Binaya dışarıdan bakınca bile ihtişamına hayran kalırsınız. Kaç katlı olduğu belli olmayan, modern görünümlü, güzel bir yapı. Kapıdan girdikten sonra içerideki dekorasyon Nedim’i daha da etkilemişti. Yanındaki emlakçının rehberliğinde Haldun Bey’in 23. kattaki ofisine geldiler.
Sekreterdi, randevuydu derken sonunda Hazret’le müşerref oldular. Haldun Bey bu plazadaki birçok ofisin ve toplam dört alışveriş merkezinin sahibiydi. Emlakçı iki tarafı birbirine tanıttı: “Nedim Bey AVM’deki mağazayı kiralamak isteyen değerli bir esnaf dostumuzdur.” Nedim’e dönüp: “Haldun Bey de talip olduğunuz mağazanın sahibi.” Haldun, emlakçının sözü biter bitmez sakin bir tavırla müdahale etti ve yine sakin bir tavırla “bekçisi” diye düzeltti.
Emlakçı hiç bozuntuya vermeden, klasik tüccar yılışıklığı ile ekledi: “Elbette mülkün sahibi Allah!”
Haldun, “hali vakti yerinde”nin de üzerinde olan, doğuştan zengin, babası yaşlanınca tüm serveti yönetme yükümlülüğü üzerine kalmış olan bir emlak zenginiydi. Genç yaşına rağmen Dünya üzerinde görmediği ülke kalmamıştı. Lüks uçaklar ve transatlantiklerle yapılan seyahatler onun için artık her sene yapılan, sıradan tatil biçimleri olmuştu.
Sadece dünyanın en zenginleri listesindeki insanlara yapılan özel bir teklif Haldun’a da sunuldu. ABD’li bir teknoloji firması turistik bir uzay gemisi -buna gemi demek olmaz, uzay kruvaziyeri- inşa etmiş ve müşteri arıyordu. Teklifle ilgilenince firmanın iki görevlisi bilgi vermek ve anlaşma yapmak üzere Haldun’un ofisine geldi.
Kahveler içilirken bir yandan da Haldun’a uzay gemisi ve yapılacak seyahatle ilgili bilgiler veriyorlardı. Firma yetkilisi Ayça, elindeki tablet bilgisayardan bazı resim ve videolar sunarak anlattı seyahati. Bu işin en önemli detayı zaman konusuydu; yolculuğun 20 sene sürmesi planlanıyordu. Uzayda yüksek hızlarla yapılacak bir seyahatle geçen 20 yıl dünyada en az 80 yıl geçmesi demekti. Bu durum Haldun’un pek hoşuna gitmedi. Bu kadar malı mülkü kime emanet edebilirdi ki? Bir kız kardeşi vardı ama… Yok yok, olmaz…
Organizatör şirket bu durumu da düşünmüştü. Sonuçta zengin müşterilere hitap eden bir proje hazırlamışlardı. Ayça bunun çözümünü de açıkladı: “Eğer mal varlığınızı emanet edeceğiniz birisi yoksa siz geri dönene kadar şirketimiz birikiminizi koruyabilir ve isterseniz şirket işletmelerini de faal durumda tutabilir. Elbette işletme karının üçte birini almak koşulu ile. Mal varlığınızın korunacağını ve hatta artırılacağını size kesin olarak garanti ediyoruz.”
Bu, Haldun’un aklına yatmıştı. Belki kız kardeşi gücenebilirdi ama en azından geri döndüğünde onun torunlarıyla uğraşmak zorunda kalmayacaktı.
