Bir gece, çirkin ve gür sesiyle, geceden kara bir karga konmuş bir duvarın dibine. Sesini duyanlar olmuş, fakat kimse dönüp izlememiş onun zifiri karanlığa boğulmuş yasını. Sonra susmuş, ölen kardeşinin yanı başında, toprağı eşelemeye başlamış ve açtığı çukura kardeşini gömmüş. Başucuna da bir reyhan dikmiş. Sesini duyduğunuz karganın uğursuz addedilen varlığına okkalı bir küfür savurmuşsunuzdur muhakkak, ona dönüşeceğinizi bilmeden. Hiç şansınız yok, Kabil’den beri hepiniz eninde sonunda o kargasınız.
İşte bakın, binlerce reyhan kardeşlerinizi gömdüğünüz topraklara can veriyor. Ve binlerce reyhan, toprağına can vermek için ölülerinizi bekliyor. Nerede ölüleriniz?
İşte bakın, kiminiz o uğursuz karga oldunuz; sesinizi duydular, ama dönüp bakmadılar. Tozdan ve isten kapkara kesildi yüzleriniz en az o karganınki kadar. Haritasız ve dümensiz kaldınız. Çığlıklarınızı duysunlar diye en çirkin sesinizle haykırıp durdunuz beyhude bir çabayla. Gidebileceğiniz bir liman yoktu oysa.
Kiminiz de toprakla bir olup başucunuzdaki reyhanda can buldunuz ve sırf bu yüzden şanslısınız, gömülmeyi hak ettiniz. Bedeninizin her bir parçası zehirli bir rüzgara kapılıp oradan oraya savrulabilirdi. İsli yanaklardan süzülen, kapkara ama yaşamın tek belirtisi olan göz yaşı damlaları besledi toprağınızı. Aktılar, aktılar, size karıştılar..
Ben hanginizdim bilmiyorum. Bildigim tek şey gitmem gereken yerdi. Koşa koşa ama kaça kaça gittim. Yaklaştıkça uzaklaştım ve uzaklaştıkça yaklaştım. Herkesin yüzüne tek tek baktım ve işte kalabalığın arasında uzun zaman sonra ilk kez onu gördüm. Bir an sevinir gibi oldum ama hiçbir kelimenin dilimizden dökülmeye yanaşmayacağını hemen anladım. ‘Keşke onun yerine ben ölseydim’ dediği en az bir kişi olduğuna adım gibi emindim. Çünkü ben de o sabah kimseler duymadan kalbimi ve beynimi un ufak olmuş duvarların arasına fırlatıp kaçmayı diledim. Ama kalbimdekiler ve beynimdekiler un ufak olmak yerine yanaklarımdan süzülüp içime akan bir sele dönüştü.
Onu görüp yanına koştuğum ilk anda bana sarılmadı. Beni tanıyıp tanımadığından bile emin değilim. Her zamanki tatlı hırçınlığı yoktu. Her zamanki gür sesiyle insanlara şiirden bahsetmiyordu. Yüzüme bakmadı ve bir şey söylemedi. Her zaman söyleyecek bir şeyi olurdu ama o an söylemedi işte. An, kendisini unutabilelim diye susturdu bizi belki de.
Onu tanıdığım ilk günden beri başkaldırı sözcüğü bana onu hatırlatır. Yaşar Kemal bana onu hatırlatır, Turgut Uyar bana onu hatırlatır. Ahmet Telli’nin bana hatırlattığı kişi ise o değildi, o kişi bunlar yaşanırken birkaç yüz metre uzağımızdaydı. Bir duvar yığınının altında birkaç yüz metreyi sonsuzluğa dönüştürmüştü. Oradaydı, ama şimdi candan gülüşünü ve ılık nefesini dünyaya sunmuyordu. O, artık gerçekten dünyanın dışına atılmış bir adımdı ve biz o adımın matemindeydik.
O an gözümün içine bakıp merhaba bile demeyen adamın, bilmem kaç gün sonra cebinden dörde katlanmış üst üste dört kağıt çıkararak parlayan gözlerle bana baktığı anda yeniden harekete geçti yelkovan, tik tak.. Gün, bir sabah yaşamı değil ölümü aydınlatmak üzere doğmuş ve bizi nefes almakla cezalandırmıştı fakat şimdi ansızın yaşamak bir can sıkıntısı olmaktan çıkmıştı. Heyecanla titreyen ellerinde, yeniden şiirle dolan gözlerinde ve dörde katlanmış o dört sayfada sevdiğim her şey yeniden nefes aldı, tik tak.. Bunca kederin arasından çekip çıkardığı, belleğini taze tutan sözcüklere müteşekkir olma haliydi. Bunu Antakya’nın şiirinde büyütüyor, onunla büyüyordu. İşte yeniden kalbini ve kalbimizi şiirle besliyordu. O an, bu adamla hala dost olduğumuzu ve yelkovanın bizim için on yedide durmadığını anladım. Ve an, bu sefer zihnime kendini kazımak istercesine onu konuşturuyor, konuşturuyordu..
Bir kadeh zevk-i sefa ve bolca göz yaşı. Bundan mı ibaret bunca yaşanmışlığımız, bunca yorulmuşluğumuz? Değilmiş işte. Harcımıza ne katılmış olmalı ki, tükenmiyor yeniden ve yeniden başlama cüretimiz. Parçalanmış ve ise boğulmuş duygular arasından hiç ummadığım bir anda yine umut yeşeriyor. Hiç utanmadan yine heyecanla doluyor kalbim.
Sorulmamış yüzlerce soruma cevap verecek kimse yok sanıyordum. Kana ve kedere gömülmüş kalbim artık hiçbir tebessümü kucaklamayacak çirkin bir parçam oldu sanıyordum. Değilmiş. Daphne’nin mis kokulu saçlarından yeniden taç yapabilirmişiz başımıza. Baharın gelişi yine bir başkaldırıyı ihtiva edebilirmiş ve en sert kışın ardından bile bütün narinliğiyle yeniden yaşama katılabilirmiş çiçekler. Hüznümüz isyana, isyanımız güce ve gücümüz bilinçli bir eyleme dönüşebilirmiş. Eylem güzelleştirebilirmiş yüzlerimizi, tozdan ve isten arınıp esenlikler dolu bir rüzgarla buluşabilirmiş tenimiz. Yağmur sonrası bir portakal çiçeği kokusunda yeniden kavuşabilirmişiz yitirdiklerimize. Yitip gitmemişler meğer, yanaklarımızdan süzülüp içimize akan onlarmış ve ne zaman tomurcuk çiçeklerle yağmura doymuş toprağın kokusu birleşse biz de birleşebilirmişiz..
Önsöz Dergisi
51.Sayı