Sanat ve Gerçeklik Üzerine Kısa Bir Deneme

Victor Hugo’nun ‘Sefiller’ ini hala okumadıysanız mutlaka okuyun derim. Burjuva devrimleri çağında bir kürek mahkumunun hikâyesi. Burjuva devrimcilerinin en güçlü ideolojik silahı romantizm akımının belki de en önemli eseridir. Hikâyenin tamamından çıkaracağımız sonuçlar bir yana dursun, beni en çok etkileyen bölüm giriş bölümüdür. Lise dönemlerimde biraz sanat biraz bilimle uğraşan, ulusalcı ideolojiden fazlasıyla etkilenmiş bir romantikken, belki de bu roman sayesinde gerçekliği sorgulamaya başladığımı söyleyebilirim. Hani derler ya sanat devrim yapmaz, devrime katkı sunar diye. Bir kitap okudum ve hayatım değişti diye bir şey yoktur derler kimi zaman. Bir kitap okudum ve belki de ilk yirmi sayfası hayatımı değiştirdi diyebilirim. İçsel devrimimin başlangıcında büyük etkisi vardır bu romanın. Dip not olarak belirtmeliyim ki ikincisi de Çernişevski’nin ‘Nasıl Yapmalı’sıdır. Sefillerin giriş bölümünde Jean Valjean’a hikâyenin ortalarında hayatını değiştirecek olan gümüşlükleri veren papazın küçük bir anısı vardır. Papaz henüz gençken gittiği ilk görev yeri olan küçük bir yerleşim yerinde, kasabadan uzakta yaşayan inançsız bir devrimci yaşadığını öğrenir. Ona giden yollar türlü tehlikelerle dolu olmasına rağmen, kendince gerçeğe ulaşmasını sağlamak için tüm riskleri alıp yola çıkar. Papazın devrimciye ulaştıracağı gerçeğin nasıl bir gerçek olduğunu söylemeye gerek yok. Devrimcinin yanına vardığında son anlarını yaşadığını görür. İmana gelmesi için telkinde bulunur. Ancak devrimci son anlarında dahi gerçekliğin peşinden ayrılmaz. Papaza güzel bir ders verir ve köyüne eli boş yollar. Hatta tavrı papazın gerçeklik algısını değiştirecektir. Hikâyenin ilerleyen aşamasında papaz Jean Valjean’a unutamayacağı bir ders verecektir. Bu hikâyede beni en çok etkileyen bölüm, işte bu devrimcinin son anlarında bile beynini uyuşturmaktan kaçınıp, gerçeğin katı ve acımasız tarafını sahte bir mutluluğa tercih etmesi olmuştur. Belki de bu yüzden, kabadayısı bol bir mahallede çocukluk arkadaşlarımın birçoğu uyuşturucu kullanırken ben hiçbir zaman yeltenmedim. Belki de bu yüzden acı da olsa gerçek, sahte bir mutluluktan da önemliydi. Aynı mahallede polisle başı farklı sebeplerden derde giren birçok genç çıkmıştı. Bir kısmı gerçeği bulandırmak için, bir kısmı onu gün yüzüne çıkartmak için. 

Yazıma sanat ve gerçeklik arasında sıkı bağ kurabilen güzel bir örnekle başlamak istedim. Onarca güzel örnek vardır elbette ancak bazıları vardır ki bakış açınızı ve ufkunuzu genişletir. Bu anlamıyla sanat, gerçekliği yeniden üretirken, onunla sıkı bir ilişki kurar ve gerçekliği algıladığı oranda bakış açısı süzgecinden geçirerek yeni bir gerçeklik yaratır. O halde diyebiliriz ki sanat, gerçekliğin sanatçı öznelinde yeniden üretimidir. Toplumsaldan beslenir ve yine ona döner. Tıpkı bilim gibi, tıpkı felsefe gibi. Bir tanım yapmamız gerekirse diyebiliriz ki sanat; toplumsalın sanatçı özelinde dışavurumudur. Hem nesnel hem özneldir. Çünkü nesnel olandan beslenir ancak öznel bir bakış açısıyla. Bu anlamıyla sanatın gerçeklikle kurduğu ilişkinin, sanatçının gerçeklik algısıyla sıkı bir ilişki içinde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Peki sanatçının bakış açısını belirleyen öncelikler nelerdir?

 

Sanat İdeoloji ve İllüzyon

Nesne gerçeklik biz olmadan da dış dünyada var olan her şeyi ifade etmek için kullanılır. O halde saf, katışıksız gerçeklik dediğimiz şey, bizden bağımsızdır. Biz olmasak da olandır. Gerçekliği anlamlı kılan şey ona yaklaşım biçimimizdir. Bu da gerçekliği algılayışımızı belirler. Gerçek çok yönlüdür. Bir maddenin, bir olayın, olgunun asla tek bir yönü olmaz. Görünen yüzeyinden farklı pek çok bileşeni vardır. Bir nesneye baktığınızda sadece ön yüzünü görüp resmederseniz, onu sadece iki boyutuyla ele alırsınız. Bu da sizi ya da resme bakanı estetik açıdan tatmin etse de gerçeklikten uzaklaştırır. İster istemez manipüle eder. Gerçeğin bir yönünü anlatırken diğerlerini gizlemiş olursunuz. Buna illüzyon yaratmak denir. Sadece sanatsal olarak da yaratılan bir şey değildir üstelik. İllüzyon; bir gerçekliği gösterirken, başka bir gerçekliği gizleme sanatı olarak özetlenebilir. Örneğin bir illüzyonist (sihirbaz) sizi göstermek istediği şeylere odaklarken, diğer taraftan gizlemek istediklerini başarıyla gizler. Asıl gerçeklik sizin odaklandıklarınızda değil, el atından yaptıklarındadır. Siz şapkadan çıkan tavşana bakarken, şapkanın ardındaki mekanizmayı gizler sizden. Asıl mesele de tam buradadır. Şapkadan tavşan çıkarmakta değil, onu o şapkanın içine koyabilmekteki maharettedir. Sanat, bir yanıyla illüzyon yaratma becerisidir diyebiliriz. Ancak hemen arkasından şu soru gelecektir; hangi gerçekliği gizleyip, hangi gerçekliği göstereceksiniz. Ya da bir izleyici olarak, şu an hangi gerçekliğe bakıyoruz sorusunun cevabını verebildiğimiz zaman ortaya çıkan şey sanatçının ideolojik tercihleridir. 

İdeoloji genel olarak gerçeğe yaklaşım biçimimiz olarak tanımlanabilir. Köken olarak Antik Yunan’dan gelir kavram. İdea ve logos kelimelerinin birleşiminden oluşur. Doğru düşünme bilimi olarak tercüme edilebilir. Gerçek tektir. Çok yönlüdür ancak tektir. Siz onunla doğrusal bir iletişim kurduğunuzda onun bir yönünü görürsünüz ve onun karşısında konumlanışınıza göre onu tarif edersiniz. İşte bu gerçekliği tarif biçiminiz, doğrularınızdan oluşur. Bu doğrular bir araya geldiğinde ideolojinizi oluştururlar. Gerçekliği tanımlama biçiminizi. Bu anlamıyla ideoloji sadece siyasal bir tanım değil, onu