Seyahat günü geldi. Dünyanın farklı yerlerinden havalanan uzay mekikleri, yolcuları atmosferin dışında inşa edilmiş olan büyük uzay gemisine taşıdılar. Devasa uzay gemisi lüks bir otel gibi tasarlanmıştı. Akla gelecek her türlü konfor mevcuttu. Harekete geçtikten sonra yolcular bir konferans salonunda toplandı. Uzun boylu esmer bir adam çıkıp konuşmaya başladı. Yolcuların hepsi farklı ülkelerden olduğu için taktıkları kulaklıklar sayesinde konuşmayı kendi dillerinde duyabiliyorlardı: “Merhaba ben geminin kaptanı Clint Koln. Hepiniz hoş geldiniz. Ben ve ekip arkadaşlarım yolculuğumuz boyunca sizin hizmetinizde olacağız. Güneş sistemi içerisinde yapılacak olan yolculuğumuzda sistemin en dışındaki gezegen olan Neptün’e kadar gideceğiz. Oraya varana kadar Dünya ile Neptün arasındaki diğer gezegenleri, Mars, jüpiter, Satürn ve Uranüs’ü de görme şansımız olacak. Gezegenlere iniş yapmayacağız elbette ancak en uygun şekilde yakından izleyebileceğiz ve bu gezegenleri çıplak gözle gören ilk insanlar olarak tarihe geçeceğiz.”
Tamamını gördükleri ilk gezegen Dünya oldu. Beyaz lekelerle bezeli mavi küre ve onun refakatçisi ay yavaşça uzaklaşıyordu.
Oyun alanları, spor salonu, sinema salonu, yüzme havuzu, kumarhane, kütüphane, eğlence mekanları… Geminin içinde her zevke hitap edecek, dünyayı aratmayacak çeşitlilikte aktivite imkanları mevcuttu. Yolcuların hiçbiri sıkılacak zaman bulamıyordu.
Gemi Mars gezegenine yaklaşınca yavaşladı. Yolcular izleme salonunda yerlerini almış bekliyorlardı. Kocaman bir pencerenin karşısında sinema salonu şeklinde koltukların dizilmiş olduğu bir salondu burası.
Kaptan Koln yine karşılarındaydı: “Değerli konuklarımız, yolculuğumuzun ilk aşamasını geçmiş bulunuyoruz. Bugüne kadar gidilmiş olan en uzun yolu kat ettik. Aynı zamanda bugüne kadarki en yüksek hıza ulaştık. İnsanlık tarihi açısından hepimiz birer rekortmeniz. Bayanlar, baylar! İşte Merih…” Sözünü bitirince camın önündeki perde açıldı. Kocaman kırmızı gezegeni karşılarında buldular.
Dünyanın teskin edici mavi manzarasından sonra çöllerle kaplı, ateş rengi bir küre insana heyecan veriyordu. Büyüleyici bir görüntü… Astrofizik uzmanı Rita Peruna manzaranın yanı tarafında durdu ve Mars gezegeni hakkında bilgiler vermeye başladı. “Çapı şu kadar”, “yüzölçümü bu kadar” gibi hiçbir yolcunun dikkatini vermediği bilgilerle dolu bir konuşma yaptı.
Gemi birkaç gün Mars yörüngesinde kalıp gezegenin etrafında dolaştı. Gemide büyük izleme salonunun yanı sıra çok sayıda da küçük, birkaç kişilik izleme locası bulunuyordu.
İki yolcu, Nemeyen ve Manok bu localardan birinde teleskopla Mars’ı seyrediyorlardı. Nemeyen “Şu işe bak,” dedi. “Dünyadayken uzayı izlemek için bu teleskopları kullanırdık. Şimdi uzaydayız, teleskoplarla bir gezegeni görmeye çalışıyoruz.” Monok “Haklısın,” dedi gülerek “2 yıl önce bundan bahsetsen inanmazdım.”
Birkaç gün sonra Marstan ayrıldılar. Yolculuk esnasında Nemeyen ve Monok yine bir izleme locasına geldiler.
“Eşsiz bir manzara…” dedi Monok.
“Evet, bu kadar çok yıldızı bir arada görmeyi hayal bile edemezdim.”
Teleskopla bakarken “Şuradaki bulutu görüyor musun?” dedi Nemeyen.
“Gördüm. Ama bulut değildir herhalde.”
