Ökkeşler Terörist Avında

“Yaşamlarımıza ölümler giriyor. Adlar birer sayıya dönüşüyor. Her ölüm birlik, ondalık, yüzlük sayılar halinde kazınıyor belleklerimize. Altı Mayıs’ta üç fidan, Kızıldere’de on yiğit, Taksim’de otuz dört devrimci, Gezi’de on genç, Soma’da üç yüz bir işçi, Suruç’ta otuz üç sosyalist genç, Ankara’da yüz üç kişi… Bunlar bize kalabilen sayılar ve kimimiz için birer sayı bile olamayan arda kalan ölüler. 

Ömür akıp gidiyor, bazı sayılar unutuluyor bazı sayılar adlara dönüşüyor. İki bin yirmi iki yılının haziran ayında yapacağım bir görüşmeye kadar benim için bir sayıdan ibaret olan Madımak yavaş yavaş ete kemiğe bürünüyor.”

Kafamda cümleler uçuşarak yürüyorum metrobüs ile ev arasındaki uzun yolu. Bir buçuk yıldır onunla yatıp onunla kalktığım projeyi nasıl anlatmalı, yokluyorum aklımın kıyı köşelerini. Çizerken bir yandan da cümleler kurduğum bir proje olmuş meğer bu benim için. Yürürken bir yandan düşüncelerimi duyuyor, buna şaşırıyorum. İstanbul’da bir yerden bir yere ulaşabilmek bir meziyet iken ben yollarda aklımın üstüne yazılar yazıyorum. 

“Aydın mısın” ne kadar büyük bir soruymuş meğer. Aydın kimdir, ne yer, ne içer, ne düşünür, ne yaşar… 93’ün aydınlarını 23’ün aydınları anlatabilir mi? Bizi bize bağlayan şeyleri düşünüyorum. Bunların hepsine tek tek cevap bulmaya çalışmak benim gibi daha kat edeceği çok yolu olanlar için ne kadar büyük bir iş. Yeni yeni toparlayabildiğim cümleler bir bilgisayarda, bilgisayar sırtımda. Yürüyorum hala. Yol uzun.

Eve geliyorum. Genel yayın yönetmeni Songül, genç bir avukat ve yetenekli bir öykücü olan Esra beni bekliyor. Güzel bir sofraya oturuyoruz. Sofraya Önsöz’ün ilk emektarlarından Fatma en son katılıyor. Yemek faslı bitiyor ve toplantıya geçiyoruz. Uzaktaki yayın kurulu üyemizi de online bağlayarak konuşmaya başlıyoruz. Yeni sayımızı toparlamamız ve artık matbaaya göndermemiz lazım. Elimizde hangi yazılar var, neleri bekliyoruz, mizanpajda nasıl güzellikler yapabiliriz ve kapağımız ne olacak, her bir gündemi konuşuyoruz sırayla. “Aydın Mısın?” sorusuna bugün vereceğimiz yanıtlardan emin bir şekilde gündemleri bitiriyoruz. “O zaman olaysız dağılıyoruz.” diyorum. Ve dağılıyoruz. 

Saat geç oluyor. Kasım ayında bir Dostoyevski etkinliği yapmayı planladığımız için bu ara hepimiz Dostoyevski bilgilerimizi güncelliyoruz. Dostoyevski’nin hayatını anlatan bir mini dizi bulmuştum, yedi bölümlük. Onun ilk iki bölümünü izliyoruz birlikte. O sırada toplamımızın temsili erkek kotasını doldurmak üzere bir erkek arkadaşımız geliyor eve. O da oturuyor, bizimle birlikte dizi izlemeye başlıyor. 

Ben hastayım ve daha kötü oluyorum. Boğazım kötü, grip ilerliyor. Fatma da zaten diziden sıkılıyor. Herkes yorgun. Yatalım diyoruz. Yatakları hazırlıyoruz. 

Bütün gece uyuyamıyorum. Hastalığım ilerliyor. Sabaha karşı biraz dalar gibi oluyorum. Kulağıma bu sefer uğultular geliyor, ardından Songül bana dokunuyor. “Sena, Esra uyanın, sakin olun, telaş yapmayın.” Eyvah diyorum içimden, deprem mi oluyor yoksa… O kadar felaket yaşadık ki bu sene, uğultu duymuş olmam aklıma ilk depremi getiriyor. Sonra “Polis kapıda.” diye ekleyince nedense rahatlıyorum. Kapıya gidiyoruz. Vurmaya ve bağırmaya başlıyorlar. “AÇ KAPIYI, AÇ, AÇ” Songül sakinleştiriyor kapıyı kırmak üzere olanları ve kapıyı açıyor. Kalkanlar, namlular, postallar içeri dalıyor saniyeler içinde. “GEÇ GEÇ GEÇ” Komutla çalışan bu varlıkların insan olduğuna dair bir belirti arıyorum. Pijamalı insanlar çıkıyor her bir odadan. Salonda toplanıyoruz. Namlular ancak bir süre sonra yere indiriliyor. 

Gece hastalıkla kıvrandığım çarşafların üstüne oturuyor amirleri. Kimlikler geliyor önüne. Arama kararı, elektronik eşyalara el koyma kararı, Sena ve Songül için gözaltı kararı… Tek tek kuruyor cümleleri. Başka bir bilgi yok. Neden? Bilmiyoruz. Başka kimler var? Bilmiyoruz. 

Arama başlıyor. Üzerinde sakıncalı kelimeler gördükleri kitapları getirip sehpaya koyuyorlar. Amir şöyle bir bakıyor. Tamam diyor. Sonra biri kapağında Sevgi Soysal’ın portresi olan Önsöz sayısını getirip koyuyor sehpaya. Bir süre Soysal bize bakıyor, “ben de çok yaşadım bunları” der gibi. Sonra yaptıklarının farkına varıp götürüyorlar onu. 

İşlerini bitiriyorlar ve götürülüyoruz. Arabaya bindiriliyoruz. Arkada benim olduğum cama birden biri vuruyor. “Bu vatanı size böldürmeyeceğiz orospular!” diye bağırıyor. Sen kimsin? Bizim vatanla aramızdaki ilişkiyi nereden biliyorsun? Ayrıca bundan sana ne… Biz de ona bağırmaya başlıyoruz. Öndeki polis ve amiri de sinirlenip iniyorlar arabadan. Adamın peşine düşüyorlar. Azarlayıp bırakıyorlar sonra. Amir sonra gelip bize, “Erkek olsaydınız buna cesaret edemezdi.” diyor. Haklı. 

Yola çıkıyoruz. Radyoyu açıyorlar. Ne garip, aynı türküleri dinliyoruz. Sonra Kürtçe çalmaya başlıyor. Daha genç olan polis rahatsız oluyor, amir bu sefer ona kızıyor. “Hepsi bizim türkülerimiz.” Hayat çok enteresan. 

Camdan dışarı bakarak gidiyoruz. Dostoyevski dizisinin ilk bölümü geliyor Songül’le aklımıza. Dizi onun idam sahnesiyle başlıyor. Bir saat öncesi bize uzanan namlular gibi, Dostoyevski de namluların hedefinde. Tam “ateş” emri verilecekken Çar’ın idamı sürgüne çevirme kararı geliyor. Ve Dostoyevski idamdan kurtuluyor. Kafasındaki çuval çıkarılınca gökyüzünde uçuşan kuşları görüyor. Artık o başka bir adam. Nedense kendimizi o sahnede gibi hissediyoruz. 

Sağlık kontrolüne getiriliyoruz. Çıkışta merdivenlerde Nuran’ı görüyoruz. Şaka mı bu? Ne işin var senin burada? Demek, diye düşünüyorum, herkesi aldılar. Bu kadını bu yaşında, bu hastalıklarıyla buraya getirdiklerine göre… Suçlamaların kapsamı beni ilk defa endişelendiriyor. Merhabalaşıyoruz. İyi misin? İyim, siz? Biz de iyiyiz. Kısacık bir konuşmadan sonra Vatan’a götürülüyoruz. “Vatan hainleri” İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşunun (6 Ekim 1923) 100.yılında İstanbul’dan temizlenip Vatan’a götürülüyor… Şu an dışarıdaki insanlar için bizler de birer sayıdan ibaretiz. İstanbul’dan şu kadar kişi Kocaeli’den bu kadar, Bursa’dan o kadar, Diyarbakır’dan biraz daha kişi, bilmemkaç yere baskın, allahbilirkaç yerde arama kararı… 

Nezarete götürüleceğiz. İçeri girerken ters kelepçe yapmak istiyorlar, “Görüntü alacağız, sonra çıkaracağız.” Nasıl yani? “Zorluk çıkarmayın, şuraya girerken görüntü alacağız. Talimat böyle.” Sonradan birkaç defa daha yaşayacağımız bu uygulama bizi hayrete düşürüyor. Polisler bizi, ters kelepçeli videoları üstlerine göndermek zorunda olduklarına ikna etmeye çalışıyor. Tam bir mizansen. Kelepçeler vuruluyor, yelekler ve şapkalar giyiliyor, herkes sıraya diziliyor, her birimizin yanına birer polis ayarlanıyor, sayı yetersizse ek yapılıyor, kamera kapatılıyor, kelepçeler çıkarılıyor. Sonra evli evine köylü köyüne… 

İşlemlerin ardından hücrelere götürülüyoruz. İçeride Ezgi bizi bekliyor. Selamlaşıyoruz. Burada da temsili erkek kotamızın dolduğunu öğreniyoruz. “Muhammed’i de aldılar.” 

Ezgi ve Nuran’ı aynı hücreye, beni yanlarına tek, bir yanıma da Songül’ü tek koyuyorlar. Koca demir parmaklıklar üstümüze kilitleniyor. 24 saat gözaltı kararı var diyorlar ama bugün cuma. Bir gün daha uzatırlarsa anca pazartesi çıkarız savcılığa. Neyse diyoruz, bu iyi bir detoks olur bize. Birkaç kilo fazlamız var ne de olsa… Bu kadar kadın bir arada olunca akla ilk zayıflama planları geliyor. 

Birbirimize operasyon hikayelerimizi anlatıyoruz. Benim aklım bir yandan kendi evimde. Bizi götürürlerken “Amirim bunlar ikişer ikişer çıkıyor evlerden” demişlerdi. Benim eve de gittikleri kesin. Utku evde yalnız. Aklıma bir ton şey geliyor. Kötü şeyler düşünmemeye çalışıyorum. 

Kısa bir süre sonra kapı açılıyor, içeri peçeli bir kadın getirilip Songül’ün hücresine konuluyor. Eş zamanlı IŞİD operasyonu da yapmışlar meğer. “Şüpheli şahıs”ları tek tek getiriyorlar hücrelere. Kadın ağlayarak geliyor. İki çocuklu, boşanmış bir iş yeri sahibi. Onun hikayesini dinliyoruz biraz. 

İlk gün dosyada kısıtlılık kararından avukat yüzü göremeyiz diye rahat rahat uzanıyoruz pis yataklara. Biraz konuşuyoruz, biraz su içiyoruz, biraz uyuyoruz. Sürekli “acaba neden buradayız” diye düşünüyoruz. Birbirimize önceki gözaltı maceralarımızı anlatıyoruz. Nuran, 80’lerin gözaltılarını, işkencelerini bilen olarak durup durup çok şaşırıyor bugünün Tem’ine. Tem polislerinin, onun deyimiyle “çocuk” gibi göründüğünü söylüyor. Bunu sonra yüzlerine de söylüyor. Biraz bozuluyorlar tabii. Avukat yüzü görmediği gözaltıları anlatıyor. 

İkinci günün sabahı tekrar götürülüyoruz. Polisler yine bir mizansen hazırlığında. “Ökkeş, sen şunu al.” “Ökkeş, sen Ökkeşleri al, karşıya geç.” “Kamera Ökkeş’teydi.” “Hazır mıyız? Araba geldi mi? Ara Ökkeş’i, hadi acelemiz var.” Birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Nuran bize dönüyor. “Bir tek bu değişmemiş.” diyor. 80’lerde ayaklarını bağladıkları tahtaya yazarlardı bu adı. Sonra elektrik verenlere dediler, sonra elinde tahta sopa olanlara, sonra plastik copa geçenlere, şimdi burada Vatan’dakilere. Ökkeşler değişti, Ökkeş ismi baki kaldı. Tem’in değişmeyen tek geleneği…

Avukatlar bizi bekliyor. Sağlık kontrolü dönüşünde yanlarına gidiyoruz. Kalabalıklar, bizi gördüklerine memnunlar. Ne oluyor diyoruz, henüz bilmiyorlar. Birkaç tahminleri var, hepsi o. Biri geliyor, “Savaş çıktı.” diyor. Oturup Filistinli on altı örgütün İsrail’e saldırılarını dinliyoruz şaşkınlıkla. Hayat sen planlar yaparken başına gelenlerdir, diyorlar ya. Her saatimiz bu sözü kanıtlamak için koşturuyor önümüzde. Herkes nasıl, nerelerde ne kadar hasar var, öğrenmeye çalışıyoruz. Yayıncılık bürosunun ve Ayışığı’nın basıldığını, bizim dışımızda da operasyonlar yapıldığını, yüze yakın insanın gözaltına alındığını öyle öğreniyoruz. Bir haberin üzerine diğeri geliyor. 

Üçüncü gün oluyor. Bugün polis sorgusu olacak, en azından bugün bir şeyler öğreneceğiz diye bekliyoruz. İlk önce IŞİD operasyonundan gelenleri alıyorlar sorguya. Bize sıranın gelmesi akşamı buluyor. Avukatlarla görüşüyoruz önce. Nasıl ilerleyeceğimizi konuşuyoruz. Tekrar hücrelere dönüyoruz. Birkaç saat uyukluyoruz. Sırayla çağrılmaya başlıyoruz. Bu arada avukatlar kendi sıralamasını yapmışlar, sonradan öğreniyoruz. “En riskli” kişileri belirlemişler kafalarında, bir sıralama yapmışlar. Ona göre soru bekliyorlar. Beni çağırıyorlar, üst kata çıkarılıyorum. Bir odaya geçiyorum. Avukatı görüyorum. Elinde birimize yöneltilen soruların olduğu bir kağıt demeti var, yaklaşık on beş sayfa. Her birimize ayrı ayrı soru yığını hazırlamışlar. İnsan merak ediyor tabii, özel harekatla yedi yeri basıp bizi gözaltına alıp, bir de bir açıklama bile yapmadan üç gün tutacak ne var ellerinde diye… O yüzden avukat yanımda diğer sorulara bakarken ben de bir göz atıyorum. 

Benim sorular hazırlanıyor. Çıktı alacaklar, avukata imzalatacaklar. Yanımıza geliyor biri. “Avukat bey, biraz uzun sürecek.” diyor. Ben de dinliyorum konuşmalarını, ortalarında oturuyorum. Sonra devam ediyor, “Ne kadar uzun?”. “Yani, bilmiyorum. Yetmiş beş sayfa çıktı var.” Benim gözler fal taşı gibi açılıyor. Bir polise bakıyorum, bir avukata. Yetmiş beş sayfa? Benim için? İlk orada diyorum kendime, gidicisin sanırım diye. O sırada avukatlar haberleşiyor, kendi aralarında yaptıkları sıralamayı bozuyorum ve ilk sıraya yerleşiyorum. Herkes artık benim için kaygılanmaya başlıyor. 

Çıktılar alınıyor, önüme getiriyorlar. Bir yandan avukat bir yandan ben bakıyoruz sorulara. Telefon görüşmeleri, katıldığım işçi grevleri, sanat merkezinde düzenlediğimiz sergiler, sanat çalışmalarıyla ilgili verdiğim röportajlar, haberler, kadınlarla gittiğim uluslararası konferanslar, Önsöz’le ilgili sorular, Ayışığı ile ilgili sorular, yayıncılık ile ilgili sorular… Hepsi dışarıda sıradan bir insanının bile iki saniyede sosyal medyadan benimle ilgili toplayacağı bilgilerden ibaret. Soruların hepsine bir cevabım var. Hiçbiri dünyada herhangi bir ülkede yaptın diye yargılanacağın türden işler değil. Yetmiş beş sayfada benim bir terörist olduğumu bu sorularla kanıtlamayı düşünmüşler. Yasal dergiler, yasal kitaplar, yasal dernekler, yasal etkinlikler… Adaleti tersten işletmeye çalışıyorlar. 

Hepimizin çıktıları, imzaları bitiyor. Yine aşağı nezarete gönderiliyoruz. Avukatlar kendi aralarında konuşuyorlar. Sonra tekrar buluşuyoruz. Küçücük avukat odasında toplantı yapıyoruz. Camın arkasındaki Ökkeş bizi hayretle izliyor. Solcuların avukat görüşmesi de bir suç unsuru olabilir diye mi düşünüyor, bilmiyorum. Tüm sorulara birlikte tekrar bakıyoruz. Üzerinden geçiyoruz her bir sorunun. En son üniversitede bir sınava böyle hazırlanmıştım. 

Vedalaşıp ayrılıyoruz bir süre sonra. Herkes gergin. Bu kadar boş ve anlamsız dosyaları ancak bizi tutuklamak için hazırlamışlardır diye düşünüyoruz. Sınava sakin girmek için iniyoruz hücrelerimize. Uyumaya çalışıyoruz. 

Dördüncü gün hazırlanıp yola çıkıyoruz. Önce biraz çekim, biraz sağlık kontrolü, sonra Çağlayan Adliyesi. Farklı bir nezaret görmenin eğlencesi içindeyiz. Çok hızlı almaya başlıyorlar. “Sena, sen gel.” Soruşturma savcısı en kalabalık dosyayı kendi görmek istemiş. Olacağı varsa olur, diyorum kendime. Bu ne kadar rahatlatırsa o kadar rahatlayabiliyorum. Zaten ben her iki türlü de planımı yaptım. Tutuklanırsam yazacağım mektupların listesi, çalışacağım dil kitapları, okuyacağım romanlar, her güne bir spor programı. Hepsini bir takvim yaptım kafamda. Hazırlıksız değilim. Sadece dışarıda kalanlara üzülüyorum, çok iş var hala diye. O kadar. 

Savcıya çıkıyoruz. Beni ayakta tutuyor. Yetmiş beş sayfaya öyle cevap vermemi bekliyor. Başlıyoruz konuşmaya. O soruyor, ben yanıtlıyorum, avukatlar arada araya giriyor. Bir saatten fazla sanırım ayakta durdum o halimle. Bir süre sonra gözüm kararmaya başladı. Hasta olduğumu, biraz oturmam gerektiğini söyledim. “Tabii” dedi kibarca. Oturdum. Son birkaç soruya da öyle yanıt verdim. Sonra avukatlar kendi eklemelerini yaptılar. Dışarı çıktığımızda polisler şikayet etti, neden o kadar uzun sürdü diye. O dosyayı hazırlamasaydınız? Beni sabahın köründe almasaydınız? Hadi aldınız, o kadar gün boş boş tutmasaydınız? İçimden sakinleştirmeye çalışıyorum kendimi. Artık olan oldu. Şimdi savcının insafına kaldı her şey. 

Tüm ifadeler teker teker bitti. Ve üzerinden yarım saat geçmeden bizi mahkeme önüne çağırdılar. Tamam dedim, şimdi hakime de anlatacağız aynı şeyleri. Diğerleri gitti, ben tuvalete geçtim. Tuvalet çıkışında mahkeme önüne geldiğimde başka bir avukat bana kimliğimi uzattı. “Al canım kimliğini, serbestsin.” Nasıl yani? Şaka mı yapıyorsunuz? “Yoo…” 

O pis hücrede geçirdiğim üç gün, giden telefonum, bilgisayarım, çalışmalarım, çizimlerim… Gidiverdi işte hepsi. Neyse, ben dışarıdayım, yeniden başlarım. 

Başlayalım mı?

 

Önsöz Dergisi
52. Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir