Hasat Zamanı
Hangi sabaha uyanacağımızı bilmediğimiz günlerden geçiyorduk. Dünyamız hiç olmadığı kadar hareket halindeydi. Her anlamda hem de… Bir şeyler anlatmak istiyor tüm canlılar, cansızlar, ekonomik soğuk rakamlar, açım diye intihar edenler, ölmek istemiyorum diyen kadınlar, yeraltında ve yer üstünde çalışan yaşamı var edenler, plazalarda modern köleliğe mahkûm edilenler, hızla dönen çarkların arasında ezilenler… Yaşamın anlamını sorgulamak, “nasıl yaşamalı” sorusuna cevap aramak ve değiştirmek için birçok nedenimiz varken, buna bir de ansızın -aslında pek de öyle değil- giren koronavirüs eklendi.
26 Aralık’ta 11 milyonun üzerindeki nüfusuyla Wuhan’da ilk sıra dışı zatürre vakaları tespit edildi. 12 Ocak’ta koranavirüsün bir türü olduğu anlaşıldı. 13 Ocak’ta test kitleri hazırlandı ve dünya basınına görüntüler gelmeye başladı. Kapitalist dünya, “baskıcı Çin”, “zorba devlet” söylemleriyle alınan karantina önlemlerini yansıttılar ekranlara. Ağlayan kadınlar, hastaneye gitmeye çalışan hastalar, kenti terk etmek isteyen ama zorla tutulan insanlar… Kapitalist dünya sadece Çin’i etkileyecek diye el ovuştururken -ne de olsa her olayda o kârını görür- Çin’in hayata geçirdiği bu önlemler yayılmayı belki de kontrol altına aldı. Buna rağmen hızla Koronavirüs dünyanın her yanına yayıldı. Ve bir de buna eşlik eden bir gerçek; kapitalist dünyanın insanın tür olarak geleceğini güvence altına alamayacağı gerçeği…
Canlı yayın bir uygarlığın çöküşüne tanık oluyoruz. İtalya diz çöktü. Almanya sağlık sistemi çökmesin diye evde kalın diyor. İspanya dehşet içinde. Dünyanın en zengini ABD’de ölüyor insanlar sinekler gibi… Sürü bağışıklığı diyorlar, “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” der gibi. Her zaman olduğu gibi de sorumluluğu bize yüklüyorlar. Ellerinizi yıkayın, sosyal izolasyonu koruyun, mümkünse evde kalın. “Kalalım ama nasıl” diye haykırıyor emekçiler her yerde çünkü çarklar dönüyor emek pazarında. Fabrikalar çalışıyor. Emeğinden başka satacak bir şeyi olmayanlar evde kalamıyor.
11 Mart günü Dünya Sağlık Örgütü koronavirüsü pandemi olarak, yani küresel salgın olarak ilan etti. Yardım paketleri açıklanmaya başlandı ve Türkiye ilginçtir o gün açıkladı, bizde de var diye. Art arda önlemler açıklandı. Patronlara müjdeler, işçi emekçilere ise hiçbir şey yoktu bu önlemlerin içinde. Virüsün sınırlardan insanlarla geldiği bilinen ilk gerçek olmasına rağmen hacdan gelen hacılar hiçbir önlem alınmadan dağıldılar memleketlerine. Avrupa’dan gelenler sadece bir form doldurarak geçtiler havalimanlarından… Yurtlardan öğrenciler kovuldular hiçbir kontrol olmadan memleketlerine, ailelerine süper taşıyıcılar olarak gittiler. Yaşlılar apar topar köylerine doğru yola çıktılar.
Yönetemediler süreci ve hala yönetemiyorlar… Önce #evdekal dediler, sonra çalışanlar değil diye eklediler. “20 yaş altı evde kalmalı” dediler ama sonra gördüler ki 20 yaş altı 700 bin sigortalı genç işçi var. Bir o kadar da kayıt dışı… Sonra “işçiler değil” dediler. Kendimizi korumak için maske takmanın gerekli olup olmadığını anlayan varsa beri gelsin… “Evet-hayır”larla ilerledi süreç ve sonunda bilim kurulu kararını açıkladı: maske takılmalı! Heyhat gel gör ki, maske yoktu hiçbir yerde. Devlet dağıtacak denildi, olmadı. Postaneden alınacak dediler, olmadı. E-devlete başvurulacak dediler çöktü, eczanelerden alınacak ücretsiz dediler, ama maske ortada yoktu. Her gün için gerekli olan maskeye sahip olan kaç kişi var aramızda acaba?
Kapitalizmin dayattığı hıza koronavirüs ile gelen zorunlu fren, ilk günler bu hızın içinde sarhoşa dönmüş, tüketim alışkanlıklarından boğulmuş, çarkların arasında ezilmiş evde kalabilen “şanslılara” iyi geldi denebilir. Sosyal medyaya yansıyan videolar bunu gösteriyordu. Ama günler ilerledikçe, ölüm rakamları ruhsuz birer rakam olmaktan çıkıp ete kemiğe bürünüp sevdiklerimizi, sevdiklerimizin sevdiklerini aldıkça, sinekler gibi öldüğümüz gerçeği her yanı kapladıkça işkenceye dönüşmeye başladı. Reklam için çekilen o güzel evlerinde oturabilenler dışında sanırım evinde kalarak rahat olabilen kimse kalmadı artık. Televizyon da izlemiyoruz değil mi? Çünkü gerçek yok orada, gerçeğin ortaya çıkmaması için meselenin sağından solundan çekiştirilmesi var. Bir de kendini uyarlama hızına “hayran” olduğum reklam sektörü… Neyi almamız gerektiğini söyleyen hatta bize dikte eden reklam tanrıları işlerinin başında… Oysa ne kadar az şeye ihtiyacımız var, bunu anlayabildik mi? Ölüm-yaşam-bugün-gelecek üzerine yaptığımız iç sohbetlerimizde ya da birbirimize itiraflarda ulaştığımız gerçekleri, insan kalmak ve insanca yaşamak için, beklenildiği gibi unutacak ve kaldığımız yerden devam mı edeceğiz, yoksa bu ahmak çelişkilere, bu ahmak düzene, bu ahmak kapitalist yaşam biçimine son mu vereceğiz? Bunun için hangi adımları atacağız. Dünya bizim yaptıklarımız ya da yapmadıklarımıza göre şekil alacak… Çökecek bir bina var karşımızda ama bekliyoruz. Oysaki çökecek bir bina yıkılmalıdır, en iyi önlem budur, değil mi? Bir uygarlık çöküyor… İşte mesele burada… Kapitalizm felaketler yaratan bitmeyen bir diziye döndü. Daha kaç bölüm izleyeceğiz… Dün kıta yangınlarıyla, savaşlarla, intiharlarla yüz yüzeydik, bugün korona ile… Peki yarın? Yarının bize hangi felaketi getireceğini düşünmekten yorulmadık mı? #buvirüstenkurtulalım!
