Merhaba sevgilim,
Sensiz günler hızla geçse de az önce ambulansa binip gitmişsin gibi geliyor bana. Sanki bu akşam, olmadı yarın sabah çıkıp gelecekmişsin gibi… Belki de bu yüzden veda edemiyorum sana. ‘Elveda’yı bırak, ‘hoşçakal’a bile dilim varmıyor işte. Yaptıklarınla, yarattıklarınla, yaşamınla öyle canlısın ki hayatımda, yaşadığım sürece yaşayacaksın benimle.
Her yazışmamızda, her telefon konuşmamızda “rüya sürüyor” derdin ya, bana yaşattığın destansı sevdayla rüya sürüyor hala… Seninle öylesine bütünleşmişiz ki sevgilim, veda etmeye kalkışsam çocuklar bile inanmaz buna. “Çocuklar bile” deyince Rumeli Han’ın duvarına yaptığım yazılama geldi aklıma. İlk sevgili olduğumuz zamanlardı daha. Büyükada’ya gelebildiğin zaman el ele tutuşup yürüyorduk, liseli âşıklar gibi. İstanbul’a gidince hemen uzaklaşıyordun benden, “Gençler görür, tanıdık biriyle karşılaşırız şimdi” diye tedirgin oluyordun hani. “Yapma sevgilim, bak Taksim’de eylem yaparım” demiştim de inanmamıştın. Ayışığı’nda kalabalık bir etkinliğe gittiğimiz bir gün, her girip çıkanın göreceği yere; “Çocuklar bile biliyor; Vefa Aysel’i seviyor” yazmıştım. Şaşkınlığını atıp; “İşte bu! Benim sevdiğim dediğini yapan, sevdasına sahip çıkandır!” demiştin.
Birlikte ne çok şey öğrendik sevdaya dair, nasıl güzel büyüttük sevgimizi.
Çocuklara bile örnekti sevdamız. Evinde kaldığımız yakınlarımızın dört yaşındaki oğluyla annesinin diyaloğunu hiç unutmam. Çocuk bir şey için kızdırmıştı annesini. O da tatlı sert, “Şapşik misin, nesin?” diye takılmıştı oğluna. “İnsan sevdiğine şapşik der mi hiç? Vefa Aysel’e öyle şeyler demiyor.” demişti çocuk. Annesi de “çıtayı çok yükseltiyorsun Vefa, bu çocuklar seninki gibi bir aşk arayacak ömürleri boyunca” diye sitem etmişti sana…
Kavgada olduğu gibi, inançlı, tutkulu, azimliydin sevdada da. Nazım Hikmet’in Piraye’sini, Vera’sını; Aragon’un Elsa’sını, Ahmed Arif’in Leyla’sını anlatırdın hep coşkuyla. Evimize her gelişinde bir dal çiçek, olmadı bir güzel yaprak bulup getirirdin bana.
Hayatıma girdiğin andan beri “Sen bana hayatın ödülüsün sevgilim. İyi ki sevdik birbirimizi.” dedim sana. Senin sevgilin, eşin olmak hep onur verdi bana. İyi ki paylaştık hayatı. Hiçbir zaman kolay olmadı hayatın -ki benimle geçen yılların da zorluklarla doluydu. Daha beraberliğimizin yılı dolmadan kanserle uğraşmaya başlamamız da cabası. Ama hiç sızlanmadın bu zorluklar karşısında. Dimdik ayakta kalıp savaştın her sıkıntımızla. Bu yüzden “yaşam ateşim” diyordum sana. Mütevazılıkla karşı çıkıp “biz Ostrovki’nin çırağı olamayız” deyişin kulaklarımda halen. Oysa bu toprakların çeliğe su verenlerinden biri olmuştun ömrün boyunca. Daha on yaşına girmeden tanımıştın devrimcileri. Yirmilerine varmadan 12 Eylül karanlığını yırtmak için harekete geçmiştin. Devrimci saflara girer girmez büyük-küçük demeden her işe omuz vermiş, “ateşi ve ihaneti” gördüğün zaman, elini değil başını taşın altına sokabilmiştin. Upuzun tutsaklık yıllarında tereddütsüz hep ön saflarda savaşmış, ‘96 Ölüm Orucunda, 19 Aralık katliamında destanlar yazmıştın. Tüm bunları ve daha fazlasını yoldaşların, siper yoldaşların anlatıyor günlerdir. Daha yıllarca anlatılacak senin kahramanlıkların.
Sen günlük yaşamdaki azmin ve kararlığınla da benim “yaşam ateşim” oldun hep. Tek kolunla saatler boyu bilgisayar başında yazı yazıp, çeviri yapman, çamaşır ve bulaşık makinamızın olmadığı zamanlarda tek elinle bulaşığı, çamaşırı yıkaman ya da banyonu, tıraşını kendi başına yapman değil bunun nedeni. Ya da el tırnaklarını ayağınla kullandığın tırnak makasıyla kesmen de değil. Bizim iki elle yapamadığımız her işi çabucak halletmen de. Günlük yaşam için de hissettirmezdin ki bunu hiç. Yaşamın zorlukları karşısında pes etmemen, hep umut vermen, hep daha iyisi için emek harcamandır seni “yaşam ateşim” yapan. Gençler art arda yorulup, kendilerini geri çektiğinde, onlardan önce kendini sorgulamandır. “Bu insanlara yüreğimdeki, beynimdeki inancı nasıl aktarabilirim” diye gece gündüz çaba harcamandır. Kanser taramalarında en iç karartıcı sonuçlar çıksa da, “Hallederiz karıcığım, kanser ne ki; biz kapitalizmi alt edeceğiz.” demendir. Maddi sıkıntılarda, yaşamın zorlukları karşısında pratik çözümler üretmendir. En çok da devrime olan inancını bir an olsun kaybetmemendir. 1980’lerin sonunda nasıl büyük bir coşkuyla girdiysen kavgaya, aynı coşkuyu hiç kaybetmeden sürdürmendir. Bu coşkun ve inancındı sana sevdalanmamı sağlayan zaten. Hayatımın en temiz, en mutlu günlerinin ete kemiğe bürünmüş haliydin. Ve hep öyle kaldın. Gezi Ayaklanmasının ortasında ilk gençlik yıllarımın coşkusunu yaşatmıştın bana. Aynı sevdayı hiç bıkıp usanmadan büyütmen benim sana sevdamı da gün gün büyüttü sevgilim. Geziden bu yana çok şey değişti ama ne motivasyonun azaldı, ne inancın sarsıldı. Devrin saflarındaki her olumsuzluk karşısında da yaşamdaki gibi, ayakta kalıp savaşarak dimdik durdun.
Seninle geçen her günümde, her anımda beni dünyanın en mutlu insanı yaptın. Sevgin, özenin, emeğin, coşkun hep güven verdi bana. Hastalığa karşı direncim, yaşama sebebim oldun her zaman. Şimdi yaşamına dokunduğun herkes “Vefa’nın bendeki yeri ne kadar derinmiş meğer” diyor. Belki yıllardır, hatta on yıllardır görmediğin, benim adlarını-varlıklarını bilmediğim insanlar arayıp seni anlatıyor. Yalnızca benim değil, dokunduğun her insanın hayatında çeliği sertleştirmeye devam ediyorsun hala.
Hoşça kal demiyorum sana sevgilim. ‘Elveda’ asla. Hep yaşamımın orta yerinde, yüreğimin taaa içindesin. Sonsuza kadar benimlesin sevgilim. Bir kez daha selam, yaşam ateşim…
Aysel Bölücek Serdar
Önsöz Dergisi 47.Sayı