da kapsayan ama asıl olarak gerçekliğe yaklaşım biçiminizle ilgili bir tanımdır. Bir burjuvanın gerçeğe yaklaşım biçimiyle bir işçinin gerçeğe yaklaşım biçimi aynı olamaz. Çünkü gerçekliklerini belirleyen en temel şey, üretim ilişkilerindeki konumlarıdır ve bu birbirine tamamen zıt bir konumlanıştır. Öyleyse bir işçi ile bir patronun gerçekliğe benzer bir açıdan bakmasını sağlayan şey nedir? Hemen cevaplayalım illüzyon. Politik illüzyon, sanatsal illüzyon, medya illüzyonu, bilimsel illüzyon… İşçinin gerçekliğe bakışını manipüle edecek olan tüm ideolojik aygıtlar, bu illüzyonu yaratmak için seferber edilirler. Güçlü olmayanlar güçlü gibi gösterilir, haklı olmayanlar haklı gibi gösterilir, bilimsel olmayanlar bilimsel olarak, veri bile olmayanlar veri olarak gösterilir. Elbette k, suçlu olmayanlar suçlu, aslında haklı olanlar haksız gibi de gösterilir. İşte sanat, böylesi bir illüzyon yaratmanın bir parçası mı olmalı, yoksa bu illüzyonu dağıtan bir etkiye mi sahip olmalı, bunu belirleyecek temel faktör, sanatçının ideolojik yapısıdır. Gerçeklikle kurduğu ilişki ve onu yeniden yaratırken neyi, ne için, nasıl bir yöntemle anlatacağına karar vermesinde onu etkileyen temel etmenlerdir. Gerçekliği göründüğü gibi mi aktaracak, olduğu gibi mi aktaracak ya da olması gerektiğini düşündüğü gibi mi aktaracak. Bunu yaparken illüzyon mu yaratacak, yoksa yaratılan illüzyonu mu bozacak. Yoksa hem illüzyonu yaratıp hem de kendisi aynı illüzyonu mu bozacak… bu soruların hepsi sanatın dünya tarihinde pek çok akım yaratmasına neden olmuştur. Her sanat akımı, durduğu yerden bir gerçeklik tanımı yapar ve ona göre gerçekliği yeniden üretir. Bu yüzden sanatçının ideolojik yapısına göre farkı türden, estetik anlayışa sahip ve farklı gerçeklikleri anlatmaya odaklanmış sanat yapıtları türemiştir. Farklı akımlar ortaya çıkmıştır. Empresyonistler (izlenimciler) gerçekliği göründüğü gibi aktarmaya, ekspresyonistler (dışavurumcular) ışık, gölge ve atmosferle oynayarak gerçeğin yarattığı etkiyi aktarmaya, romantikler aristokratların yarattığı gelenekleri ortadan kaldırmaya, realistler ve natüralistler gerçekliği çok yönüyle olduğu gibi aktarmaya çalışmışlardır. Bu anlamıyla sanatın toplumsal süreçle doğrudan bir ilişkisi vardır. 

