Ben, Lenin. Sizin Lenin.
Bedenini ve ruhunu her gece devrim için kuran; yüreğini ve belleğini her sabah yeniden devrime sunan, sizin Lenin.
O sabah bir düşten uyandım. Uykusuz geçen fakat yorulma şansı tanımayan acımasız gecelerin ardından hala devrimi düşleyebilmek, ancak sizin Lenin’in yapacağı bir işti. O sabah gördüğüm düşün, yalnızca zihnimde değil, bütün gerçekliğiyle Rusya topraklarında da yeşermekte olduğundan henüz haberim yoktu. Devrim haberi, kara bulutları yararak ve doğaya can katarak baharla birlikte bize geliyordu.
Nadejda ile birlikteydik. Öğleden sonra koşarak yanımıza gelen Bronski’nin ayak sesleriyle irkildim ve işte sonunda o haberi aldım:
“Duydunuz mu?! Rusya’da devrim patlak verdi!”
O ne büyülü, ne görkemli, ne unutulmaz bir andı! O anın yüreğimize işlediği hisler hiçbir zaman eskimedi. Geleceğe dair düşler ve planlar, billurlaşan bir olgu olarak önümüzde duruyordu. Gelen gazeteleri, haberleri büyük bir heyecanla okuduk. Sonra yine, yine ve yine okuduk. Başımızı döndüren bahar güneşi miydi, yoksa henüz mürekkebi kurumamış gazetelerin “Rusya’da Devrim” başlıklı haberleri mi?
Ertesi gün Şubat Devrimi üzerine hükümetin resmi haberleri de bize ulaştı. Zihnimi büyük bir istek ve iradeyle sarsan düşünceleri Stockholm’daki Kollontay yoldaşa yazmaya başlamıştım bile:
“Devrimci program ve devrimci taktik! Şimdiye kadar olduğu gibi devrimci ajitasyon ve propagandaya devam!”
İktidar dışında her şey hiçbir şeydi. İktidar, İşçi Temsilcileri Sovyeti tarafından ele geçirilmeliydi. Hedefimiz bu kadar berrak, çizgimiz bu kadar uzlaşmaz olmak zorundaydı.
Devrimin haberini aldıktan sonra Rusya’ya dönmenin bir yolunu mutlaka bulmalıydık. Rusya’ya dönemediğimiz her gece uyumak daha da imkansızlaştı. Kollontay’a yazmaya devam ettim:
“Kitlelere gidin! Yeni kesimleri harekete geçirin! Her yerde yeni girişimler yaratın, bütün kesimlerde yeni örgütler oluşturun ve onlara barışı sadece silahlı İşçi Temsilcileri Sovyetinin iktidarı ele geçirerek getirebileceğini kanıtlayın”
Bütün görüşmelere ve denemelere rağmen Rusya’ya dönüş yolu bulamamak ne büyük bir eziyetti! Ama soğukkanlı olmalıydık. Bu sırada Pravda için beş mektuptan oluşan “Uzaktan Mektuplar”ı yazdım; ilkinin ancak Rusya’ya ayak bastığım gün, diğerlerinin ise ölümümden sonra yayınlanacağından habersiz. Devrimin hızla gelişen pratik görevlerini eyleme geçirmek en acil görevimizdi, bunu her yerde en gür sesimizle haykırmak zorundaydık. Yazdım, yazdım ve yazdım.
Ve sonunda, Rusya’ya dönüşümüz için İsviçreli sosyalist ve enternasyonalist Fritz Platten aracılığıyla İsviçre’deki Alman büyük elçisiyle anlaşmaya varıldı. Karar verildi, bir an önce Petrograd’a varmalıydık. Geride kalan yoldaşlara cesaret ve sabır dileyerek hızla dönüş hazırlıklarına başladık. İlk trenle Zürih’ten Bern’e geçtik. Bern Halkevi’nde yolculuğumuza ortak olacak yoldaşlarla buluştuk. Otuz kişiydik. Bu yolculukta, sürgündeki en yakın çalışma arkadaşlarımdan Zinovyev de vardı. Devrim haberinin ardından heyecan içinde Zürih sokaklarında kendisiyle uzun bir yürüyüş yaptığım, fakat Ekim’den önce yollarımızı ayıracağımız Zinovyev…
Yolculuğumuz elbette tartışma konusu oldu. Bir zamanlar Marksizmin Rus topraklarındaki en büyük temsilcisi olan Plehanov da dahil çeşitli Menşevikler burjuva basınının hakkımızdaki alman casusu söylemlerine ortak oldular.
Mühürlü trenin penceresinden dışarıyı izledim. Yollar akıp gidiyor, yer yer kadınlar ve çocuklar tarlaları işliyordu. Güneş yer yüzünü göz alıcı bir parıltıyla yakıyor, yer yüzü derin bir sessizliğin içinden uyanarak bizi selamlıyordu. Ya da ben yer yüzünü böyle görmek istiyordum. 27 Mart’ta Almanya’dan, 3 Mart’ta İsveç sınırından geçtik. Geçici hükümet, Bolşevikleri ülkeye sokmamaya cesaret edemedi, Fin kızaklarıyla İsveç’ten Finlandiya’ya geçtik.
Sınırı geçer geçmez hemen gazetelere koştum. Pravda’nın bir sayısını buldum ve burada Malinovski’nin aslında bir casus olduğunu okudum.
Petrograd’a vardığımızda tutuklanacağımız fikrine çoğumuz ikna olmuştuk. Beloostrov’da bizi kız kardeşim Maria, Stalin, diğer yoldaşlar ve kadın işçiler karşıladı. Sormadan edemedim:
“Petrograd’da tutuklanacak mıyız?”
Yoldaşlar nedense kesin bir cevap vermeden hafifçe gülümsemekle yetindiler.
4 Nisan akşamı, nihayet Petrograd’daki Finlandiya Garına vardık. İstasyonda bizi bekleyen tutuklama değil, bir zafer coşkusuymuş. Binlerce insan; işçiler, askerler, bahriyeliler, bayraklarla, zırhlı arabalarla, heyecanla bizi bekliyordu. Bazı anları anlatmak için sözcüklere başvurmak beyhudedir. İşte bu o anlardan biriydi. Göz kamaştırıcı bir kalabalık, sevinçle ve göz dolduran bir güzellikle bana bakıyordu. Perona iner inmez bir yüzbaşı karşıma geçip tekmil verdi, bir an afalladığımı, buna şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Sonra elimi kasketime götürerek ben de onu selamladım.
Devasa bir fener yanıp sönüyor ve yolu aydınlatıyordu. Artık sadece düşlerim değil, bedenim de Rusya’ya varmış, binlerce insandan oluşan kalabalığın ruh hali akışkan bir madde gibi etrafa yayılmış, başlayan devrimi ruhuma zerk ederek beni heyecanlandırmıştı. Uluslararası devrim tarihinde yeni bir bölüm başlıyordu. İstasyon Enternasyonal marşı eşliğinde önderlerini karşılamaya gelen binlerin sesiyle gürlüyordu…