Nasıl da hareketli günler! Kadını, erkeği, genci, yaşlısı binlerce insan bir o yana bir bu yana kaçışıyor. Yüzleri yarı yarıya kapalı ama ben kıyafetlerinden çıkarıyorum yaşlarını. Arada beyaz bir bulut kaplıyor etrafı, kocaman bir arabadan su fışkırtıyor birileri.
Kaç zaman oldu buradayım, böylesi bir hareketli itiş kakışı ilk kez görüyorum. Kaç kez kırılıp, onarılıp, harçlanıp dolandım sokakları… Bendeniz efenim, İstanbul’un ünlü İstiklal Caddesi sakinlerinden yaşlıca bir kilit taşı.
Bu toplu kaçışlarınız etkilemiyor beni, meraklanmayın yahu… O koca kafalı, koca postallı, ellerinde cop taşıyanlar sıkıştırıyor sadece yüreğimi. Ne yüreği be canım, latife ediyorum. Latife deyince, nerede o eski İstanbul beyefendileri demeden geçmek olmaz hani.
İlk günler böyle kalabalık değildi. Giderek artan kalabalık, caddeden sokaklara doğru taşmaya başladı. Her yere slogan yazıyorlar, şiirler okuyorlardı bağır bağır. Ne güzel dizelerdi onlar.
“Ölenler, dövüşerek öldüler! / Güneşe gömüldüler!” diyorlardı. Sloganlarla, marşlarla bir ileri bir geri gittiler önce. Caddede akan bir sel gibi taşıp; bulutların, suların arasından sokaklara doluştular. Kimileri dönen gaz toplarını kaptığı gibi gerisin geri fırlatıyor, kimileri etraftan topladığı şeyleri üst üste yığıp barikat kuruyordu.
Sonra birileri yerimden oynattı beni. Ne olduğunu anlayamadım önce ve sonunda sabitlendiğim kilit taşlarından koparılıp, hızla fırlatıldım. Döne döne uçarken insan kalabalığının üzerinden, coşkuyla akan bir şiir izledim. Rengarenk sloganlar ve resimler, duvarlar boyunca bana eşlik ediyordu. Gidip koca kafalı bir metale çarptım. Bu eylemin türküsüne katılmıştım sonunda. Coşkun kalabalık aktı üzerimden ileriye, metal koca kafalar arkalarına bakmadan kaçmaya başladı. Kaçışanların ayaklarına takıla döne kendimi bir meydanda buldum. Sonra tek bir ağızdan çıkar gibi duydum o sloganı: “Taksim Kızıldır, Kızıl Kalacak!”
Vaaaay, namı bunca duyulan, hakkında onca konuşulan Kızıl Meydan burası demek. Ayakların arasından el verdiğince inceledim meydanı. Pek öyle matah bir yer de değildi ama anlamı çok derindi. 1 Mayıslarda buraya çıkmanın yollarını arayanların gizlerini dinlerken anlamıştım anlamının derinliğini.
Güneş yavaş yavaş alını, morunu, turuncusunu toplayıp giderken etrafımdaki kalabalık telaşla azalmaya başladı. El birliğiyle çadırlar kurulmuştu her yana. Meydanın dört bir yanında üniformalılar koşturup duruyordu. Ayakların altında dönüp dolaşırken insan karmaşasını aşıp meydanı incelemeye başladığımda dört bir yanda yükselen binalar gördüm. Çok yakınımda bir anıt vardı ve üzeri çeşitli bayraklarla donatılmıştı. Haa, bunlar, Sovyet Askerlerin anıtı. Birkaç genç aralarında konuşurken duymuştum bunu. İleride bir park vardı, şu merdivenlerden giriliyordu galiba parka, Gezi Parkı olmalıydı burası. İçinde üç beş ağaçtan fazlası vardı…
Aralarında konuşan gençlerden duyduğum kadarıyla her bir yanda ayaklanmalar vardı. Ben gördüm, insanın en güzel hali, ayaklanma haliydi. Bir tohumun su alıp şişmesi, kabuğunu kırıp çoğalarak toprağı delmesi gibi… Her gün asık suratlarını, geri geri giden ayaklarıyla işe götüren insanların yerini cıvıl cıvıl bir bahar başlangıcı almış gibi… Hınçla kalkan yumruklar, hak ettiği yaşamı kurar gibi…
Ben onu bunu bilmem arkadaşım, insanın en güzel hali, ayaklanma hali.
Önsöz Dergisi
50.Sayı