 

Sanat ve Büyü

Sanat ve zanaat çok uzun yıllar birbirinden ayrılmadan yaşadılar. Bugün sanat tarihi açısından ele aldığımız geçmişteki pek çok yapıt, aslında dönemin zanaatçıları tarafından bir amaca hizmet etmek için yapılmışlardır. Temelinde ilkel insanın doğayı algılayış biçimi olan büyü düzeni vardı diyebiliriz. İlkel ritüeller, ilkel insanın dış dünyayı algılayış biçimlerinden türemişlerdir. Doğanın işleyiş yasalarına dair bir fikri olmayan ilkel insan, neden sonuç ilişkisi içinde gerçeklikle sadece görünen düzeyde iletişim kurmuştu. Tekrarlayan olayları kaydedip, onları yeniden tekrarladığında ya da bir benzer atmosfer yarattıklarında benzer sonuçlar beklemişlerdi. Örneğin ava gittiğinde bereketli bir av geçirdiğinde başına gelen olayları tekrarlayarak yeniden bereketli bir av umdu. Doğada gerçekleşen olayları ya da zaman zaman doğanın kendisini taklit ederek doğada var olan güçlere ulaşmaya çalıştı. Gördüğü hayvanları resmederek onları büyülemeye, bazı hayvanları taklit ederek doğal olayları etkilemeye, bazı sesleri taklit ederek örneğin doğurganlığı arttırmaya çalıştı. Bu dönemde bazı semboller, sesler, bugün kullandığımız yazının ilkel hali diyebileceğimiz göstergeler kullanmaya başladı. Binlerce yıl da böyle yaşadı. Gelenekler, büyüsel ritüeller yarattı. Gerçekliği bu şekilde algılayıp, onu yeniden üretti. Ürettiği gerçekliği ise tek gerçek olarak var saydı. Bu anlamıyla da nesnel gerçeklikten çok sembollerin ve imgelerin gerçekliğinde sembolik bir gerçeklik ve o gerçekliğe bağlı bir toplumsal düzen oluşturdu. Büyü düzeni dediğimiz bu düzen binlerce yıl ilkel insanın tek gerçekliği oldu. Günümüzde hala gerçekleştirdiğimiz bazı inanışların ve ritüellerin kökeni buralara kadar dayanır. Üretim ilişkileri gelişip, sınıflar, devlet mekanizması, ideolojik aygıtlar ortaya çıkmaya başladığında gerçeklik de yeni toplumsal ilişkilere göre yeniden şekillendi. Eski dönemin ritüelleri yerini sınıf ilişkilerinin devamını sağlayacak mekanizmalara bırakmaya başladı. İlkel insanın barınmak için kullandığı barakalar, sınıf ilişkilerine göre saraylara ya da kölelerin yaşadığı daha büyük barakalara dönüşecekti. Köyün meydanındaki küçük tanrısal semboller devasa tapınaklara, büyü düzeni tek tanrılı dinlerin egemenliğine, sanat ya da o zamanlar zanaat aristokrasinin varlığının ve egemenliğinin kanıtına, sistemin bekasının garantisine dönüştü. Büyüsel alt yapısı, rasyonel bir sistemle değiş tokuş içine girdi. Geçmiş dönemden getirdiği tek ortak nokta, illüzyon yaratma yeteneğiydi. Ancak bunu toplumsalın tamamının olduğu gibi korunması için değil, egemen sınıfın egemenliğinin devamını sağlamak için kullanmaktaydı. İnsanlığın tersine bir estetik anlayışı geliştirmesi ise ancak aydınlanma dönemine denk gelecekti. Çünkü on binlerce yıl yeniden üretilen bir illüzyonu bozmak, ancak sınıfların mücadelesinin sertleştiği anlarda toplumsallaşabilirdi. Bu anlamıyla burjuvazinin tarih sahnesine çıkışı, aristokratlarla girdiği kavgada önce onların ideolojik mekanizmalarına saldırması, sanatın farklı estetik anlayışlarını da ortaya çıkaracaktı. Örneğin 17. yüzyıla kadar tüm tragedya metinleri şiirsel bir dille yazılırken halkın da anlayabilmesi ve izleyebilmesi için bazı oyunlar düz yazı şeklinde yazılır oldu. Sadece sarayda ve saray erkanına değil, halka da izletilir oldu. Burjuva bir sınıf olarak tarih sahnesindeki yerini alırken, geçmişe dair birçok alışkanlığı da tersine çevirecekti. Bu toplumsal devrimlerin kaçınılmaz sonucudur. Ancak yine aynı burjuva iktidarda kalabilmek için yine eski toplumsal düzenin araçlarından faydalanmayı ihmal etmeyecekti. Bu da konumuz olan sanatın gerçekliği yeniden üretim biçiminde ilkelden beri gelen geleneksel anlatının ve illüzyon yaratma becerisinin neredeyse değişmeden kullanılması anlamına gelmekteydi. Yani egemen olan sınıf değişmiş, ama egemen sanat anlayışı değişmemişti. Gerçeklik bu kez burjuvanın himayesinden ve onun için yeniden yaratılacaktı. Binlerce yıl ayrılmadan bir arada yaşayan sanat ve zanaat, bu kez hafif küslük yaşasa da burjuva için illüzyon yaratmaya devam edecekti. Bunun tersine dönmesi için, başka bir sınıfın tarih sahnesine çıkmasını beklemek gerekecekti. 

