Kavganın ve aşkın şairi merhaba. Şiirlerin ve kavga dolu yaşamın, birer tohumdu benim
için. Onurlu bir yaşam için avuçlarıma bıraktığın tohumlarınla ben; yıldızların bir gerdanı süsleyen
inciler gibi dizildikleri bu gecede kan ter içinde çırpındığım kabuslardan uyandım ve sana
yazıyorum. Nereden başlamalı, ne söylemeli şimdi imgelerimin sultanı, yüreğinin orta yerinde nice
zaferler dolu şairime bilemedim. Bir rüyadaydım ki gerçekçi acılarla doluydu. Uyandığımda
çaresizce bakındığım odamda hep yanı başımda olan defterim ve kalemim bana seslendi. İşte sana
geliş hikayem biraz böyle başladı. İlk mektuplar bir hayli zorlar insanı bilirsin. Rüyamda karanlığın
tanımını yırtan bir koyuluğun içerisindeydim. Bir adım ötemde neyin olduğunu bilmeden ürkek
adımlarla yürüyordum. Ufukta cılız bir ışık dalgalanıyordu. Orada birinin olup olmadığını
anlayabilmek için gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim. Hayal meyal seçebildiğim cılız sarı
ışığın ardındaki siluete ürpertici bir merakla yaklaştım. Hislerimin adımlarını takip ederek attığım
adımlar boş bir mahzende yuvarlanırcasına bana geliyordu. Çok geniş ve eşyasız bir yerde
olmalıydım. Kimse yoktu etrafımda, neredeyim bilmiyordum. Belki de terkedilmiş bir depodaydım.
Yaklaştıkça önce sarı ışığın, altında büyüdüğüm bir gaz lambası olduğunu seçebildim. Masanın
üzerinde kıyamadığım için yazılarımın hep en son halini yazdığım deri kaplı defterim duruyordu.
Alelade açılmış bir sayfanın üzerine bir kadının gölgesi düşüyordu. Sandalyesine emanet gibi
oturan kadın, çaresizce karalamalar yapıyordu. Yazdığı her cümlenin ardından adeta izini
kaybettirmek istermişçesine cümlelerin üzerini kararıyordu. Kadının yaşadığı acıyı dökemeyişine
mi, defterimin gözlerimin önünde acı çeken sayfalarına mı yansaydım bilemedim. Bu seremoniyi
ne kadar izledim bilmiyorum. Son bir damla yüreğime aktı. Her karaladığında sanki yüreğimi
çiziyordu. Öfkem göğüs kafesimden taşacak gibiydi.
Gaz lambasının cılız ışığın ardındaki gözleri gördüğümde ürperdim. Kan çanağı
gözlerinden süzülenleri önünde serili sayfalara dökmek için çırpınan kadın, bir yanında dizili
bidonlar, diğer yanda gürül gürül akan sular arasında mekik dokuyan doğurgan kadınları hatırlattı
bana. Kelimeler sıçrıyordu sağa sola. Bir türlü dolduramıyordu sayfadaki boşluğu. Hissettiği
duyguların ağırlığıyla eş değer değildi dökülenleri. Çırpınışlarıyla kadın yorgun düştü ve kalemi
bıraktı. Başını gömdüğü sayfalarda biriken damlalar kelimelere mercek tutuyordu. Kimi harfler bir
balon gibi şişiyor kimileri ise utangaçça yanı başında kendi mürekkebini akıtıyordu.
Yutkundum. Acı çeken bu kadından korkarak iyice yanına sokuldum. Kollarımı iki yana
açtım. “Gel” dedim. Yüreği çiçek bahçesi bir kadından öğrenmiştim bunu. Tarumar olmuş bir
yüreği gözlerinden tanırdı. Tanıdım ben de ve “gel” dedim. Masanın başında hıçkıran kadın
kalemine sarılır gibi, sarıldı bana. Belime dolanan ellerine güvenmiyordum ama yüreğim bu
karanlık mahzende onu sarmak istiyordu. Saçlarını okşadım. “Üzülme demeyeceğim. Üzüleceksin.
Olanları yok sayma, acına sarıl. Kendi diliyle seninle konuşmasına izin ver. Bir kedinin yarasını
yaladığı gibi kendi merhemini yüreğinden damıt” dedim.
Kafasını kaldırdı kadın, iliklerime kadar irkildim. Yüreğimin ritmine söz geçiremez oldum
ve nefessiz kaldım. Sarıldığım kadın bendim. Kollarıyla, kıyafetleriyle, saçlarının dağınıklığı,
gözlerinin nemiyle ben… “Bir şiir yazdım ona” dedi. Sesiyle bendim… “öyle mi, sen şiir yazabiliyor
muydun?” dedim. Ağzımda yuvarlayıp dudaklarından süzülen kelimeleri ben bile seçemedim.
Ağlamaktan morarmış gözlerini kapadı. Kafasını yüreğimin yanına gömdü. Saçlarını öptüm.
Kokusuyla bendim. ‘Bu nasıl olabilir’ diye düşünürken el yazısını gördüm, kalemiyle bendim…
Bir yiğit ki gelen;
adımlarıyla tarihin akışını değiştiren
sinsi pusuları ve kan kokularıyla sarılmış sokakları
eğilmeden ve de bükülmeden
boydan boya geçen bir yiğit!
Bir yiğit ki gelen gülüşüyle dost
öfkesiyle bıçkın bir savaşçı
Kırık kaburgaları dost değildi yüreğindeki sese
aldığı nefese, ağız dolusu her gülüşe
Nice özlemler, umutlar yüklü yüreğini çiziyordu
şu kahrolası kaburga kırığı yaralar
üstelik böylesine aşkla kıpırdanırken
yani girmişken 18’ine yeniden
yani kavganın ve aşkın şiirlerini
çapkın bir gülüşle dansa kaldırmışken imgeleri
tam da müziğin ritmine uymuşken ayaklar
ah şu ciğerindeki sızılar…
Avcunun içinde yüreği
kanaya kanaya yürüdü.
Ah etmedi bir gün bile
dinlenmedi bu koşuda.
Durmak ölmek demekti
o soluksuz da yaşadı.
Şimdi omuzlar üzerinde
kızıl bir bayrağa sarılı vücudu
buluşma yerine geliyor.
Hiç geç kalmazdı;
hep planlanan o gün ve saatte
orada olurdu. Bu sefer acele etti!
Toprak ana telaşlı
evladının atan yüreğini duydu
biliyordu
göğü fethe çıkmış
güneşi içmiş biri…
Az ötesindeki Sinan’dan,
Ümit’ten biliyordu
bağrında filizlenecek
bir tohum geliyordu.
(Gökyüzü can suyu verircesine akıtıyordu komünistin üzerine yaşlarını…)
Sıkı sıkı sarıyor toprak ana
Boylu boyunca serili
kızıl karanfili…
Toprak, ölümü yenmiş bir yüreğe sarılınca
Ağlaması durmuş bir bebek gibi
gökyüzü dinginleşiyor
Güm güm güm
Gök susuyor
Ana dikkatle dinliyor
Güm güm güm
Sığmıyor Vefalı yürek toprağa
Yeryüzüyle buluşuyor yeniden
Rüzgâr eğiliyor önünde
Güm güm güm
Fısıldıyor rüzgâr:
“seni götüreyim dost
gitme vaktinin geldiği bir diyara”
Güm güm güm
Rüzgâr telaşlı,
ele avuca sığmaz oluyor da
bir o yana bir bu yana vuruyor kendini
Ateşten bir parça bu yürek
Poyraz, karayele dönüyor
Yürek gideceği yeri seçiyor
İşte orada,
Yüzü gözü çamur içinde bir çocuk
dizlerini kırmış
bir karış bedeniyle
yeni bir dünya keşfediyor
Karınca yuvasının yanı başında
Konuyor Vefalı yürek
haylaz çocuğun meraklı bakışına;
Susamış Maşuk’un Kızılırmak’ta yunması gibi
ferahladı yürek.
Bir hazine gibi taşıdığı yüreğe veda vakti gelmişti.
ne bir ozan ne bir şairdi
Nasıl veda etmeliydi
en iyisi iyice bir esip geçmeli,
yok yok dostunu emanet ettiği çocuk yüreğini ürpertmesindi.
Ne yapsaydı ne etseydi de bir vedası olsaydı
Esti bir fikir
önce karınca yolunu düzledi,
dansa kaldırdığı yapraklara çekti çocuğun bakışlarını
kaygısız ve umutlu gözlerinden öptü çocuğun
Vefa’sını sarıp da geçti rüzgâr
Yüreğim sıkışıyor, “yoksa” diyorum. Sıçrayarak uyandım. Üstelik güneş hala uyuyorken
gözlerimi kapatmaya korktum. O gecenin sabahında geçmek bilmedi gün. Güneş bir türlü
kıpırdamadı ve sonunda ayak sürçerek gittiğinde; o dile gelmeyen korku gerçek oldu…
Günler ve gecelerin akıp geçtiği bir günün şafağında söylüyorum kendimce “şiir yazabilir
miyim” diye. Yazamadım usta biliyorum. Ellerim bir şair gibi yaşamımızı işleyen Nazım’ı anlatacak
kalemi tutamıyor…
Ben ürkek adımlarla kavgaya atılırken rüzgârım sendin. Senin şiirlerinle kurdum ilk
hayallerimi ve çocuklarımızın kırmızı elmalarla gülüşünü gördüm senin şiirlerinde. Dönüp
baktığımda “geriye dönmek mümkün olsaydı aynı yerden başlardım” dedim kendime. Sen beni
yüreklendiren ve kavganın ortasına çağırandın. Getirdin ve beni bir Akarsu’nun yanına bıraktın.
Teşekkürler ustam…