“Ben de yeni öğrendim. O, Sombrero Galaksisiymiş. 28 milyon ışık yılı uzaklıkta…”
“Uzayı öğrendikçe ukalalığı da öğreniyorsun anlaşılan…”
“O kadar da olsun artık.”
“Şu dünyada zamanın çabuk geçme mevzusunu bir türlü anlayamadım. O nasıl oluyor da oluyor?”
“Bak o şöyle oluyor,” diye heyecanla anlatmaya başlamıştı ki Monok araya girdi: “Tanrı aşkına anlayabileceğim şekilde anlat! O fizikçi kadın yeterince kafamızı ütülüyor zaten.”
“Öyle deme… Güzel kadın.”
“Haaa… Fizik bilimine karşı artan ilginin sebebi şimdi anlaşıldı. Kimbilir kaç tane kitap okudun ona asılmak için!”
“Okumak da laf mı? O kadın için kitap bile yazarım.”
“Nasıl oluyor o iş, anlatsana.”
“Çapkınlık bir sanattır Mirim.”
“Onu demiyorum. Zaman meselesini anlat.”
“Haaa. Olur, onu da anlatayım.” deyip devam etti. “Einstein’in izafiyet teorisini duymuşsundur. Hani şu E=m.c²”
“Anlayacağım şekilde anlat. Ben Rita değilim.”
“Şöyle diyelim: Hareket halindeki cisimler için zaman, duran cisimlere göre daha yavaş ilerliyor.”
“O malum zaten. Biz hareket ediyoruz, dünya ise yerinde duruyor.”
“Aslında o da durmuyor ama biz öyle farz edelim. Hareket halindeki cisim ne kadar süratliyse zaman da o kadar yavaş akıyor.”
“Şimdi daha anlaşılır konuşuyorsun. Böyle devam et.”
“Esasen dünya üzerinde duran bir kişiye göre bir uçakla seyahat eden kişinin zamanı da yavaşlar ancak uçaklar yeterince hızlı olmadığı için aradaki fark insanlar tarafından anlaşılamayacak kadar küçük olur.”
“Yine karmaşıklaşmaya başladı.”
“E, bu kadarını anlamak için sen de biraz gayret et. İzafiyet teorisini anlatıyoruz burada, boru değil!”
“Tamam tamam, artistlik yapma.”
“Bu uzay gemisi dünyadaki en hızlı jetten katbekat hızlı gidiyor. Bu kadar süratli olduğu için de zaman çok daha yavaş işliyor.”
“Hımm… Peki o niye oluyor?”
“Ne niye oluyor?”
“Yani sürat arttı diye zaman niye yavaşlıyor?”
“Heee… Bak bu çalışmadığım yerden geldi. Ama iyi oldu. Ben de Rita’ya ne sorsam da muhabbet açsam diyordum. Seninle sonra görüşürüz.” deyip odadan çıktı. Monok arkasından kalakaldı.
Biraz sonra Nemeyen Rita’yı bulmuştu.
“Merhaba Rita, vaktin varsa bir şeyler sormak istiyorum.”
“Elbette.”
“İzafiyet teorisi ile ilgili anlayamadığım bazı hususlar var.”
“İzafiyet teorisi mi?” dedi hafifçe gülümseyerek ve ekledi: “Doğrusu fizikle bu derece ilgilendiğini görmek güzel.”
“Lisede fizikten 90 almıştım. Aslında 100 alırdım ama çıkrık ile ilgili bir soru vardı. Öyle ilkel mevzulara girmek istemedim.”
“Hah hah haa. Bu çok iyiymiş.” Güldükten sonra sordu: “Sen ne soracaktın peki?”
“Hani hızlanan cisimler için zaman yavaş ilerliyor ya, mesela bizim gibi. Neden öyle oluyor? Yani zaman neden sabit değil?”
“Çok güzel bir soru. Ama cevabı pek basit değil.”
“Olsun. Sen anlayabileceğim şekilde anlatabilirsin.”