Modern, Modernizm, Sanat ve Gerçeklik

19.yy’ın başlarında İngiltere’de işçi sınıfının günlük yaşantısını hayal edebilmek için Charles Dickens romanlarını okuyabilirsiniz. Aslında Lindsey Anderson filmlerini de izleyebilirsiniz. 19. yy’ın başlarında geçmezler, ancak 20. yy’ın ikinci yarısında hiçbir şey değişmediğini algılarsınız bu ikisine ardı ardına bakıp. Tek fark göstermelik demokratik araçlardır. Parlamento, sendika gibi… Modern; kelime anlamı olarak, geleneksel olandan köklü bir kopuş demektir. Geleneksel üretim biçiminden, geleneksel aile yapısından, geleneksel estetik ve sanat anlayışından, geleneksel savaş yöntemlerinden, geleneksel olan ne varsa ondan köklü bir kopuşun ifadesidir. Modern felsefe, modern bilim, modern tıp, modern sanat vb. kavramlar, modern sanayinin ortaya çıkmasıyla birlikte ortaya çıkan kavramlardır. Çünkü modern dünyayı yaratan şey başta buharın endüstriyel üretimde kullanılmaya başlanması ve üretimin insan emeğinden çok makinelerle yapılıyor olmasıdır. Tüm toplum modern sanayi sürecine göre yeniden şekillenirken, toplumu var eden tüm araçlar da bu yeni gerçekliğe göre yeniden konumlanmaya başladılar. Yeni bir gerçeklik üretim ilişkileri tarafından yeniden yaratılıyordu ve buna sanatın tepki göstermemesi imkansızdı. Bilim ve teknoloji ilerledikçe, burjuvazi modern üretimi devam ettirebilecek eğitimli işçilere ihtiyaç duydukça, bilgi toplumsallaşmaya başladı. Sadece egemen olan sınıfın elinden çıkıp, dünyayı yeniden üreten ve modern başka bir sınıfın elinde bir güce dönüşmeye başlamıştı. Bu sınıf işçi sınıfıydı ve sadece bilgiyi değil tüm gerçekliği yeniden yaratacak olan sınıf olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Bilgi gibi, sanat, estetik, felsefe, ideoloji, medya, yani gerçekliği üreten ne kadar ideolojik araç varsa her biri için kendi gerçekliğini yeniden üretmeye başladı. Dünya tarihinde belki de ilk defa gerçeklik, işçi sınıfı sayesinde bu kadar çok yönlü ele alınabiliyor ve sorgulana biliyordu. Bu anlamıyla, modern düşünce, modern bilim, modern sanat ve modernizme dair ne kadar çok olgudan bahsediyorsak hepsi, keskin bir şekilde iki ayrı anlayışla yeniden üretir oldu gerçekliği. Burjuva egemenliğinin devamını sağlamak üzere gerçekliği yeniden, büyük bir illüzyon yaratarak üretmek ile, yaratılan illüzyonu bozarak, olabildiğince çok yönüyle gerçekliği işçi sınıfı ve ezilen dünyanın hizmetine sunmak arasındaki fark, aslında köhnemiş bir toplumsal düzenin sürekli ve yeniden üretilmesiyle, onun ortadan kaldırılmasına hizmet etmek arasındaki farktır. Bu anlamıyla modern olan, işçi sınıfı ve ezilenlere hizmet etmesi gerekendir. Çünkü egemenlik ilişkisini yeniden üreten ideolojik mekanizmalar, binlerce yıllık geleneksel yöntemleri küçük farklarla devam ettirirler. Klasik anlatı yapısını hiç bozmaz, gerçeği sadece göründüğü boyutuyla aktarmaya çalışırlar. Yapmaya çalıştıkları şey, burjuvazinin ihtiyaç duyduğu ideolojik mekanizmaları yeniden üretmektir. Bunun için tüm enerjilerini gerçeklik illüzyonunu yaratabilmek için kullanırlar. Demokrasi varmış illüzyonu, kendi kendini yönetiyormuş illüzyonu, sanki uluslar ve halklar birbirine düşmanmış illüzyonu, tanrı yazgısı ve kader illüzyonu, savaş illüzyonu, kaybettiği savaşı kazanıyormuş illüzyonu ve belki de en önemlisi herkes kendi tercihini yaşıyormuş illüzyonu, özgürlük illüzyonu. 

 