Sayıların korkunç bir hızla ilerlediği günlerde “Neyi bildirir sayılar” şiiri geliyor aklıma. Nazım Hikmet emperyalist paylaşım savaşlarında yitirdiğimiz insanlarımız için soruyor bu soruyu. “sayılar bebelerin kundakları/ sayılar tabutları şehirlerin/ öldürülmüş/ öldürülebilecek olan/ sayılar yaklaşan bir şeyleri bildirir/ sayılar bildirir uzaklaşan bir şeyleri/ nedir yaklaşan bize/ bizden uzaklaşan nedir.” Sayılar annemiz, babamız, yarimiz… Sayılar çocuklarımız… Sayılar dostlarımız, yoldaşlarımız… Sayılar emekçi arkadaşlarımız…
Ama her şeye rağmen umudun şairi olan Nazım yoldaşça fısıldıyor kulağımıza, yaşamı sevmek gerektiğini ve onun için mücadele etmek gerektiğini. Tıpkı sağlık emekçilerinin omuz başında buldukları Nazım gibi… “Yaşamayı ciddiye alacaksın/ Yani o derecede/ öylesine ki/ Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda/ Yahut kocaman gözlüklerin/ Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda/ İnsanlar için ölebileceksin/ Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için/ Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken/ Hem de en güzel en gerçek şeyin/ Yaşamak olduğunu bildiğin halde.” Doludizgin yaşayacak ve mücadele edeceğiz ölmekten korkmadan…
Hayatın evde değil, kendimizi var ettiğimiz doğanın içinde, kendimizi yeniden gerçekleştirdiğimiz emek sürecinde, insan insana kucaklaşmada ve dünyayı değiştirme eyleminde olduğunu biliyoruz. Biliyoruz değil mi? Yine Nazım… Severmişim Meğer şiiri ile kolumuza girerek çıkarıyor bizi doğaya, yaşama… meğer ırmağı severmişim… gökyüzünü severmişim meğer… ağaçları severmişim meğer… yolları severmişim meğer… çiçekleri severmişim meğer… meğer kar yağışını severmişim… güneşi severmişim meğer… meğer denizi severmişim… bulutları severmişim meğer… yağmuru severmişim meğer… zifiri karanlığı severmişim meğer… kıvılcımları severmişim meğer… meğer ne çok şeyi severmişim… meğer ne çok şeyi severmişiz hatırladık değil mi? Ve en önemlisi gerçekten neyin önemli olduğunu anlayabildik mi?
Leylan Üzerine
Seher’den sonra yazılmaya başlanmış bir romandır Leylan. İki ay boyunca hiç durmadan yazılan metinler posta yoluyla önce Selahattin Demirtaş’ın eşine gönderilmiş. Hücre arkadaşı Abdullah Zeydan okumuş bir de. Dışarıdan gelen eleştiriler cesaretini kırsa da bir bırakıp vazgeçip, bir yeniden alarak üzerinde çalışarak sonunda yayınlamama kararı vermiş. “Artık edebiyat serüvenimin son kitabı Devran olacak” derken, içindeki edebiyat kurdu onu rahat bırakmamış ve roman taslağını yeniden eline almış. Düzeltmeler, çıkarmalar, eklemeler… Ve ne kadar da zordur yazılmış bir taslağın üzerinden yeniden yazmaya çalışmak…
Teşekkür bölümünde kitabı okuyup bitiren okura yazar şöyle sesleniyor: “Şimdi okuyup bitirdiniz ama ben halen emin değilim; yazmak istediğim roman bu muydu? Bilmiyorum, içimde bir yerlerde takılıp kaldı sanki o roman. Bir gün onu da yazabilir miyim? Hiç umutlu değilim. Sanki edebi hayatımın son kitabı bu gibime geliyor.”
Biz okurları da diyoruz ki, içinizde bir yerlerde takılıp kalan o romanı da sabırsızlıkla bekliyoruz. Ve yazabileceğinize inanıyoruz. Eminim yazıyorsunuzdur da şu günlerde… Korona günlerinin yarattığı tecridi daha da ağırlaştıran bugünlerde aklınız dışarıda, Leylan’da sorduğunuz sorulara benzer sorularla çözüm arayışlarındadır. İnsan kalma ve insan olmanın gerekleri konusunda…
Selahattin Demirtaş Leylan’a “Gerçek nedir”, diye sorarak başlıyor. Diyarbakırlı Kudret, Süphan ve Kemalettin’in çocukluk anılarına doğru bir yolculuğa çıkarıyor bizi ve oradan Kudret’in platonik aşkı Serap’ına yani Leylan’ına… Kudret’in aşkı platoniktir ama o aşkı kaybetmemek için verdiği mücadele tam bir gerçektir. Serap bilmiş bilmemiş ne önemi var platonik aşık için… Kudret ve arkadaşlarının çocukluğuna götürür bizi yazar. Diyarbakır’da çocuk olmak bir başkadır. Bilmediğin bir dilde ilkokul sıralarına yollanmak ise bambaşka… Sınıfta Türkçe bilen tek kişinin öğretmen olduğu bir gerçeklik… Üç kafadar arkadaşın neler yaşadığını, bilmedikleri bir dilde eğitime başlamanın, çocuk yüreklerde ve bilinçte nasıl bir travma yarattığına tanık oluruz. Yedi yaşındaki çocukların bilmediği bir dilde eğitim görmesinin komik halleri anlatılır hep. Bu acıyı bile mizaha çeviren bir halk var karşımızda. Oysa ne acılar yaşanmıştır ne çok çocuk kalbi kırılmıştır ne çok çocuk aptal olarak damgalanmış ve kendini aptal hissetmiştir. Ne zaman ki bu benim dilim dediği ana kadar… Anadilim bu… Ona sahip çıkacak ve asla unutmayacağım, diyene kadar.
Kudret, onurunun kırılışını söyle anlatıyor bize, çocuk yüreğinin yaşadığı acıyı: “Bir bardak leblebi tozunu bir kerede ağzınıza doldurmuş gibi olursunuz. Ne yutabilirsiniz ne nefes alabilirsiniz. Yutmaya çalıştıkça boğulursunuz, yutmazsanız zaten boğulursunuz.” Ve “Kürtçe konuşmak bir akıl hastalığıymış gibi iyileştirmeye çalışırdık kendimizi.”
Serap’a yani Leylan’a olan aşkını anlatırken iki dilli olmanın oyunlarını sunar bize yazar. Bakın ne güzel anlatıyor bir aşkı: “Biz ‘sokak’a Kürtçede ‘kuçe’ deriz. ‘Sokak’ı da sonradan öğrendik. Daracıktır kuçeler, labirent gibidir. Serap’ı ilk orada gördüm, labirentin içinde. İp atlıyordu kızlarla. İpin Kürtçesi ‘ben’dir. Gözgöze geldik, ‘ben’ ayaklarına dolandı, yalpaladı, düşer gibi oldu; ‘ben’i tuttu sıkıca, bırakmadı.” Bir başka yerde ise “Aşkın Kürtçesi ‘evin’dir. Ve senin evin dünyadaki en güvenli yerindir.”
Yazar bizi bu komik-trajik hikâyeden birdenbire başka bir yere geçiriyor. Hayat bu işte diyor; yaptığımız herhangi bir şey biz farkında olmasak da bir yerlerde birilerinin yaşamını etkiliyor, belki tümden değiştiriyordur. Kim bilir belki yaşarken değil, ölürken sebep oluyoruzdur bu değişikliklere. Kudret’in okul arkadaşı Netice’nin gelişiyle başka bir boyuta geçişin kapısı aralanıyor. Netice edebiyat hocası olmuştur, yazdığı bir kitapta kahramanları ile ilgili bilgi arayışı onu Kudret’e ve Serap’a çıkarmıştır. Roman kahramanlarını tanımak için gelir Kudret’in yanına ve yazdığı kitabı bırakır. Ve roman bundan sonra Netice’nin yazdığı kitabın Kudret tarafından okunmasıdır aslında. Kitap içinde kitap vardır. Leylan’ın içinde Hayat Hep Yarımdır…
“Bazen kafamızdaki karmaşayı gidermeden yaşamaya devam edemeyiz. Hayat kafamızın içindeki midir? Dışındaki mi? Çoğu zaman bilemeyiz.”
Ve başlıyor karmaşık bir hikâyeyi anlatmaya… Mardin’den yola çıkan Zeliha… Kör bir adam… Yapayalnız bir kadın… Karşılaşmalar… gizemler… tesadüfler… Karmaşık bir anlatım kim kimdir belli değil. Doktor Sema… Bedirhan… çıkıyor karşımıza… Çocuklar Mahir ve Deniz… Tesadüf değildir herhalde diyorsunuz bu iki ismin seçilmiş olması. Hikâye karmaşık ama merak artıyor. İşte bundan sonrasını yazmak yazarın okuru çıkarmak istediği gizlerle dolu iç dünyaya yolculuğa haksızlık olacağı için okur ve yazarı baş başa bırakmak gerekiyor. Bundan sonrasını yazarlarla, Selahattin Demirtaş ve kitap içinde ikinci kitap olan ikinci yazar ile sürdürmeniz gerekiyor. İyi okumalar, iyi yüzleşmeler, mutlu yarınlar, kavuşmalar, kavuşamamalar adına…
Son dönem yaşanan olaylara zindan duvarları arasından bir bakış… Bilime, bilimsel teknolojik gelişmelere insan ve doğa merkezli bakışın sonucu ortaya çıkan sorular, aranan cevaplar. Temelde insan var romanda, insan ve onun tutumları, alçalan ve yücelen yanları, taraf seçimleri, tarafsız kalma durumları ve daha birçok insan hali… Kıyametin bilim insanlarının eliyle gerçekleşmesini izleyecek miyiz yoksa buna müdahale mi edeceğiz? Uyduruk bir konforu, savaşa karşı olmak gibi erdemli bir tutuma tercih mi edeceğiz?
Umut nedir gerçekte, haz nedir. Mutluluk haz mıdır yoksa başka bir şey mi? Bir hayat nasıl yaşanmalı ya da yaşanmamalı gibi sorularla ve bu sorulara aranan cevaplarla dolu bir kitap. Sevmek, sevilmek, ayrılmak ve bir daha kavuşmak, ya da hiç kavuşamamak ama yine de sevmek delice… ve hayat hep yarımdır aslında… Çünkü başkalarının tamamlamasına ihtiyaç duyar her birimizin hayatı… O yüzden de ihtiyacımız var birbirimize… Gelecek ancak bu şekilde yakın edilebilir.
Gogol ve Ölü Canlar
“Ölü canlar! Ne korkunç bir ad! Ama romanın yazarı bu Manilovlara, Nodrievlere, Piluşkinlere başka ne ad verebilirdi? Asıl ölü canlar onlardır.”
Herzen
Roman ve tiyatro yazarı olan Gogol, yeni bir yüzyılın başında 1809’da dünyaya gelir. Önce şiir denemeleri yapar ama başarılı olamaz. Puşkin’le tanışması tüm bir hayatını değiştirir. Puşkin Gogol’daki güçlü yazarı keşfeder ve şu satırları not düşer, “Şimdi Dikanka Akşamları’nı bitirdim. Bu öyküler beni şaşırttı. İşte gerçek, içten bir neşe! Kimi yerleri de ne kadar şiirli, duygulu. Bu çeşit yapıtlar bizim edebiyatımızda o kadar yeni ki, üzerimde bıraktığı şaşkınlık etkisi hala geçmedi. Söylediklerine göre, dizgiciler, kitabı dizerken gülmekten katılıyorlarmış.” Onu sürekli destekler. Ölü Canlar romanının temeli olan dolandırıcılık olayı gerçek bir olaydır ve Puşkin’in çiftliği çevresinde yaşanan bir dolandırıcılık marifetidir. Puşkin, yaşanan dolandırıcılık olayıyla ilgili önce bir şiir yazmak ister, ama Gogol’un elinde daha iyi bir esere dönüşeceğini düşündüğü için “bunu sizden başkasına veremezdim” diyerek ona teklif eder.
Gogol, 1835’te Puşkin’e yazdığı mektupta Ölü Canlar’a başladığını, eğlenceli bir romana çok elverişli olduğunu söyler. Ama eser ilerledikçe, acı etkiler uyandıracak bir şeye dönüşmeye başlar. 1835’te başlanan romanın birinci bölümü ancak 1841’de bitmiştir. İsviçre, Paris, İtalya seyahatlerinde yazılır roman. Homeros, Dante ve Balzac’tan çok etkilenir. Balzac’ın İnsanlık Komedyası’ndan esinlenerek Ölü Canlar’ı bir trilogya olarak yazmayı düşünür. Aynı konunun üç ayrı aşamasını, üç ayrı bölümde vermek ister. Ama kitap iki bölümden oluşur. İkinci bölümün bazı yerlerinde kayıp satırlar, bölümler vardır. Gogol’un buhran anlarında yok ettiği sayfalardır bunlar. Müfettiş ve Ölü Canlar’ın yazarı Gogol aklı ile yüreği parçalanmış biridir. Gogol sinir buhranları, ölüm korkuları içinde romanını iki kez yakar. “Bütün yapıtlarını şeytan yazdı senin, ruhunu kurtarmak istiyorsan edebiyatı bırak” diye telkin eden papazlar vardır etrafında. Bir buhran anında 1852’de bütün müsveddeleri ateşe atar. Birkaç gün sonra da ölür.
Hiç kolay olmaz Ölü Canlar’ın basılması. Moskova sansürü basılmasına izin vermez. Sonra bazı bölümlerin çıkarılması şartıyla izin çıkar. Çıkarılması istenen bölüm Yüzbaşı Kopeikin’in anlatıldığı bölümdür. Kimdir Yüzbaşı Kopeikin… Ve neden bu bölüme karşı çıkılmıştır? 1812 savaşına katılan bir yüzbaşıdır. Savaşta bir kolu ve bir bacağını yitirdiği için Rusya’ya döner. Ne de olsa gazidir artık, koca ülkesinin ona bakacağını umar. Yardım için başvurduğunda, ona verilen tek cevap, “bugün git yarın gel” olur. Çok tanıdık değil mi? Sabredin, devlet eli şimdi değil ama en kısa zamanda size ulaşacaktır. Ama bu el bir türlü uzanmaz, hatta hapse atmaya kalkar. İşte sansür kurulunu rahatsız eden bölüm burasıdır.
Gogol, Rus edebiyatının ilk büyük roman, öykü ve tiyatro yazarıdır. Mizahta da usta bir sanatçıdır. Gerçekçiliğin etkisindedir ve Rus gerçekçiliğinin kurucusudur. Kısaca, Puşkin ve Gogol öncesi yazın dünyasına bakacak olursak; klasisizm ve romantizm egemendir, Avrupa yazınından etkilenmiş eserlerdir. Puşkin ve Gogol, ilk kez Rus toplumunun ulusal ve kültürel özelliklerini yansıtan tipler yaratmakla Rus yazınında gerçekçi çığırın önünü açarlar. Eğer Puşkin’in Yüzbaşının Kızı olmasaydı, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı olmazdı denir. Dostoyevski Gogol’a gönderme yaparak “hepimiz Palto’nun cebinden çıktık” der. Rusya’nın kurtuluşu, nasıl ilerleyeceği ve aydınlanacağı bu yazarların ve bundan sonra gelen yazarların en önemli derdi olur. Yeni bir yüzyıla doğan bu kişiler, çağını anlama ve tanımada aynı zamanda yön vermede önemli görevler üstlenmiş yazın dünyası insanlarıdır. Aynı zamanda o zamana kadar güzel, yüce olarak gösterilen şeyleri yerle bir etmeye çalışmışlardır. M. Kagan’ın dediği gibi, “Cervantes, Don Kişot’ta, yüce bir görünüş olarak, orta çağa egemen şövalyelik ilişkilerinin foyasını açığa çıkarmıştır. Puşkin ise, ‘Gabrieliade’de, yüzyıllar boyunca kutsallaştırılmış Hristiyanlık öğretisindeki yüceliği alaya alır. Gogol, Müfettiş ve Ölü Canlar’da kulluğa dayalı bir düzende yüce sayılan kişilerin yaşam tarzlarıyla çıkarlarındaki bayağılığı açığa vurur.” (Estetik ve Sanat Dersleri, s. 157, İmge Kitabevi)
Romana Dair
“Okur beğenir mi beğenmez mi, bilmem, ama yazar için çok güzel bir tasarı… Çünkü Çiçikov’un bu tasarısı olmasaydı, bu kitap da ortaya çıkmazdı.”
N… İli, yani adı olmayan bir Rus ilinde geçer tüm olaylar. “N… ili merkezinde, hanın büyük kapısından içeri, oldukça güzel, küçük, yaylı bir araba girdi.” Romanın ilk cümlesi… Yaylıda kimler mi var; romanın başkarakteri Çiçikov, arabacı Selifan ve Uşak Petruşka… Çiçikov N… ilinde yapmak istediği planının başarılı olabilmesi için, önce o ilin çiftlik sahiplerini ve vali, savcı gibi yüksek amirlerini tek tek tanıması gerektiğini çok iyi bilir. Bunun da en iyi yolu bir baloya katılmaktır. Böylece okur olarak bizler de N… ilinin ileri gelenlerini tanır ve Çiçikov’un ölü canlara ulaşma macerasına katılmış oluruz.
Roman boyunca Çiçikov’a eşlik edecek iki roman kahramanı arabacı Selifan ve Uşak Petruşka’dır. Ama henüz romanın konusu olabilecek kişiler değillerdir. Çünkü henüz onların zamanı gelmemiştir. Toprak ağalarının ve tüccarların devridir. Romana girişleri, yazarın okur ile sohbet için ara verdiği kısacık bir anda olur. “Okur için kahramanımızın bu iki kölesini tanıtmak pek gereksiz olmayacaktır. Elbet onlar yapıtımızın pek de önemli kişileri sayılmaz; daha çok ikinci, hatta üçüncü plandadırlar. Bu destanın en önemli zembereği onlar değildir. Yalnız birkaç yerde o önemli zembereklere hafifçe dokunurlar, o kadar.”
Petruşka ve Selifan için ayırdığı birkaç sayfa için okurundan özür diler. Aslında biraz da eleştirir o çağın edebiyat okurlarını… “Yazar, okurun aşağı tabakadan kimselerle ne denli isteksizce ilgilendiğini denemiş olduğu için şimdi onları böyle uzun uzun bu çeşit insanlarla meşgul ettiğinden üzüntü duyuyor. Ruslar böyledir işte ne yapalım? Kendilerinden bir rütbe olsun yüksek biriyle tanışmaya bayılırlar. Bir kontla, bir prensle sadece şapka çıkarıp selamlaşmaktan ibaret bir ahbaplığı, başkalarıyla canciğer dost olmaya tercih ederler. Hatta yazar, sadece altıncı dereceden bir memur olan kahramanı için bile bu korkuyu duymaktadır. Belki yedinci dereceden olan okurlar onunla ilgilenir ama general rütbesine varmış olanlar kendilerinden aşağıda bulunanlara nasıl bakarlarsa onu da öyle hor görürler. Ya da -daha kötüsü- yazar için en öldürücü olan şeyi yaparlar; bu da kahramana büsbütün ilgisiz davranmaktan başka bir şey değildir.”
Rusya’nın Victor Hugo’su denilen Polevoy ve romantiklerin saldırısına uğrar tam da bu nedenden dolayı. Polevoy “… sanatın geçmişteki kahramanları size sıkıcı geliyor, o halde bize insan ve insanlar gösterin, düzenbazlar ve alçaklar kalabalığı değil. (…) Siz pusulayı şaşırmış gibisiniz heyecan fırtınanızı kendi haline bırakın, Rus dilini öğrenin. Ölü Canlar gibi ipe sapa gelmez şeyleri hiç yazmayın” diyerek verip veriştirir.
Sanki kitabın “Tanrı yazar” diye eleştirdiği bölümde çağının yazarlarına bir cevap gibidir. Hem de güçlü bir cevap…
“Tatsız gerçekliğiyle insanı boğan sıkıntılı, kasvetli kişilerden uzaklaşıp üstün değerli kimseleri anlatmayı iş edinen, her gün karşılaştığımız insanlar arasından yalnız birkaç ayrıcalık üzerinde duran, çalgısının yüksek perdesini hiç değiştirmeyen, kendi katından, zavallı, yoksul kardeşinin düzeyine inmeyen, toprağa dokunulmaksızın ondan hep uzak, hep yüksek düşlere bağlı kalan yazar da mutludur. Onun bu parlak talihi iki nedenden kıskanılmaya değer: Bir yandan, anlattığı insanlar arasında kendisini ailesi içindeymiş gibi duyduğu; bir de şanını şerefini gürültülerle çok uzaklara kadar duyurduğu için. O insanların gözlerini tatlı bir buğu ile örter; yaşamın hüzünlü yanlarını saklayıp, sadece güzel bir örnek göstererek insanları över. Herkes alkışlarla onun ardından koşar; bindiği zafer arabasına takılır, onu büyük, evrensel bir ozan anar. Kartal nasıl yükseklerde uçan bütün kuşlardan üstünse, o da dünyadaki bütün dehaların üstündedir. Daha adı geçer geçmez, ateşli gözlerde beliren yaşlarla karşılanır… Hiç kimse güçte ona eşit değildir. O bir Tanrı’dır.”
Ve oradan kendisi gibi olan yazarların o günün yargısı tarafından nasıl karşılandığına geçer: “Bu yargı, onun yapıtlarını bayağı sayar, küçümser. Ona, insanlığı aşağı gören yazarlar arasında hor görülen bir yer verir. (…) Günümüzün yargısı, hor görülen yaşamdan bir sahne alıp onu bir sanat incisi durumuna getirmek için derin bir ruhu gereksindiğini kabul etmiyor. Çünkü günümüzün yargısı yüksek, coşkun bir gülmenin yüksek bir lirik atılımla yan yana durabileceğini, bu çeşit bir gülmeyle maskaraca bir sırıtma arasında bir uçurum olduğunu kabul etmiyor. Günümüz onun hakkını tanımayacak ve her yaptığını kötüleyecektir. Bu yazar, karşılık bulamadan, anlayış bulamadan, kimsesiz bir yolcu gibi, tek başına yolun ortasında kalacaktır. Yazgısı amansızdır ve yalnızlık ona çok acı gelecektir.”
Ama yazar yolunu çizmiştir bir kere ve bu yolda yürümeye kararlıdır. “Bana gelince… üstün bir kudret, bana daha uzun zaman şu garip kahramanlarımla el ele yürümek, yaşamın azametli akışını, herkesi güldürerek, fakat kimselerin göremeyeceği, sezemeyeceği, gözyaşlarıyla incelemek görevini vermiştir. Kutsal bir coşku anında kafamın korkunç bir esin fırtınasıyla yeniden coşup ayaklanacağı ve insanların şaşkın bir ürperti içinde çok daha başka çeşit sözlerin gürlediğini işiteceği gün uzaktır daha…”
“Okurlarına kitabımın kahramanı olarak seçip sunduğum kişi, biliyorum, çok kuşku uyandıran bir karakterdedir. (…) Söylediğim gibi ben erdemli bir kahraman seçmedim, (…) neden derseniz ‘değerli adam’ deyimi artık lafta kalmıştır. ‘Doğru adam’ at yerine konmuştur, onun yazarı değil, binicisi vardır, binerler sırtına, basarlar kamçıyı, erdemli adam erdeminden bir iz bile kalmayıncaya kadar ezilmiş, açlıktan gebermiştir, ona artık kimse saygı göstermemektedir. İşte bu yüzden diyorum ki, şimdi artık alçakları arabaya koşmanın zamanıdır. Hadi gelin, alçakları koşalım.”
Kahramanımız Çiçikov’un N… iline yaptığı yolculuk ile hedeflediği şey kolay yoldan zengin olmaktır. Yeni bir nüfus sayımı yapılmadan önce, çiftlik sahiplerinden kölelerinin ölü olanlarını satın almak ister. Çünkü borç verme sandığından ölü canların her biri için iki yüz ruble borç alma şansı vardır. Çiçikov’un teklifini duyan istisnasız tüm çiftlik sahipleri onun bir aptal olduğunu düşünseler de çıkarlarına uygun bir teklif olduğunu anladıklarında, anında bu yolsuzluğun gönüllü parçası olurlar. İşte budur yazara başkarakterini savunduran acı gerçek. Herzen’in dediği gibi, asıl ölü canlar Çiçikov değil çiftlik sahipleri Nodrievler, Piluşkinler, Manilovlar’dır.
Önsöz Dergisi
44.Sayı