“Yine her zamanki gibi bir sabah. Bir öncekinden hiçbir farkı yok” diye düşündü balıkçı. Gece geç saate kadar ağ atmıştı. Yorgundu. Güneş çoktan yükselmiş, kalın perdenin arasından içeri zorluyordu. Kalkmak istemedi yatağından. Teknesine bakacak, ağları onaracak, balıkları pazara götürecek ve gözünde büyüyen birçok iş daha. Yine her zamanki hayaline daldı. Bahçesinde şöyle kocaman bir elma ağacı olsaydı, gölgesinde yatsaydı. Sulu elmaları dişleseydi. Her sabah her akşam her gün aynı hayal; bir elma ağacı olsaydı. Kalktı, bir süre oturdu. Özensiz yerleştirilmiş, kabaca yapılmış tahta masa tabure ve sedir. Birkaç raf. Sağa sola rasgele atılmış giysiler, ağlar, eşyalar, tezgâhın üzerine yığılmış bulaşıklar… Bezgin adımlarla kapıya yöneldi. Tulumbadan su çekilecek, yıkanılacak. Her şey gözünde öyle büyüyordu ki.
Kapıyı açmasıyla her zaman gözünü kamaştıran güneşin bugün daha yumuşak vurduğunu fark etti. Anlam veremediği bir gölge… Oysa havada tek bir bulut bile yok. Bu neydi o zaman? Gözlerine inanamadı. Hayal miydi bu? Geri dönüp eve baktı, ayağını yere vurdu, gözlerini ovuşturdu. Hayal değildi. Ama adım atamıyordu. Sanki gövdesi tonlarca ağırlığındaydı. Durdu baktı baktı. Ne kadar zaman geçti, belki birkaç saniye belki birkaç saat…
İşte o elma ağacı! Ağır ağır ilerledi. Dokundu, kokladı, sarıldı. Törensi bir zaman akıp gitti. Nasıl ama nasıl olur? Aklı almıyordu. Dün burada var mıydı kestiremiyordu. Sanki yıllardır orada duruyormuş gibi öylesine canlı, öylesine heybetli… Dalları meyveleri taşıyamayıp kırılıverecekler sanki. İki dalıyla kulübeyi kucaklasa yerinden koparacak. Etrafında döndü dokundu, dokundu. Yakından baktı, uzaktan baktı. Ağaç sanki başının etrafında dönüyordu. Kendini bir sarhoşlukla yere bıraktı. Sırtını yasladı. Artık ona hiçbir şey olmazdı. Hiçbir şey ama hiçbir şey yıkamazdı artık onu. “Bugün pazara gitmeyeceğim.” diye düşündü önce. “Bütün gün burada kalacağım, hayır hayır bütün kasabayı dolaşıp elma ağacımı anlatacağım” diye karar verdi ardından. İçi içine sığmıyordu. Ağacın yanından ayrılmak istemiyordu ama onu herkese anlatmakta istiyordu.
“Yarın burada kalırım, yarın pazar da yok üstelik. Ağlarımı burada onarırım, balığa da gece çıkarım.” karar verebilmenin rahatlığı, coşkun bir enerjiye dönüştü. Bir gözü hep elma ağacında tulumbadan su çekti, her zamankinden daha özenli yıkandı, kulübeye girip temiz bir şeyler aradı. “Yarın buraları temizlemeliyim. Ben eskiden böyle miydim? Amma da dağıtmışım. Şuna bak, temiz bir tabak kalmamış, ne giyeceğim ben şimdi? İnsan ağacını böyle pasaklı kıyafetlerle anlatmaz ki, hem kimse dinlemez.”
Kendi kendine konuşarak giyindi. Balıkları zulasından çekip pazarın yolunu tuttu. Her ilerleyişinde dönüp tekrar baktı ağacına. İşte orda duruyordu. Tüm görkemiyle… Sanki uzaklardan ona el sallıyordu. Birden içine bir korku düştü. Geri dönmeyi düşündü, ya döndüğünde onu yerinde bulamazsa! Güldü kendine; “Koskoca ağaç işte nereye gitsin?” diye geçirdi içinden. Kasaba hayli uzaktaydı ve bu yol hep gözünde büyürdü. Bu kez sabırsızlığıydı yolu uzatan. İlk evleri gördüğünde artık neredeyse koşuyordu.
Pazar yeri her zamanki gibi kalabalıktı. Nerdeyse herkesin birbirini tanıdığı, komşu köylerin doldurduğu pazar yerine vardığında nefesi kesildi. Tezgahını açtı. Köylülerin getirdiği ürünler kasabalının ürünleriyle bu pazarda takas ediliyordu. Eline para geçmesi neredeyse imkansızdı.
