mahallesine doğru yöneliyorum. Hiçbir yeri tanıyamıyorum. Geçen yaz gelişimden bir konum kalmış telefonumda. Konumu açıyorum. Evi bulmaya çalışıyorum. Enkazlar arasında kayboluyorum. Koca bir mahalle kaybolup gitmiş. Yürürken birileriyle karşılaşıyorum. Üstünde kalpli polar bir eşofmanla bir kadın, bir enkazda eliyle un ufak ettiği betonları kazıyor. Muhtemelen ikinci ya da üçüncü kattı önceden. Şu an yerden bir metre yukarıda, beş santime düşmüş, iki döşeme arasında. Bir yerinden ince bir tül kurtarmış kendini, döşemelerin arasından sarkıyor. Rüzgârda hafifçe dalgalanıyor. Kadın o beş santimden oğlunu çıkarmaya çalışıyor. İsmini bağırıyor oğlunun. Neredesin diye bağırıyor. Yakınları birkaç metre ilerde kadını ağlayarak izliyor. Kimse kadınla enkaz arasına girmeye cesaret edemiyor.
Devam ediyorum. Gözlerimi silip konuma bakıyorum. Hemen sol tarafımı gösteriyor. O sırada bizimkileri görüyorum. Rutinleşmiş enkaz ziyaretinden geri dönüyorlar. Yine onu çıkaracak bir ekip bulamamışlar. No 20’ye doğru yürüyoruz. Gördüğüm manzarayı idrak etmeye çalışıyorum. Bu gördüğüm salon mu? Eğiliyorum tavanı görmek için. Bina onların evinin üstünde duruyor şu an. Evleri bina altında pres olmuş, en yüksek yeri sokak hizasından bir metrede. Eğilip bakıyorum, sanki geçen yaz onlarla oturup sohbet ettiğim kanepeyi görecekmişim gibi. Kuşlarının kafesine bakıyorum sanki bulabilecekmişim gibi. Bina girişi hemen yanda, ufak bir tünel gibi. Karanlık. Ama ilerde o var biliyorum. Şuradan sürünerek girsem biraz ilerde onu göreceğim. O küçük karanlığa bakakalıyorum. Bir şeyler arıyorum enkazda. İstanbul’a götürebileceğim bir şeyler. Onu çıkaramayabiliriz. Onun bir mezarı olmayabilir. O burada, bu binanın enkazıyla birlikte toprağa karışabilir. Ona mezar olan bu binadan bir taş, bir tuğla, ne bulabilirsem bakınıyorum. Bir tane tuğla görüyorum. Nispeten iyi durumda. Onu ayırıyorum bir kenara. Sonra bir şey dikkatimi çekiyor. Olgunlaşmış sarılıkta parlayan iki tane limon. Tüm kent yerle bir olmuş. O ikisi hayatın tüm sarılığını üstlerine sarınmış duruyorlar dallarında. Onların bir üst katında, balkonda duran bu limon ağacına tek bir taş değmemiş. Yaprakları da limonları da sapasağlam. İçine diktikleri bidon devrilmemiş bile. Tüm kent yerle bir olmuş, limonlar olan biteni seyretmiş gibi. Uzanıp alıyorum limon ağacını. Burada bir mezarı olmazsa, ona bir mezar yaparız diye. Elimde tutuyorum ağacı. Bizimkilerle ayrılıyoruz. Limonlarla birlikte yürüyorum.
Etrafa bakınıyorum. Yolu bulmaya çalışıyorum ama yine kayboluyorum. Kaybolduğum için yine kendime sinirleniyorum. Elimde limon ağacı, ağlayarak kaldığımız meydanı arıyorum.
Sonradan öğreniyorum hikayesini. Şu acımasız dünyada geçirdiği son dakikaları. Yatak odaları giriş kattaki evin en arkasında. Evin kapısıyla arasında uzun bir koridor var. Belki de hayatının en uzun koşusunu yaptığı koridor. Koridoru geçip tam evlerinden çıkacakken koca bina onun üstüne çöküyor. Üst katların yükü bir kirişe binmiş, kiriş onun omuzlarına. Öylece bekliyor kirişin altında.
Yine geçiyor zaman. Sürekli değişen isimler, değişen ekipler, değişen planlar. Olmuyor. Bir haftadan fazla zaman geçti. O enkazda, biz çadırda. O enkazda, biz başka enkazlardan insanlar çıkarıyoruz. O enkazda, biz meydanda onun yeğeniyle oyun oynuyoruz. O enkazda, biz gelen erzakları tasnif ediyoruz. O enkazda, biz ilaç dağıtıyoruz. O enkazda. Biz…
Dokuzuncu gün. Endonezyalı bir ekip var. Çok umutlandık. Gittik konuştuk. Başka bir enkazdalar, o bitince bize gelecekler. Gün biterken bitti işleri. Bizim enkaza uğrayamadılar. Yarın sabah ilk iş biziz.