Sinemanın İllüzyon Yaratma Araçları ve Etkisi

Sanat dalları arasında gerçeklikle en yakın ilişkiyi kuran araç sinemadır. Hareketli görüntü, gerçeğin neredeyse birebir kopyasını yaratır ve son derece ikna edici kopyalar üretebilir. İnsanlığın binlerce yılda oluşturduğu görsel ve işitsel sembollerin, anlam yaratma tekniklerinin hepsini, bir sinema filminin kendi evreni içinde görebilirsiniz. Bir mimar, gerçekliği yeniden yaratırken, taşı, toprağı, harcı, demiri vb. doğada bulabileceği sınırlı şeyleri kullanır. Bir edebiyatçı hayal gücünü sembollerle okuyanın hayal gücü oranında ve kelime dağarcığıyla sınırlı olarak aktarabilir. Bir tiyatrocu sahneye koyabileceği kadar imge koyabilir. Sahneyle sınırlıdır. Ancak sinema (bunu görsel ve işitsel kitle iletişim araçları olarak genişletebiliriz) bahsettiğimiz tüm olanakları bir filmde toplayabilir. Bu sebeple bir bina inşa edilirken harcanan paranın kat be kat fazlası bir sinema filmine harcanabilir. Öte yandan tam tersi, sadece bir kamera, bir ses kayıt cihazıyla dünyanın en ucuz filmi de çekilebilir. Bu sinemasal üretimi, kimin ne için, nasıl ürettiğine göre değişecektir. Temel belirleyenin sinema filminin üretim ilişkileri olduğunu söyleyebiliriz. Eğer piyasaya bir ürün ortaya koyacaksanız, endüstriyel bir sürecin içindesinizdir ve bu anlamıyla serbest piyasa ilişkilerinin kuralları geçerlidir. Filmin cümlesini, ideolojisini belirleyecek olan şey, sistemin yeniden üretimidir. Bunu dışında bir öykü kurulumu oluşturmaz, karakter yaratmaz, gerçekliğin çok yönüyle ele alınması gibi konuları umursamaz, aksine onu ne kadar çok eğip bükerseniz o kadar çok desteklenirsiniz. Çünkü geleneksel sinema, yani Hollywood, yani endüstriyel sinema, yani burjuva ideolojisiyle üretilmiş tüm filmler, gerçeğin kendisiyle değil, onu göstermek istedikleri biçimiyle ilgilenirler. Sıradan hayat oldukça sıkıcıdır. Bunun için sinemaya gidecek olan birisi kendi hayatının sıkıcı yanlarını orada görmek istemez. Tam tersi özdeşleşeceği karakterde kendine yakın şeyler bulsa da daha çok kendi günlük hayatında yaşayamayacağı şeyleri bulmak ister. Bu anlamıyla endüstri sineması karakter yaratırken kahramanlar yaratmaya özen gösterir. Tıpkı antik Yunan tragedyaları gibi. Sıradan günlük konuları işlemez. Sıra dışı olanı arar. Çünkü sıradan olan zaten günlük yaşamın kendisidir ve fazlasıyla sıkıcıdır. Üretim ilişkileri, bunun altında ezilen milyarlarca emekçi konu dışıdır. Konu olsa bile mutlaka ya ailesini koruyan bir kahramandır o, ya da bir şekilde sistemin içinde karşılaştığı haksızlığı yine sistemin içinde çözecektir. Bu sinema anlayışında yeni hep tehlikelidir. Eski ve güvenilir olan her zaman tercih edilir. Bu tarz filmler yüksek bütçeler harcanarak büyük yapım şirketleri tarafından üretilirler ve yine o stüdyoların hâkim olduğu salonlarda, onların anlaşmalı olduğu tv kanallarında gösterilirler. Bu da örneğin Türkiye’deki salonların neredeyse tamamıdır. Gerçekle gerçekten ilgilenen filmler, konu olarak gerçek hayatın günlük akışı içinde görebileceğiniz konuları seçerler. Sıradanı belki de sıra dışı bir şekilde anlatma çabası içindedirler. Büyük bütçelerle değil eldeki olanaklarla çekilirler ve gösterim alanı olarak dev şirketlerin salonlarını seçemezler. Çünkü elit bir sinema izleyicisi yaratılmıştır ve eskiden sinemaya gidip örneğin Yılmaz Güney filmleri izleyebilecek olan parya tayfasının sinema salonlarından ayağı kesilmiştir. Kala kala festival salonlarına kalır bu bağımsız sinemacılar. Onda da başka bir ekonomi çoktan yaratılmıştır. Gerçeği anlatırmış gibi yapan sahtekârlar, çoktan festival salonlarındaki perdelerde yerlerini sağlamlamıştır. Bu anlamıyla gerçeğin filmini yapmak ve onu izletebilmek için yeni olanaklar arama ve yöntemler geliştirmek dışında seçenek kalmamıştır bağımsız sinemacıya. Aslında düşünürsek iyi bile olmuş diyebiliriz. Hayır, saf bir Polyannacılıktan söz etmiyorum. Günümüz toplumunda gerçeği dert edinenlerin onu örtmek isteyenlerle her anlamda ayrışması gerekiyor. Düşünsel, üretimsel, mekânsal ve yöntemsel olarak ayrışmalı. Aksi takdirde ne yaparsa yapsın bağımsız bir sanatçı, gerçekten bağımsız olamayacaktır. Dönüp dolaşıp sistemin yeniden üretilmesine hizmet edecektir. Galerilerden, salonlardan, klasik anlatıdan uzaklaşabildiği oranda özgürleşebilecektir. Tıpkı seçim illüzyonundan uzaklaştıkça halkın özgürleşebileceği gibi. 

 

Önsöz Dergisi

46.Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir