80’lerin ortalarıydı. İlkokuldaydım. Neo-liberalizm nedir darbe neden yapılır, 24 Ocak kararları nelerdir bilmiyordum. Başka bir öykümün konusu olacak bir olayla ilk defa tanıştım devletin sert yüzüyle. Okulda fitre zarfları dağıtılır, hani içine üç-beş ne varsa koyar, arkana adını yazarsın. Sınıf öğretmenine teslim edersin. Bana da verilmişti o sarı zarflardan. Eve götürdüm ama veremedim anneme. İstemedim üzülsün. İçine koyacak paramız yoktu. Ben de içinde para varmış gibi kapatıp götürdüm okula. Ama vermeye de utandım öyle. Öğretmen sorduğunda evde unuttum dedim. Hangi akla hizmet ders arasında eve yolladı şimdi bilmiyorum ama ben gibi fitre zarfını ‘evde unutmuş’ başka bir arkadaşımla tuttuk evin yolunu. Büyük binalar vardı bizim orada. Kocaman gri binalar. Etrafı büyük duvarlarla örülü. Üzerlerinde de tel örgü. İlk taşı hangimiz attı bilemiyorum ama oyuna çevirdik tellerden taşları geçirmeyi. Bir arkadaşım atıyor, bir ben. İçerden dört adamın çıkmasıyla bizi kulağımızdan tutup içeri sokmaları bir oldu. Ama ne dayak. Bir yandan da sorgu… “Kim dedi size buraya taş atın diye?”, “Söyle kim yaptırdı bunu sana?”, “Baban ne iş yapıyor, nerelisin, abin kardeşin var mı, nerde okuyor?” … Meğer MİT lojmanlarıymış orası, ne bilelim. Kulağımızdan tutup önce eve sonra da doğru okula… Zarflar yalan oldu tabi. Utancın yanında bir de dayak yanına kâr kaldı.
Esnaftı o dönemlerde babam. Zamanında Kemeraltı esnafıymış, ondan önce dolmuş işletirmiş. Varlıklı sayılacak bir aileden. Meğer tekelci sermaye geliştikçe biz batıyormuşuz. Var olan her şey birer birer azalırken anlamıyordum neden her gün biraz daha her şeyden kıstığımızı. Önce mutfak azaldı. Sonra diğer şeyler… Sonra bir gün sokaktan yakacak çalı çırpı toplarken buldum kendimi, arkadaşlarım görmesin diye utana sıkıla. Annemi de akşam pazarına giderken. Biraz daha ucuza almak için. Aç kaldık diyemem. En azından o zamanlar. Öğrencilik dönemlerimde zaman zaman. Bir yolunu buldum hep. Her gün biraz daha zorlaşsa da. Bir vakit babamı suçladım. Neler neler harcamıştı… yatırım yapmamıştı. Aslında tek sıkıntısı kapitalizmin kurallarını bilmemesiydi. Öğrense de uyamaması. Küskün gitti giderken. Her şeye biraz. Ama daha çok kırılan onuruydu onaramadığı. Büyüdükçe anladım. Öğrendikçe barıştım. Babamla barıştıkça daha da öfkelendim kapitalizme. O gün bugün çok değişmedi kaderimiz. Tekeller büyüdü, biz küçüldük; onlar azaldı, biz çoğaldık. Onlar doydu, biz… biz çöpten küflü ekmek toplar olduk. Akşam pazarına ucuza almaya değil, yere dökülenleri toplamaya gider olduk. Anadolu’nun bereketli topraklarında ancak iftara kadar aç kalması gereken insanlarımız eve ekmek götüremeyip canına kıyar oldu. Esnafı, işçisi, öğrencisi, işsizi, kadını erkeği… aç kalmak değil mesele. Ama açlık her şeyden önce onur kırıcıdır. Sadece gıdasızlık değildir açlık. O bir yandan, ağırlığı bir yandan ezer insanı. Çare değil, çözüm de değil ama eve eli boş dönmektense hiç dönmemek düşer aklına. Alacaklıya telefonu açmamak gibi değildir yani. Her sese kulağını kapatmak biraz. Sonrasını merak etmemek. Enstrümanını satmak değil mesele, belki bir daha eline almayı istememek.
Distopik film senaryoları vardır. Yukarılarda bir yerlerde birileri sahte bir cennette yaşarken, aşağılarda ölümüne sokak dövüşleri yapılır. Ölenler mezbahaya gönderilir. Etleri açlara dağıtılır. Yer altında fare ızgara yapar fakirler. Onursuzdurlar. Ta ki bir kahraman çıkıp yukarıdaki cenneti ayrıcalıklara dar edene kadar. O da genelde ayrıcalıklı sınıftandır. Ne bilsin yoksa örgütlenip cenneti yeryüzüne indirmeyi. Çoğu büyük bütçeli Hollywood filmleridir. Yapılış amaçları da yakın geleceği bize kanıtsatmaktır çoğunlukla. Açlık, gözümüzü korkutacak bir argümandır o filmlerde. Halimize şükrettirir. Çözüm de genelde ara bir yol bulmaktır. Belki uzakta bir yerde başka bir cennet kurmak. Kötüler ölür, kalanlar biraz vazgeçer ayrıcalıklarından. Aşağıdakiler de en nihayetinde doyarlar. Daha ne isterler ki zaten… Sınıf farkı, üretim ilişkileri, sosyalizm, devrim, örgütlü halk, komünist parti yoktur. Vicdana seslenirler. En çoğu, açın halinden anla biraz derler. Bu yönleriyle, cehennemi anlatan kutsal kitaplara benzerler. Acımızı azaltmaya çalışırlar. Marx’ın dediği gibi, halkın afyonudurlar. Vicdansız dünyanın vicdanı biraz da… o kadar.
Ancak açlığı tema eden tek film distopik filmler değil. Böyle bir filmi biraz incelemek istedim bu yazıda. Ancak fark ettim ki açlığı anlatan o kadar az film var ki. Bu yüzden biraz da uzun sürdü dizgiye yetiştirmem. İnsanlığın en temel sorunu. Varlık yokluk meselesi o kadar az işlenmiş ki… Yukarıdaki distopik senaryolar dışında kalan filmler, genelde başka hikayelerin içinde açlığı da işlemişler. Çoğunu da izlemişizdir. En belirgin olanı Dardenne kardeşlerin Rosetta’sı. O bile daha çok işsizlik ve yoksunluk üzerine durmuş. Genelde yoksul mahallelerde geçen başka hikayeleri, savaşı, işsizliği, yaban hayatta yaşamak için verilen mücadeleleri ya da politik bir eylemi anlatırken bir yan öğe olarak kullanılmış. Belki de sinemacıların hiçbirinin gerçekten aç kalmadığındandır. Açken de sinema yapamadığından belki bilemiyorum. Ama özellikle Avrupa ve Amerikan sinemasında ikinci dünya savaşı sonrası çekilen yoksulluk filmleri hariç pek rastlamadım. ‘Almanya “0” Yılı’ var mesela Rosselini’nin. Yeni gerçekçi İtalyan sinemasını başlatan filmlerden. ‘Umberto D’ ya da ‘Bisiklet Hırsızları’ var; Vittorio De Sica’nın filmleri. Ama daha çok savaş sonrası yıkım ve işsizlik işleniyor. Açlık, yoksunlukla birlikte veriliyor. Latin Amerikan sinemasının örnekleri var. ‘Requiem for a Dream’ bunlardan biri. Tenekeden evlerde, gettoda yaşayan insanları konu alıyor ama orada da açlık sadece filmin atmosferine sirayet etmiş. Ana tema değil. Uruguaylı bir grup sporcunun uçak kazası sonrası ölen arkadaşlarının cesetlerini yiyerek hayatta kalmalarını anlatan ‘Alive’ filmi ya da bir sandalda aç kalmalarına rağmen meyletseler de birbirlerini yemeyen bir insanla bir kaplanın hikayesini anlatan ‘Pi’ nin yaşamı, İkinci Dünya Savaşı döneminde Nazi Almanya’sında direnmek yerine insanlıktan çıkma pahasına fare gibi saklanarak yaşayan bir sanatçıyı anlatan ‘Piyanist’ vb. filmler hep açlıkla karşılaşan insanlardan bahsediyorlar ancak açlığı tema olarak neden ve sonuçlarıyla anlatan, toplumsal bir tarafıyla sadece açlığı ele alan filmler değiller. Adı ‘Hunger/Açlık’ olan bir diğer filmse, IRA militanlarının ölüm orucuna evrilen açlık grevlerini, politik bir tercih olan açlığı başarılı bir şekilde işliyor. Ancak bu filmin çözümlemesi açlık temasından çok devrimci iradenin duvarına toslayan İngiliz faşizmini anlatan bir dosyanın konusu olabilir. Bu sebeple, Hunger filminin temasına yakın ama bu topraklardan bir filmi incelemeye karar verdim. “İftarlık Gazoz”.
Film, yazının giriş kısmında bahsettiğim 80’li yıllarda başlıyor ve bitiyor ancak daha çok, 80 darbesi döneminde ölüm orucuna yatan bir devrimcinin, 70’li yıllardaki çocukluğunda geçiyor. 70’lerde bir yaz tatilinde, ramazan orucunu iftara on saniye kala bozan Adem’in, kefaretini halkı için 61 gün tuttuğu ölüm orucuyla ödediği açlıkla imtihanını konu ediniyor. Hangi orucun daha kıymetli olduğu tartışmasına girmiyor ancak, ölüm orucuna girenlere terörist diyen bir kitleye, ramazanda akşama kadar zor dayanılan orucu da hatırlatıyor. Bu filmi seçmemin en önemli nedeni, bu toprakların kültürüne has kodları oldukça başarılı bir şekilde işlemiş olması. Yönetmeni Yüksel Aksu önceki filmleri Dondurmam Gaymak, Entel Köy Efe Köye Karşı filmlerindeki politik mizahı, bu filmde biraz daha riskli bir konuda ve sert bir dille işlemiş.
Film 80 darbesi sonrası bir cezaevinde, dönemin faşistlerinin dillerinden düşürmediği Türkiyem Cennetim şarkısıyla açılıyor. Şarkıyı hatırlayanlar nasıl bir ırk olduğumuzu “ırk” kelimesini de kullanarak anlattığını hatırlayacaklardır. Ardından dışarıda bekleyen tutuklu ve hükümlü yakınlarının bekleyişlerini ve hemen ardından da ölüm orucundaki Adem’i görürüz. Gardiyanlar, doktor eşliğinde bir yandan Adem’i neredeyse bilinci kapalı bir şekilde revire götürürken, bir yandan da “böyle oruç mu olur, biraz ye bak sıcak çorba verelim sana” diye söylenmektedirler. Kısmen bilinçli irade kırma çabası, ancak bir yandan da neden aç kaldığını anlamakta çektikleri güçlük sezilmektedir. Adem’in ağzından sadece gazoz kelimesi seçilmektedir. Adalet Mülkün Temelidir yazısının altından geçilirken, Adem’in çocukluğuna döneriz. Bir devlet dairesinden, bir başkasına, okula döner kamera. 70’lerde ilk okulu bitiren Adem, idealist olduğu anlaşılan kadın öğretmenin veda konuşmasında göz yaşı döker. Günümüz İslami vakıfları, dinci gerici “eğitimcileri” düşünüldüğünde bu bile politik bir göndermedir. Film giriş sahnesinde seçtiği imgelerden daha başında nerden baktığını belli etmektedir. Faşist cunta altında zorunlu müdahaleyi reddeden bir devrimcinin çocukluğuna, onu bu kefaret orucuna götüren olayların bütününe bir yolculuk yapacağımıza dair bir serim, hikâyenin düğüm kısmına dair fikir vermektedir.
Adem, Muğla’nın küçük bir kasabası olan Ula’da, ilkokulu iftiharnameyle bitirmiştir. Tüm film boyunca ona iftarname diyeceklerdir. O yaz, yörenin biraz uyanık, cimri denilebilecek ama aslında iyi kalpli esnafı olan Cibar Kemal’in yanında gazozcu çırağı olarak çalışacaktır. Anne ve babası kasabanın neredeyse tamamı gibi yörenin ağasının yanında tarım işçisi olarak çalışmaktadır. Cibar Kemal, okul önündeki çocuklara gazoz satarken, Adem uzaktan bakar. Cibar bunu yakalar ve Adem’e bedava gazoz vermek ister. İftarname hediyesi gibi. Adem parası olmadığından almak istemez. Onuruna yediremez. Ama biraz zorlamayla dayanamayıp alır. Sonra plajda yeniden rastladığı Cibar Kemal’e gidip, kasabanın ağası, babasının da patronunun verdiği harçlıkla kendine ve arkadaşlarına gazoz alacaktır. Elbette başta aldığı gazozun parasını da vererek. Bu hareketi Cibar Kemal’in hoşuna gider ve Adem’i yanına çırak almak ister. Babası izin vermeyince, daha sonra yeniden sınanacağı açlıkla direnerek kazanır Adem. Akşam hiçbir şey yemez ve nihayetinde ilk açlık grevi başarılı olur. Ertesi gün babası Cibar Kemal’in yanına gidip, eti senin kemiği benim der ve bırakır Adem’i. Sıcak yaz aylarında bir usta-çırak ilişkisini izlerken, bir yandan da döneme dair bilgileri alırız. 70’lerin politik atmosferi vardır. Adem, esnaflıkla ilgili detayları öğrenirken bir yandan da vicdanıyla işi arasında gider gelir. Kasabanın devrimci abisi Hasan’dan aldığı “Ekmeğimi Kazanırken” kitabını okumaya bir türlü fırsat bulmaz. Ekmeğini kazanmaktadır. Kasabanın ağasının oğlu ama kendi devrimci Hasan abisinin emeğe dair anlattıklarıyla, cami imamının insana dair anlattıkları arasında güder gelir. Ramazan ayıdır. Herkes çocukların oruç tutmasının farz olmadığını farklı nedenlerle anlatırken Adem biraz da büyüdüğünün kanıtı olarak oruç tutmak istemektedir. Birçok arkadaşı tutmaktadır. Hatta sevdiği kız bile. Sınıfının arkadaşıdır. Bir yandan sıcak kasaba insanlarının henüz kapitalizme kurban gitmemiş yarı feodal ilişkilerini, bir yandan gazoz ve Coca Cola rekabeti üzerinden ülkeye yavaş yavaş giren kapitalizmi, henüz siyasallaşmamış daha çok geleneksel motif olarak İslam’ı, İslam dışı ritüelleri izlerken, diğer yandan Adem’in orucu bozmama savaşına tanıklık ederiz. Açlıktan halüsinasyonlar görmeye başladığında bile bozmaz. Bir yandan Hasan abisiyle yazılamaya çıkıp erketeye yatarken, diğer yandan Kur’an kursuna gitmektedir. Bir yandan emek bilinci olmayanların hayvandan farkı olmadığını dinlerken, diğer yandan adem bilinci olmayanların oruç tutamayacağını dinlemektedir. Tüm kafa karışıklığına rağmen iki taraf da Adem’e olmadık yükler yüklememektedir. Hatta yanında çırak olarak çalıştığı patronu Cibar Kemal bile… Bir yandan plajda bikiniyle hatta üstsüz dolaşan kadınlara bakmamaya çalışırken, diğer yandan gözlerini ellerindeki gazozlara kaçırmaktan alıkoyamaz. Bu arada kimse plajdaki üstsüzlere elinde satırla saldırmamaktadır. Nihayetinde çalışma temposu, sıcak ve sürekli oruç tutmaması yönündeki telkinlere dayanamayıp ardı ardına açıp içtiği gazozlarla bozar orucunu. Hem de iftara saniyeler kala… Kafasının içinde imamın söylediği orucu bozanların tutması gereken 61 gün kefaret orucu sözleri yankılanmaktadır. Bu filmin sonuna bir göndermedir. Bu günahın bedeli midir yoksa Ankara’dan çok sevdiği abisi Hasan’ı vurmaya gelenleri arkadaşı zannedip yanına götürmesi midir, filmde net değil ama orucu bozmasının hemen ardından Hasan abisi kasabanın dışından gelen faşistler tarafından taranarak vurulur. Ölmediğini filmin sonunda görürüz. Sakat kalmıştır. 80 dönemine geri geliriz. Adem, ölüm orucu zafere ulaşana kadar tam 61 gün aç kalmıştır. O ana kadar çocuklukta bozduğu orucunun kefaretini tuttuğu havası vardır ancak Adem bu kez kendisi gibi direnenler için aç kalmıştır. Sloganlar Adem’ler ölmez derken, kasabanın çıkışındaki çeşmenin başında ustası Cibar Kemal’in söyledikleri gelir aklımıza. Aslında Adem ölümsüzleşmiştir.
Açlığa, üretim ilişkilerinin doğal bir sonucu olarak bakmıyor filmimiz, ancak üretim ilişkilerini kültürel kodlarla birlikte tartıştırıyor bize. Bir yandan dini bir amaçla tutulan ancak ustası Cibar Kemal’in bile akşama kadar dayanamadığı bir ramazan orucu, diğer yandan baskı ve faşizme karşı bedenini açlığa yatıranların iradesi kıyaslanıyor. Ancak birbirine alternatif olarak gösterilmeden. Hasan, babasının toprağından çalışan işçilere “fakirlere farz değil oruç, tokun açın halinden anlaması değil mi… E siz zaten tok değilsiniz…” dediğinde mantıklı bir şey söylemesine karşın işçiler tarafından paylanır. Zira inançtan öte kültürel bir koddur. Gelenektir. Film boyunca dinsel ritüeller, katı bir inanç sistemi olarak sunulmaz. Arada esnetilen geleneksel kodlar olarak verilir. Hatta dünya kupası maçı için teravih namazına ara verilir bir sahnede. İmam dahil tüm kasaba kasabadaki tek televizyonun başına geçerler. İmanı kuvvetli olanlar bile rakı içmektedirler. Günümüz Türkiye’sinin İslami faşizminin baskıları düşünülünce böyle basit bir sahne bile devrimci sayılıyor.
Filmin temel çatışması farklı nedenlerle bilinçli olarak bedenin aç bırakılması olarak görülebilir ama aslında alt metninde, kültürel kod olarak din ve günümüz siyasal İslam’ının baskı mekanizması olarak din arasındaki çelişki vardır. Alt metinde sermayenin Türkiye’ye girişi, gazoz ve kola arasındaki çelişki üzerinden verilir. Cibar Kemal, yok olacak olan esnafı, eriyen küçük burjuvaziyi temsil etmektedir. Hem de az sonra bakacağımız gibi siyasal tercihleriyle de tam bir küçük burjuvadır. ‘70 ve ‘80 dönemleri bilerek seçilmiştir. Türkiye tekelci kapitalizminin, uluslararası neo-liberal politikalara tüm ülkeyi mecbur kılabilmesi ve devrim tehlikesini bertaraf edebilmesi için yapılmış ‘80 darbesinde ölüm orucunda ölen bir devrimcinin, çocuklukta oluşmaya başlayan düşüncelerinin bir araya getiren tüm kodlar geçmişinde verilmiştir. Nostaljiyi bir argüman olarak kullanıp, ama tuzağına düşmeden, bir yandan yitip giden sıcak ilişkiler, diğer yandan ülkenin bağımsızlığı başarılı bir şekilde karşılaştırılmıştır. Kola büyüdükçe gazoz azalmış, Adem’in orucu bozduğu çeşmenin başındaki Bağımsız Türkiye yazısı, darbe sonrası Adem’in ölümüyle daha da silikleşmiştir. Amerikan emperyalizmi ile ‘80 darbesi arasındaki bağ iki imgeyle başarılı şekilde anlatılmıştır.
Adem, çocukluğun masumiyetiyle birlikte, objektifliği de temsil etmektedir. Yüksel Aksu izleyiciyi kendi tarafına doğru manipüle etmeyi istememiş olmalı. Adem’in gitgelleri aslında ilkel ritüellerinden kopmamış toplumun da gitgelleridir. Mülkiyet ilişkileri günümüzdeki kadar keskinleşmemiştir, dolayısıyla açlık yakıcı bir sorun değildir. Zeki, dürüst, onurlu bir çocuk olan Adem’i bir devrimci yapan her şey aslında çocukluğunu geçirdiği dönemdedir. Hasan abisinden emeği, emek bilincini, devrimciliği öğrenir. Kur’an kursunda vicdanı, adem olmanın erdemlerini öğrenir. Günümüz sübyan mektepleri gibi değildir o zamanın Kur’an kursları. Bugünkü gibi militan, dindar ve kindar bir nesil yetiştirmeyi hedeflememektedirler. En azından hepsi öyle değildir. Ancak yine de Hasan, tarlada iftar açan işçilerin yanında faşistler tarafından vurulur. Güllük gülistanlık değildir yani.
Hasan’ı elinde kitap işçilere ahkam keserken görmeyiz. Onlara yabancı şeyleri anlatmaktadır. Öğrenci hareketinin devrimci enerjisinin köylere indiği zamanlardır. Bu yüzden Ege’nin bir sahil kasabası seçilmiştir. Dönem doğru tahlil edilmiştir. Şehirlerde ve Kürt bölgelerinde daha sert geçen siyasal atmosfer, Ege’nin batı kıyısına yeni yeni varmaktadır. Bu anlamıyla Hasan ve devrimci gençler, dönemin öğrenci kökenli devrimci gençleridir. Yakın zamanda siyasal atmosferle birlikte sınıf savaşımı da sertleşecektir. Bu sebeple köyün ağası da eli silahlı bir toprak ağası olarak çizilmemiştir. Siyasal tercihini oğlunun anarşiklere karışmasına ettiği küfürlerden ve evindeki Menderes posterinden anlarız. Hasan karakteri bir yandan Adem’in siyasal düşüncesinin oluşumu için idolken, diğer yandan dönem hakkında bilgi verir. Yönetmenin sosyalizme dair cümlelerini biraz ajitasyona kaçma pahasına söyleyen kişidir. Adem o dönemin devrimcisi olarak darbe sonrası ölüm orucuna yatacaktır. Sınıf savaşımı sertleştikçe bu karakterlerin de değişeceğini biliriz.
Cibar Kemal, ana karakter Adem’le birlikte en baskın karakterdir. Gelişen kapitalizm yanında mumla arayacağımız, biraz çıkarcı, biraz kurnaz ama hala insan kalan küçük burjuvayı temsil eder. Zanaatçıdır. Gazoz imal eder. Bir yandan üretir yani. Çırak alır Adem’i ama eski usül. Üzerinden artı değer kazanacak kadar değil. CHPlidir. Devrimcilere “CHP’yi çökeleğe çevirdiniz” diye kızmaktadır. Adem’in oruç tutmamasını ister. Biraz çocuk olduğundan, biraz da performansı düşmesin diye. ‘80 sonrası gelişen piyasa ekonomisi ve piyasaya egemen olacak olan tekellerin hakimiyetinde yok olup gidecektir. Hayata dair öğrettikleri de… Çünkü kapitalizm yerine başka değerler koyacaktır. Mesela göz hakkı yoktur Coca Cola’nın CEO’sunda. Oysa Cibar Kemal göz hakkı vermektedir Adem’e. İçebileceği kadar. Elbette kimseye veresiye vermeme karşılığında.
Sonuç olarak İftarlık Gazoz üretim ilişkileri sonucu ortaya çıkan yoksulluğu ve açlığı anlatmasa da bunlara da değinerek bilinçli bir iradeyi oluşturan süreci aktarmaktadır. Filmde çatışmayı, klasik anlatılı filmlerdeki gibi iyi kötü üzerinden kurmamıştır yönetmen. Dönemler, süreçler birbiriyle çatışmıştır. Karıncaya küfretmemiş, çalışmayı ücretli köleliği savunanlar gibi yüceltmemiş, emeğe gereken değeri vermeye çalışmış, ağustos böceğini ötelememiştir. Vicdan ve akıl arasında tercih yapmaya zorlamamış, toplumumuzu oluşturan kültürel kodları, onları yok edenlerin tam da savunuyormuş gibi yapanlar olduğunu başarıyla aktarmıştır. Filmin ideolojik sıkıntıları diyebileceğimiz yerleri de izleyenlere bırakalım. Sınıf farklılıkların bugünkü kadar keskin olmadığı 70’ler Türkiye’sinde geçen bu hikâyeyi günümüz nesnel koşullarının bir devrime gebe olduğu dönemlerde sosyal ve siyasal reformlar arasında sıkışıp kalmış herkese izletmek gerekir diye düşünüyorum.
Unutmadan; hakkımızı da helal etmiyoruz.
Önsöz Dergisi
48.Sayı