Herkesin ondaki canlılığı fark ettiği belliydi. Ya da ona herkes bambaşka, daha bir canlı görünüyordu. Komşu tezgahtaki sebze satan köylüyü gözüne kestirdi. Ne kadar zamandır yan yana dururlardı da doğru dürüst bir laf ettikleri yoktu. Aslında genelde pazardaki herkesle öyleydi. Belli belirsiz “Günaydın” dedi, gerisi gelmedi. Beklemeye koyuldu. “Peynircinin oğlu gelir şimdi, en iyisi ona anlatmak. Şimdi ağacım ne de güzel görünüyordur. Güneş tepesine yükselmiştir” diye düşündü. Peynircinin on iki on üç yaşlarındaki oğlu belirdi. Balıkçılığa meraklı bu çocuk her zaman balıkçıyla sohbet etmeye can atardı. “Vav, ne çok balık tutmuşsun yine! neyle tuttun? Nereden tuttun? “Balıkçı çocuğun hiç de konuşmak istemediği bir konuda bu kadar çok soru sormasına bozuldu. “Boş ver sen bunları ne oldu biliyor musun? İnanamayacaksın ama bu sabah kalktığımda kapımın önünde kocaman bir elma ağacı vardı. Tamam saçma geliyor ama gerçek. İnan bana.” Çocuk adamın yüzüne şaşkın şaşkın baktı. Düşündü. “Ben sonra geleyim” dedi ve koşarak gitti. Akşama kadar kimseyle konuşmadı. Gün bitmek bilmedi. Çocuk da bir daha uğramadı. Hiç böyle yapmazdı. Çocuk daha önce evine gelmişti. Birlikte balığa da çıkmışlardı. Hatta ondan başka Pek kimse gelmezdi ona. Çocuk ne düşündü acaba. Kafası karıştı, sonra yine ağacının hayaline daldı. “Balık çok olunca değeri düşüyor.” diye iç çekti. Tezgâhta kalanları, pazardan aldıklarını topladı. Kalanları şarapçıya verdi.
İki şişe şarapla geri döndüğünde gün batmak üzereydi. Ağacın günün her zamanında böyle güzel görünmesine şaşırmış gibiydi. İlk defa bir elma kopardı. Ağaca yaslandı ilk lokmada ağzının içine yayılan tatla bütün dünyadan koptu. “Harika, harika” diyordu her ısırıkta. İlk defa elma yiyordu sanki. Ağacın yapraklarının hışırtısıyla denizin çarparak, sürünerek oluşturduğu ahenk şimdi ona kendisi için bestelenmiş bir senfoni gibi geliyordu. Açlığını unuttu. Şarabı açtı. İçmeye başladı.
Hava soğumuştu. Denizden gelen sert bir rüzgarla iliklerine işleyen soğuğu hissetti. Aya baktı. Gece yarısını çoktan geçmişti. Kulübesine götürdü ayakları onu. Yatağının içine gömüldü, uyudu.
Aradan aylar geçti. Ağacından kimseye bahsetmemeye karar vereli çok olmuştu. Ama nedense birkaç kişiye söylenen birkaç söz herkesin ona “Bahçesinde elma ağacı bulan adam” demesine yol açmıştı.
Pazara gitmek, kimseyi görmek istemiyordu. Bir yaz sabahı bulduğu elma ağacı kışla birlikte iyice çıplak kalmış, yemiş vermez olmuştu. Olsun o yine onun ağacıydı. Bahar gelecek çiçekler açacak sonra ona o güzelim elmalarını sunacak.
Mevsimler birbirini kovaladı. Balıkçı çocuğun gözlerinde ağaca olan şaşkınlığı boşuna aradı. Sanki hep ordaymış gibi davranıyordu çocuk. Balıkçının dallarına tırmanmasına neden bu kadar içerlediğini anlayamıyordu. Neden sonra balıkçı ağacın meyvelerinin eskisi gibi olmadığını fark etti. Çoğu kurtlanıyor, eskisi gibi pırıl pırıl görünmüyorlardı. Üstelik eski heybetini gün geçtikçe kaybetmesine cılızlaşmasına üzülüyordu. “Söyle benim güzelim niye böyle yapıyorsun bana? Neden sararıp soldun? Bal gibi meyvelerini niye esirgiyorsun benden? “Balıkçı her gün soruyordu elma ağacına:” Neden?” Ama nafile… Ağaç için için eriyordu sanki. Üzerine akbabalar gibi karıncalar, böcekler üşüşmüştü. Gövdesi delik delik olmuştu. Balıkçı artık pazara bile gitmez oldu. Gece gündüz ağacın dibinden ayrılmıyordu. Sanki ağacı bir anda yıkılıp tuzla buz olacak gibi zayıf düşmüştü. Hasta yatağının başını ümitsizce bekler gibi hiç ayrılmadı ağacın dibinden.
Bir sabah çocuk uzun süre haber alamamanın endişesiyle balıkçının kulübesine koşarak geldi. Balıkçı ağacın altında ağaca sıkı sıkı sarılmış kaskatı kesilmişti. Peynirci oğlunun arkasından yetişti. Balıkçı ölmüştü. Onu ağaçtan ayırmak neredeyse imkansızdı. Peynirci çocuğu kucakladı. Ağaca baktı. Eskiden çok güzel olduğu belliydi ama artık yapacak bir şey yoktu. “Bu ağaç mı?” diye sordu çocuğa. Çocuk ağlıyordu. Adam, “Yazık susuz kalmış zavallı. İlaçlamak lazımdı. O zaman bu böceklerde sarmazdı. Balıkçı da ölmezdi” dedi.
Çocuğun hıçkırıkları yaprakların hışırtısına, denizin dalgalarına karıştı. Kasabalıya haber vermek üzere birbirlerine sarılarak oradan uzaklaşıp gittiler.
Temade Çınar
Önsöz Dergisi / 1.Sayı