Onuncu gün. Sabah gidiyoruz enkaza. Ekip yok. Diyarbakır’da ekiplerinin geri kalanı kurtarma çalışmaları sırasında enkaz altında kalmış. Apar topar oraya gitmişler. Yine yalnızız. Bir yol bulmaya çalışıyoruz tüm gün. Sonra başka bir ekibe rastlıyoruz. Özbekler. Girip onlar da bakıyorlar duruma. Biz yaparız diyorlar. Onuncu gün. İlk defa bir ekip yapabileceğini söylüyor. Umutlanmak istemiyoruz ilk başta. Ama enkaz başında bekliyoruz. Enkazda üç kişiyiz. Diğerlerine haber veriyoruz. Üst kattan giriyor ekip. Sesler geliyor ama anlamıyoruz. Jeneratör var yanlarında, onun sesi boğuyor her şeyi. Sonra ekipten biri çıkıyor enkazdan. Aşağıda duruyor. Ellerini uzatıyor boşluğa. Sonra bir karaltıyı tutuyor. Siyah bir ceset torbası. Sonra sırasıyla çıkıyor diğerleri enkazdan. Siyah torbayı dikkatlice taşıyarak. Gelip karşı enkazın önüne koyuyorlar. Birkaç saniye tepkisiz bakıyoruz. “O mu” diye soruyoruz. Cevap yok. O mu? Sessizlik. Biri geliyor yanımıza. Aramızda elinde uzun namlulu silahıyla enkazı bizden koruyan jandarma. Kenara çekiliyor asker. Yetkili yanımıza geliyor. Resmi tutanaklar için teşhis istiyorlar. Ağlayarak bakıyoruz birbirimize. Birimiz geçiyor “ben yaparım” diyor. Ben kardeşini tutuyorum omzundan. Torbayı açıyorlar. “Evet” diyebiliyor sadece. Bilekliğinden, saatinden tanıyor önce. Sonra yüzünü gösteriyorlar. Neredeyse hiç bozulmamış. Biraz toza toprağa bulaşmış yüzü, uyuyor gibi. Ağlayarak yanımıza geliyor. Sonra birbirimize sarılarak ağlıyoruz.
O sırada geliyor diğerleri. Çok çabuk ilerliyor her şey. Ben sürekli torbaya bakıyorum. Otuz iki yıllık bir hayat duruyor torbanın içinde. Başarılar, yenilgiler, sevinçler, kahırlar… İlk dokunuşlar, ilk gülücükler, ilk adımlar, ilk gözyaşları duruyor. Hepsi o torbanın içinde. İki metreye altmış santimdir taş çatlasa. Bu kadar şey nasıl sığdı bu kara torbaya?
Aile mezarının olduğunu öğreniyoruz yolda. Kardeşi bu kadar şey içinde her şeyi hazırlamış. Mezarlığa gidiyoruz. Cenaze müdürlüğü yanında. Enkazdan tek parça çıkabilenleri oraya götürüyorlar. Bir fabrika gibi işliyor. Yetkili birkaç kişi, ellerinde megafon. Sırasıyla çağırıyor aileleri. Bahçede olup bitiyor her şey. Kenarlarda bekleyen torbalar, kefenler, battaniyeler. İçinde gömülecekler. Bizim sıramız geliyor. Çağırılıyoruz. Yere konuluyor torba. Başında dört tane adam. Beyaz tulumlarını çekmişler, yüzleri maskeden görünmüyor. Savcı geliyor. Torba açılıyor. Resmi bilgiler okunuyor. Teyit isteniyor. Teyitleniyor. Hızlı bir “başınız sağolsun”. Ve sonra arabaya bindiriliyor. Birkaç dakika sonra mezarlığa varıyoruz. Onu arabadan çıkarıyorlar. Sadece biz varız. Boş mezarlıkta yürüyoruz. Birkaç kişi onu taşıyor. Getirip koyuyoruz bir kenara. Hava kararmak üzere. Kararmadan gömmek istiyoruz. Birkaç kişi hemen toprak kazmaya koyuluyor. Birkaçımız çevrede, kazılan çukura bakıyoruz.
Ben bir taş arıyorum. Hemen yan mezar depremden parçalanmış. Tüm mermerler yerlerde. Bir parça buluyorum oradan. Yanımda sadece bir çizim kalemi var. Zor yazılıyor ama yazılıyor. Onu alıyorum, bir kenara geçiyorum. Adını yazmaya başlıyorum. Onur Kopran. 1990-2023. Enkazdan çıkarılan siyah torbayı ilk gördüğümden beri aklımda bir dize dolanıyor. Onu yazıyorum sonra taşa. “Bir kırmızı gül dalı eğilmiş üstüne” içimden devamına eşlik ederek. Bir kırmızı gül dalı, şimdi uzakta. Yatıyor orada. Arkama dönüyorum. Gerçekten orada yatıyorsun. İnanamıyorum. Bu yaşadıklarımız bir kâbus gibi. Ama gerçek. Şu an buradayız. Yok olmuş bu kentte, birkaç kişi eline kürek almış sana bir mezar kazıyor.
Anne arıyor sonra. Saatini istiyor. Herkes kendine senden bir hatıra arıyor. Kardeşi tamam diyor. Açıyor fermuarı. Battaniyeyi aralıyor. Elini arıyor. Buz gibisin. Çıkarıyor sol kolundaki siyah, ucuz dijital saati. Saat hala çalışıyor. Demek sen durdurmadın zamanını. Demek zamanının bizimle birlikte akıp gitmesini istedin.
Bir mezarın etrafındayız. Tam romanlara yakışır bir acılıkta konuşuyoruz senin hakkında. Hepimizin bildiği ve hepimizin içini acıtan şeyler söylüyoruz birbirimize. Sözler birkaç dal sardunya ektiğimiz toprağının üstünde uçuşuyor. Evet, artık yaşamıyorsun. Seni kendi ellerimizle gömdük. Hayır, yine de bu bir son değil. İçten içe sen de bunu biliyorsun.
Önsöz Dergisi
51. Sayı