Sanatta Antikomünizm Çevrimiçi Etkinlikleri-1
Bahattin Özdemir
Bu bir üçleme. 1800 sayfalık bir kitapla karşı karşıyayız. Aslında 1800 sayfalık bir kitabı üçe bölmek fena olmamış. Doğru yerlerden bölünmüş diye düşünüyorum.
Netflix dizisini ise daha sonra gördüm. Her zamanki gibi teknik olarak Netflix’i diğer platformlardan ayırmamak gerektiğini düşünüyorum. Genel olarak küçük burjuva orta sınıfın beğenisine sunulmuş dizi kategorisinde. Netflix uyarlaması bende şöyle bir huzursuzluk yarattı. Bu huzursuzluğu bir hikâye üzerinden anlatayım ben size:
Gecenin bir saati bir adam evde. Çoluğu çocuğu da evde. Kapısının önünde 300 tane elinde meşale olan gergin insan toplanmış. Binayı yakıp adamı öldürmeye çalışıyorlar. Gerçek bir dehşet yani. O 300 kişi gerçek saldırgan. Linç etmeye gelmişler. Evi yakıyorlar. Adam bir yandan kendi ailesi, bir yandan da kendi canının derdine düşmüş.
Bunu bir gözünüzde canlandırın. İşte Netflix’in Üç Cisim Problemi olarak tarif ettiği dizi bu anı yakalamış. Ama hikâye aslında şu:
Bin yıllık bir derebeylik, köylüyü ezmiş bir adam. Yetmemiş Drakula olmuş yani. Kont Drakula. Kontluğunu önemseyin, Drakulalığı geçin bence. Köylüyü çalıştırmış, ezmiş, sömürmüş. Çocuğu açlıktan ölmüş köylünün. Yetmemiş, kanını fiziksel olarak da emmiş. Bir gece artık köylü dayanamamış kapısına dayanmış.
Netflix hikâyeyi kapıya dayanma anından anlatıyor. Bu kapıya dayanma meselesine baktığınızda evet adamı öldürmeye gelmişler. Şimdi belki de benim görevim bu Üç Cisim Problemi’ni Karanlık Orman ve Ölümün Sonu olarak tarif edilen meseleyi ve tartışmaları mümkün olduğu kadar kısa özetlemeye çalışmak.
Netflix’in ele alış şekli, yerleştirişi sadece bu diziyle ilgili değil. Bütün çekilen dizilerin üzerine tartışabiliriz bunu. Yani bu anlamda görsel sanatların, sinemanın diziyle iğdiş edildiği yer karakterlerin değiştirilmesi, ara karakterler çıkartılması, temel karakterlerin birtakım hassasiyetlerden dolayı değiştirilmesi.
Bilim kurgu bir edebiyat türü. Ama şöyle birkaç avantaja sahip. Her türlü alanı tarif edebiliyorsunuz. Ursula’dan bahsettiler. Lem bu alanda çok güçlüdür. Jules Vernes bizim belki de bu anlamda atamız olarak kendisini gösteriyor. Aya Seyahat’leri, ondan sonra Nautilus’u düşünün. Denizler Altında Yirmi Bin Fersah ya da Dünyanın Etrafında Seksen Günde Devri Alem.
Bilim kurgu dünyasında genelde güçlü yazarlar kendilerine önce bir dünya yaratırlar. Sonra bu dünyanın içerisinde bize başka dünyanın hikayelerini anlatırlar. O anlamda belki China Miéville’nin dünyası bambaşka bir dünyadır. Ursula’nın dünyası bambaşka bir dünyadır.
Huzursuzluğum şu; televizyonda, sinemada vs. distopya, ütopya ya da bilim kurgu olarak karşımıza çıkan temel eserler 1984, Hayvan Çiftliği gibi eserler. Bunlar aslında genel olarak alanın en düşük eserleri. Genelde ideolojik bombardıman kısmında yüksek kitaplar olduğu için edebiyat seviyeleri de kurdukları dünya da insanlık anlatımı da düşük olan kitaplar. O anlamda benim bu anlatıda bulduğum şey insanlık için büyük bir anlatı olmasıdır. Benim ilk okuduğum gerçekten Çinli bir bilim kurgu yazarıydı. Bir Çinli İngiltere’de doğmuş büyümüş ve Çin asıllı olarak bir kitap yazmış olabilir. Ama bu kitap öyle değildi. Bu kitap bir Çin anlatısı. Dünyaya Çinlilerden bakıyor. Bu anlamda aslında dünyanın neredeyse beşte birinin bakışını yansıtıyor. Biz genellikle Asya, Avrupa ya da Amerikan bilim kurgusuyla karşı karşıyayız. Ama zaten egemen, hegemonik olan genel olarak da Amerikan Batı Avrupa dünya görüşüdür.
Bir üçleme bu. Yaklaşık 1800 sayfa diye tarif edelim. Başlangıcı şöyle, kitap Çince olarak iki versiyonla yazılmış. Bir kere bunu görmek gerekiyor. Aslında bizim elimizde olan Çin’in dışında olan Çince baskının çevirisi. İngilizceye de oradan çevrilmiş. Ama bizim kitabımız Çinceden çevrilmiş. Çevirmenimiz o anlamda Çinceden orijinal çeviri yapıyormuş. Kitap duble baskı bir kitap. Avrupa baskısında özellikle Çin yazarların diğerleriyle de karşılaşmış. Öykü bazen başka yerden kurularak başlıyor ya da bazı yerler öne ya da arkaya alınıyor. İlginç bir şey. Biraz o anlamda, o baskısı bu baskısına bağlı kalmadan tartışmak istiyorum.
İki ayrı zeki canlı türü var. Tespit ettiğimiz, kültürünü öğrendiğimiz, görebildiğimiz. Teknik olarak öyle düşünün. Ama bu eserde en az üç tane zeki canlı türünden bahsediyoruz. Üçüncüsü pek böyle gözükmeyen bir şey; üç güneşliler. Üç güneşin etrafında dönen bir dünyaları var. Doğal olarak tam da fizikte üç cisim problemi diye tarif edilen problemden bahsediyoruz; analitik olarak saptanması imkânsız, üç güneşli bir kararsız gezegenden bahsediyoruz. Çok kararsız bir dünya. Ötekisi ne? Ötekisi bizim dünyamız. Yani 1950’ler, 1960’lar, yakınları düşünelim.
2000 öncesi bir dünyadan bahsediyoruz. Trisolarlılar ise başka bir tarihte. Bir noktada bir temas oluyor. Bir üç yıldızlı ile bir insanın birbiri ile rastlantısı olarak başlayan bir şey. Yani güneşten yararlanarak yüksek düzeyde radyo dalgası gönderme imkânı. Dünyadan gönderilen bir mesajın oradan alınmasını sağlayan. Alır almaz karşı taraftaki, aynası ya da gölgesi olan trisolarlı “bizimle ilişki kurmayın” diyor. Çünkü kendi gezegeninin kararsızlığı, kendi gezegeninden çıkma ihtiyacı, başka bir gezegenin başka bir canlı hayatının mümkün olduğu bir gezegen düşüncesi, onun seyahat edilebilir kadar yakın olma düşüncesi, kendi ülkesinden kendi dünyasından bir göç dalgası yaratacak. Ve orada da yıkıma ya da o iki medeniyetin olumsuz bir karşılaşmasına neden olacak.
Aslında “Bize bir daha haber vermeyin” çağrısında bulunuyor. Karşı tarafta atipik bir şey var. Yani tam da ölçülen bu. Bir kadın, kendisi çok küçük yaşta iken akademisyen babası Çin kültür devriminin etkilerine maruz kalmış. Niye maruz kalmış? Tartışma kültür devriminin temel öğelerinden bir tanesidir. Kapitalist unsurları ya da ülkenin yönetimine dahil olmuş kapitalist ruha sahip bürokratları, aydınları aynı zamanda yöneticileri bir tür sallama, bir tür sarsma dönemi. Onun açık bir sorgulamasıyla karşılaşıyoruz. Kitapta 4-5 sayfalık bir tartışma. Çok büyük bir tartışma değil. Daha kıymetli daha zor tartışmalar var kitapta.
Çocuğun babasının kızıl muhafız tarafından üniversite kampüsünde, herkesin katılımıyla bir açık aşağılanma tartışması var. Topluma karşı bir suç işlediğini düşünüyorlar ve onu aşağılıyorlar. Onu deşifre etmeye çalışıyorlar. Bu tartışmadan daha zor bir tartışma, çocuk büyüdükten sonra Çin’in çok büyük alanlarında ormanların hızla katledilerek, yok edilerek kısa vadede toplumun kendisinin hayatını devam ettirebilmesi için doğanın feda edilmesi tartışması.
Yani çocuklarımız mı aç kalacak yoksa ağaçlarımızı mı keseceğiz tartışmasında, ağaçlarımızı keseceğiz, başka şansımız yok tartışması daha zor daha güncel bir tartışma. Avrupa baskısında aşağılanma tartışması öne çekildiği için bunun vurgusunu yapıyorum. Kitapta bu vurgu düşük. Niye düşük. Kitapta bu başlangıçtaki bir temasta dünyalı tarafın bir tür arızasını tarif etmek için onun geçirdiği yol olarak geliyor. Yani sadece objektif bir insanlık düşmanlığına, bir toplum düşmanlığına sahip değil. Kocasını da uçuruma atıp öldürüyor. Kendi kızına yıllarca yalan söyleyip onu bu şekilde büyütebiliyor. Hem objektif hem subjektif ana temasın iki insanından bir tanesi.
Çin baskısı buradan başlamıyor. Avrupa baskısı ise merkezine Kültür Devrimi’nin figürlerini, motiflerini, kötü kızıl yıldız, kötü yeşil üniformayı alıyor. O anlamda burayı biraz fazla vurguladım.
Burada ilginç olan, temasın sebebi insanlık için nefret olurken, Trisolistli aslında umutla kendisini ifade ediyor. Temas Trisolistli’nin kendi gezegenini yok olma ihtimali dolaysıyla dünyaya doğru bir yolculuk yapmaya başlamasıyla oluyor. Çok sayıda uzay gemisi ile dünyaya doğru yolculuk yapacaklar. Tabi ışık hızına bu tür ağır insan taşıyan gemiler ulaştıramadıkları için, hızları yavaş olduğu için dört yüz yıl sonra dünyaya varacakları dünya tarafından anlaşılıyor. Kriz, kritik mesele zaten bu. Yani iki medeniyetin bu anlamda fiziksel teması olmuyor. İki medeniyetin birbirini fark etmesinden başlayan bir korku, endişe, çalışma, gelişme, yok olma tartışması var.
Karanlık Orman’da bu durum felsefi olarak da anlatılıyor, ama bu birinci ciltte de bunun ortaya çıkışı, geliyorlar, ne yapacağız sorusu var. Öteki medeniyet dört yüz yılda oraya varacak. Biz gidinceye kadar bizden daha yetenekli, daha gelişmiş bir gezegende canlı olursa, biz gittiğimiz zaman canımıza okurlar, ne yapacağız sorusu. Bu kitabın ilk cildinde ana unsurlardan bir tanesi olarak onun teknolojik, bilimsel tarifini de çok kısa yapıyor. Sofonlar, bir fotonu, ışık tanesi büyüklüğünde bir şeyi ikili boyutta tartışıyorlar. Üç boyutlu bir şeyi iki boyut haline getiriyorlar teknolojileriyle. Onun üzerine bilgi işlem sistemi yerleştirebiliyorlar. Mikrobilgisayar yapıp onu ışık hızında gönderebildikleri için sofonu dünyaya daha önce gönderiyorlar. Yeni bir tartışma başlıyor. Tartışma şu:
İnsanlığın teorik, fizik ve bilimsel gelişmesini engellemek. Bugün kapitalizmin kendisini teorik fizikteki gelişmelerin önüne çıkacak şekilde, sadece elimizdeki bilimsel bulgular kadar teknolojik gelişme yapmak, o teknolojik gelişmenin içinde durmak ama teorik fiziği, teorik bilimin gelişmesinin önüne engel olmak. Üç Cisimliler gelip bizatihi o aletlerle, hassas deneyler yapan hızlandırıcıları çok küçük bozabilmekte, onun kendisinin bozabilmesi bile sizin teorik fiziği deneme şansınızı ortadan kaldırıyor. İspatı ortadan kaldırıyor. Bir bu, yani insanlığın gelişmesini engellemek. İkincisi de Ursula’da vardır; zamanda yolculuk yapacak ama ışık hızının çok üstüne çıkacak bir cisimi yapmaya çalışırlarken bunu bulamazlar ama ışık hızının çok üzerinde eş zamanlı bir iletişim kuracak radyoyu bulurlar. Tam da o biçimin aynısını burada görüyoruz. Sofonlar aynı zamanda da üç yıldız toplumuna anlık olarak dünyayı gösterebiliyorlar. Dört yüz yıllık yolculuk boyunca bir diyaloğa da neden olabiliyor. Kitap aynı zamanda bu diyaloğun kendisini taşıyor. İnsanlar içerisinde onların bir tür işbirlikçileri, onları tanrı olarak kabul edenler, kurtuluş yüklemecileri, aynı zamanda karşılıklı olarak birbirlerini etkilemeleri. Bir süre sonra Üç yıldızcıların insanlığın edebiyatını, sanatını tekrar ederek kendi sanatlarını yaratabilmeleri.
Burada kritik mesele, üç yıldızlıların yalan söylemeyi becerememeleri. Bir tür beyinden beyine iletişim kurdukları için kültürlerinde yalan yok. Bizim toplumumuzun gerçek olmayan bir şeyi başka birine iletebilmesi düşüncesi onlarda büyük bir endişe yaratıyor. Karanlık Orman’daydı yanılmıyorsam, birden siz böceksinize kadar geliyorlar. Onlar için şöyle bir şey var; siz böceksiniz, sizi ezeceğim değil. Nasıl bir canlı yalan söyleyebiliyor. Korkunç bir korku kendilerinde. Bundan sonra konuştuğunuz, yaptığınız ya da iletişim kurarak anlaşabileceğiniz hiçbir şeyin önemi yok. Siz yalan söylemeyi beceriyorsunuz. Söylediğinizin doğru olduğunu nereden bileceğiz tartışması, orada aslında zaten bir kırılma yaratıyor.
İnsanlık, elindeki teknolojiyle bir savunma imkanı kurmaya çalışıyor. İşte büyük gemiler yapıyorlar. O sırada başka problemlerle uğraşmaya başlıyorlar. Büyük projeler geliştirelim, bir tür kamikaze grupları kuralım diyorlar. Heyecan verici bir tartışma yani. Japonya’ya 2000 küsürlerde bir kamikaze bulmaya giden bir adam düşünün. Japon toplumuyla karşılaşıyor, diyor ki, yanlış geldim, benim Afganistan dağlarına gitmem gerekiyor, kamikaze bulmak için. Ve gidiyor Afganistan’da kamikaze arıyor. Bir tür taliban ekibiyle karşılaşıyor. Heyecan verici küçük bir tartışmadır. İsaac Asimov’un son üç kitabını soruyor adam. Yani bir taliban lideri. Sonra diyor ki biz uzaylılarla dövüşeceğiz, bize militan ver. O da diyor ki; Meseleyi hiç anlamadın. Bizi kendimizi feda edecek şekilde dövüştüren şey size olan nefretimiz. Bunu üretemezsiniz. Bunu bilimle yapamazsınız. Bizim beş yüz yıldır, bin yıldır ölümüz var sizden dolayı. Siz binlerce yıldır bizi öldürüyorsunuz. Bu nefret güncel öğretilmiş bir şey değil. Biz buna doğuyoruz.