“O halde zaman kavramıyla başlayalım. Zaman nedir? Söyleyebilir misin?”
“Zamaaannn…. Hani işte geçer ya. Yani, saate bakarız, işte, öyle olur yani.”
“Mesela zaman dursa ne olur?”
“Her şey durur.”
“Her şeyin durduğunu nasıl anlarsın?”
“Her şey sabit, olduğu yerde kalır, hiçbir şey kımıldamaz.”
“Evet, kımıldamaz, aynı zamanda eskimez, yıpranmaz.”
“Doğru.”
“Öyleyse zamanın geçtiğini anlaman için bir şekilde hareket etmesi ya da yıpranması gerekiyor. Daha doğrusu algılayabileceğimiz düzeyde bir değişim olması gerekiyor. Değişimi algıladığımızda zamanın geçtiğini anlarız. Ne kadar zaman geçtiğini de değişimin boyutuyla ölçebiliriz. Senin tekstil fabrikaların var değil mi?”
“Evet, Dünya çapında ünlü bir markanın sahibiyim.”
“O halde benim üzerimdeki kazağın kaç yıllık olduğunu tahmin edebilirsin.”
Nemeyen, Rita’nın koluna ve yakasına dokunup kazağını inceledi. “Yaklaşık bir yıllık olmalı.” dedi.
“Doğru. Peki bunu nasıl anladın?”
“Zamanla, özellikle yıkandıkça kumaştaki yıpranma artar.”
“Zamanla…” Bunu altını çizercesine manalı söyledi. “İşte sihirli kelime bu.”
“Öyleyse ‘zaman eşittir değişim’ diyebilir miyiz?”
“Değişim yerine ‘hareket’ kelimesini kullanırsak daha doğru olur. Çünkü değişim dediğimiz olgu aslında bizim hareketi algılayışımızdır. Asıl olan harekettir. Hareketsiz madde olmaz.”
“Mesela şuradaki masa hareket etmiyor, sabit duruyor.”
“Kastettiğim, bir cismin yer değiştirmesi değil. Atomik düzeydeki hareketten bahsediyorum. Biliyorsun bütün cisimler atomlardan oluşur.”
“Anladım” diye atıldı Nemeyen. “Elektronların hareketinden bahsediyorsun.”
“Evet, ondan bahsediyorum. Atomu ve dolayısıyla maddeyi var eden şey atomun içerisindeki hareketliliktir. Eğer o hareket durursa atom da olmaz.”
Nemeyen düşünceli bir şekilde “Hareketsiz madde olmaz.” diyerek Rita’nın biraz önceki sözünü yineledi. Rita ekledi: “Hareket maddenin varoluş biçimidir.”
“Bu hareket var oldukça da değişim oluyor ve biz zamanın geçtiğini anlıyoruz, değil mi?”
“Zaman dediğimiz şey, aslında bu hareketi fark etmemizdir.”
“Evreka!” diye bağırdı Nemeyen. “Bir cismin hareketi hızlandıkça o cisimdeki atom ve elektron hareketleri yavaşlıyor. Böylece tüm değişimler daha yavaş gerçekleşiyor, bu yüzden zaman da yavaş işliyor. Bizim gemide olduğu gibi.”
“Biz de geminin içinde olduğumuzdan, zamanın yavaşladığını fark edemiyoruz. Çünkü bizi -ve dolayısıyla- beynimizi oluşturan atomlar da yavaş hareket ediyor. O yüzden geminin içinde olan bizler bu yavaşlamayı gözleyemiyoruz.”
“Dünyada seneler geçti ama senin kazağını oluşturan atomlar yavaş hareket ettiği için sadece bir yıllık eskimeye maruz kaldı.”
“Tebrik ederim. Çok iyi anladın.”
“Sayende. Teşekkür ederim.”
“Artık görevime dönmeliyim. Birkaç gün sonra Jüpiter’e varmış olacağız. O manzarayı kaçırma.”
Jüpiter’in heybeti ve Satürn’ün zarafetinden sonra Uranüs ve Neptün biraz sönük kaldı. Yolcular ve mürettebat insanlık tarihinin en önemli seyahatini gerçekleştirdi. Yolculuğun sonunda Dünya yeniden göründü.
Yolculuğun başında herkes sevinçliydi. Şimdi de döndükleri için seviniyorlardı. Gemiden ayrılmadan önce tüm yolcular konferans salonunda toplandı. Organizatör şirketin yetkilisi veda konuşması için kürsüdeydi: “Değerli konuklarımız! Eğlenceli bir seyahatin sonunda nihayet evimize döndük. 20 yıllık bir yolculuk yaptık. Ancak artık hepinizin bildiği üzere dünyada geçen zaman 20 yıldan çok daha fazla. Dolayısıyla her alanda ve her anlamda alışmamız gereken değişiklikler, yenilikler bizleri bekliyor. Dünya ile irtibat kurduk ve öğrendik ki gezegenimiz bıraktığımızdan çok daha iyi bir durumda. Giderken tüm maddi varlıklarınızı şirketimize teslim etmiştiniz. Döndüğünüzde her biriniz daha fazla varlığa sahip olduğunuzu göreceksiniz.” Bu son cümle coşku ve alkışa sebep oldu.
“Şirketimiz gayrimenkullerinizi ve işletmelerinizi en iyi şekilde kullandı. Bugün itibariyle sadece giderken bıraktığınız birikimleriniz değil, gezegendeki her şey size ait.” Bu cümle ile ne demek istediği tam olarak anlaşılamadığı için uğultular duyuldu. “Açıklamama izin verin. Artık her şey sizin, bizim ve aynı zamanda dünyadaki diğer insanların. Bu, planladığımız bir durum değildi. Bizler için de sürpriz oldu. Sizleri temin ederim ki şirketimiz bu durumun müsebbibi değildir.”
Yolcular arasındaki bir holding patronunun asabi sesi duyuldu. “Bunu yapamazsınız. Bizim sahip olduğumuz ayrıcalıkları yok etmişsiniz.”
“Sözleşmelerinize aykırı bir durum yok. Hepinize döndüğünüzde mal varlığınızın korunacağı ve artırılacağı vaat edildi ve arttırıldı. Artık tüm gezegen sizin. Tabii diğer dünyalılarla ortak olmanız koşuluyla… Eski yaşantınızdan daha iyi yaşam koşulları sizi bekliyor. Yine lüks içinde yaşayacaksınız. Eskisinden tek farkla: Diğer insanlar da sizin gibi lüks yaşıyor olacaklar. Söylediğim gibi bu şirketimizin planladığı bir durum değildi, ancak karşılaştığımız vaziyet bu oldu.”
Haldun Dünya’ya indiğinde 30’lu yaşlarda bir adam karşıladı kendisini.
“Merhaba, hoş geldiniz.”
“Hoş bulduk, sağ olun.”
“Benim adım Murat.”
“Kardeşimin torunusunuz sanırım.” deyip gülümsedi Haldun.
“Hayır,” diyerek hafif bir tebessümle cevapladı Murat. “Sizin eski kiracılarınızdan Nedim Bey’in torunuyum.”
“Kusura bakmayın, şu anda hatırlayamadım. Nereyi kiralamıştı?”
“Aslında son kiracılarınızdan biriydi. Siz uzay yolculuğuna çıkmadan birkaç gün önce bir mağazanızı kiralamıştı.”
“Hah! Şimdi hatırladım. Hayli zaman geçti tabii. Lakin burada daha çok zaman geçmiş.”
“Kendisi vefatından önce bana bir vasiyette bulunmuştu. Size bir mesaj iletmemi istedi.”
Haldun mimikleriyle merakını yansıtarak sordu: “Ne mesajı?”
“Dedi ki, artık o mağazada bekçilik yapmasına gerek yok. Hayatın tadını çıkarsın.”
Önsöz Dergisi
41.Sayı