Muhteşem bir batı tartışması aslında. Batı ile kolonileşmiş, sömürülmüş toplumların içindeki bir anlam problemi, heyecan verici. Bir sürü proje geliştiriyorlar. Düşman geliyor; teknoloji gelişemiyor, bilim gelişemiyor, ne yapacağız? Elimizdeki ile bir şey yapalım ama o sofon dedikleri küçük cisimler, aynı zamanda her şeyi izledikleri için, hiçbir kimseye hesap vermeden istedikleri bilimsel çalışmayı yapacak birileri üretiyorlar. Duvarabakan dedikleri şey. Yani sebebini soramıyorsun. O kendi kafasının içinde kimseyle konuşmadan, mümkünse belli etmeden bu işi yapmaya başlıyor. Eldeki imkanlarla yaptığı projelerin pek çoğu hiçbir işe yaramıyor. Ama siz öznel olarak bir bilimsel çalışmayı ne için yaparsanız yapın, onun nesnel sonuçları, insanlığın üretici güçlerini geliştirmiş. Siz atom bombası yapmaya çalışırken aynı zamanda atom santrali yaparsınız. Siz bir uçağı uçak gemisinden indirip kaldırmada kolaylık olsun diye altına destek fren yaparsınız o hepimizin hayatta kalmasını sağlar. Siz bir kabın içerisindeki havayı boşaltırsınız, ya da havayı doldurursunuz, ısıtırsınız, onunla bir şaklabanlık düşünürsünüz, o bizim için bir buhar makinesi olur. Bir süre sonra biz onu krank miliyle bir hareket olarak görürüz. Bilimsel çalışmanın, projenin amacı ya da öznel sebebi ne olursa olsun onun nesnel birikimini de sağlıyor. Siz öküz başlı antilobu avlamak için peşinden kovalarken kendinizi Bering boğazından geçmiş bulursunuz. İnsanlık Amerika kıtasına gelmiştir.
Ayrıntılarına girmek istemiyorum ama bu dört duvarabakanların seçilmeleri de ilginç. Bir Çinli aklı, bir batı aklı değil yani. Amerikan savunma bakanlığından birileri. Venezüella’da bir devrimci, bir devlet başkanı, bir nano sinir bilimci vs. Bir de hiç bilmedikleri bir şey, sadece düşmanı öldürmeye çalıştığı için seçiliyor. Düşmanı öldürüyorsa, öldürmeye çalışıyorsa bir sebebi vardır gibi ilginç tartışma. İkisi savaş kapasitesi olarak karşılaşıyorlar.
Şimdi bu üç kitabın temel özelliği insanlığın bu probleme çözüm bulmak için dört yüz yıldır uğraşırken sürekli bir heveslere kapılması, büyük yıkımlar yaşaması, bazen kendisini neşeye, aldırmazlığa vermesi, sonra tekrar kendini toparlayıp tekrar ilerlemeye çalışması. Kahraman olarak öne çıkan insanların bir süre sonra taşlanarak, linçlenerek öldürülmesi ya da unutulması. En sonunda, bir aşamada şöyle bir şeyle karşılaşıyor. Bir tür nükleer savaş düşünün. Ya da Dr. Strangelove diye Kubrick filmi vardı izlediniz mi bilmiyorum. Nedir, sen beni yok etmeye kalkarsan, ben de seni yok etmeye kalkarım. İkimiz birden yok oluruz. Bu meselenin bir tür çözümüne ulaşıyorlar. O da Karanlık Orman teorisi. Bu beş altı bapta tartışılan bir şey. Sadece birini anlatacağım:
Medeniyetin, insanlığın, zeki canlıların bir ormanda, karanlık bir ormanda dolaştığını varsayıyorlar. Herkes silahlı. Kitabın en distopik yeri belki burası. Ama sonra bunun daha düzgün versiyonları tartışılıyor. Şöyle bir şey, birini vurmak için ona nişan alıp ışığınızı yakıp ona nişan aldığınız anda ormandaki bütün avcılar sizi fark ediyor. Ve hepsi size ateş ediyor. O yüzden ışığı yakmanız size mutlak ölüm getiriyor. Burada da insanlık Trisolarise karşı bulduğu tek çözüm bu. Yani diyor ki, senin yerini ve kendi yerimi söylerim. Bütün evrene onu bildiririm. Sonuçta ikiniz aynı anda ama belki farklı zamanlarda, iki medeniyeti de ortadan kaldırır. O da ilginç bir tartışma. Bir medeniyetin, bir medeniyeti ortadan kaldırmasının şimdiye kadarki bilim kurgu bütün hikayeleri silahlı Amerikan deniz piyadeleri, Amerikan uçak gemileri genellikle. Amerikan savaş uçakları, silahları gelip işgal edecek. Ya da bilim kurgu değil de daha fantastik edebiyata girdiğiniz zaman kılıcın yerine ışın kılıcı kullanılması gibi. Burada öyle değil, çok basit. Güneşe, güneşin enerjisinden yüksek bir patama yaratacak bir şey gönderiyorsunuz; ağırlık, enerji gönderiyorsunuz. Bunun güneşi genişliyor, genişlediği anda etrafındaki bütün gezegenleri yok ediyor. Bu kadar basit.
İletişim iki toplumun iletişimi, teorik fiziğin engellenmesi ile insanlığın gelişiminin engellenmesi. O bir sofon tartışması ama, o tartışmanın kendisini önemsemeyin. Bir toplumun başka bir toplumu denetim altına alıp bilimsel ve teknolojik gelişimini engellemesi, yani onu boğması meselesi. Bir başka medeniyetle karşılaştığınız zaman bir büyük savunma hamlesi, ama elinizdeki imkanlar ve hayaller insanlığın buna bulmaya çalıştığı çözümler, bir nevi Roma’ya geri dönüyoruz. Kriz anında yaşıyoruz. Birine diktatörlük yetkisi vermek gibi duvarabakan olarak ifade edilen birilerine özel yetkiler verilerek onların üzerinden insanlığın meselelerini aşmaya kalkması. Karşılıklı tehdit ederek bir tür stabilizasyona ulaşma dönemi yaşıyorlar. Yine çok ilginç, bir erkek, daha önce hikayede bildiğiniz gibi kişilik olarak bir erkek ama onun yaşlılığında onun yerine bir bebeği sevebilecek ve bir bebekte dünyayı fark edebilecek bir kadın ortaya çıkıyor. Bu sefer kılıç tutan olarak silaha basma merkezine geçiyor. Birinin tehdidi gerektiği zaman kullanması gerekiyor. İşte onun geçer geçmez silahı kullanamayacağı belli olduğu için trisolarlılar dünyayı işgal ediyorlar.
Bir başka büyük tartışma. İnsanlığın bütün toprak parçalarından kovularak Avustralya’ya sıkıştırılması. Bir işbirlikçi devlet, sofonlarla onlarla işbirliği yapan bir tür şirket polisinin tekrar ortaya çıkması. O Avustralya hükümeti, diğer hükümetlerin Avustralya’da benzer bir coğrafya kurmaya çalışmaları, onun krizleri. İnsanlığın nüfusunun bir anda ciddi oranda düşmesi. Açlık, sefalet… Bazı kilit tartışma meselelerini önümüze koyuyor. Bütün bu tartışma sırasında da dünyanın her yerinde Avustralya’ya gitmeyi de köle olmayı da kabul etmemiş direnişçiler. Yani bir de onlar var. Onlar hem yerli işbirlikçilere, dünyalılara, kendi kardeşlerine, hem de aynı zamanda Trisolarlıların büyük yıkım gücüne karşı bir büyük şey kullanıyorlar.
Belki bundan sonraki iki üç dönemde, Karanlık Orman ve Ölümün Sonu olarak tarif edilen şey. Burada kitabın bütün atmosferi değişiyor. Başka bir gerçeklikle karşılaşıyoruz. Bizim üç boyutlu dünyamızın dört boyutlu bir evrenle karşılaşması. İnsanlığın dünyadan, Trisolarisin ortadan kalkması. İnsanlığın dünyadan başka bir gezegene taşınması. O sırada bir başka boyutla karşılaşılması. Oradan bir başka evrenin imkânı. Bir evren değil, birden fazla evrenin, birkaç evrenin içinde yaşadığımız ihtimali ve belki de son olarak sonlu evren, sonsuz evren diye tartışma, işte Ölümün Sonu’nda bambaşka bir şeye ulaşıyor.
Son bir şey söylemek istiyorum. Burada bütün bu tartışmalardan, kitabın temel yasasının insanın önüne çıkan meseleleri bütün hayal kırıklığına rağmen çözebileceği, aşabileceği ve içinde yaşadığımız problemlerin içinde yaşadığımız dünyanın aklının çok ilerisinde bir yere doğru yolculuk yaptığımız ana tema olarak karşımıza çıkıyor. Ama onun bir alegorisini sanki kitabın başında görüyoruz. Orada bir mezarlığın üzerinde dolaşan bir karınca hikayesi. Bir karıncadan dünya hikayesini de görüyoruz. Mezar taşı üzerindeki sayıların yuvarlanması, o yuvarlağın içinde dolaşması ya da düz çizgiye inip o çizgiyi geçmesi. Onun için o kadar büyük dünya değişiklikleri. Ya da mezarlığa yaklaşan bir insanın ayak seslerinin titreşimini duymasından bir böcek, bir karınca alegorisi yapıyor bize. Bizimle aynı dünyaya bakan. Yine ikinci cilt çok ilginç o anlamda. Kriz anında yok oluyoruz artık, mahvoluyoruz. Her şeyimizi yok ettiler, güvenlik sistemimiz, tehdit sistemimiz ortadan yok oldu. İlginç bir karakter var, bir polis. Gerçek bir insan. İki bilim insanını alıp, çekip tarlaları istila etmiş bir çekirge sürüsünü göstermeye götürüyor. Diyor ki biz binlerce yıldır bunu yok etmeye çalışıyoruz, tarıma geçtiğimizden beri. Sopayla vurduk, ormanı yaktık, ilaç bulduk, çocuğunu öldürdük hala yaşıyorlar. Hala ayaktalar. Bize rağmen yaşamaya devam ediyorlar. O yüzden biz de yaşarız. Bir tür endişelenmeyin tartışması.
Kitabın sonunda geçtiği boyutlar, tartışmalar, on boyutlu evren, onun dörde düşmesi… Bilim kısmı yüksek tartışma. Orada da bir şeyi görüyoruz: Bu bitecek, bu bittikten sonra başka büyük bir şey başlayacak. Belki o başka büyük şey bitince de başka büyük bir şey başlayacak insanlık ailesi için. Ama aynı zamanda insanlık ailesinin zeki canlılar olan bir evrende yaşadığı ve hikâyenin belki daha büyük olduğu…
Önsöz Dergisi
54. Sayı