TURNA ÖYKÜLERİ 1. BÖLÜM
Turna dediğin karlı dağları aşan bir çift kanat… Süzülerek göllere inen ışık, sevdiği için dans eden kalp… Sesi uykusuz çocukların ninnisi, bakışları umut… Bundandır, asırlardır taşlara kazınır turnalar, halılara, kilimlere nakışlanır, duvarlara çizilir. Turna deyince herkesin söyleyecek bir sözü olur. Herkes bir turna öyküsü bilir, dahası bir turnası olur, kendi içindeki duvarlara kazıdığı…
Turna dinmez, durmaz, bitmez, sonsuzca bir yolculuktur. Yükü özlem, amacı kavuşma ve haritalarındaki tek istikameti varmaktır. Öyle ki, turnalar uçtuğu için döner dünya…
Bir kardeşi vardır. Biz berfin deriz, o bilinmeyen dilimizde, bilmeyenlerse kardelen. Yüksek dağ diyarlarının asi çiçeğidir, yüreği renk û ahenk, dili davet. Önce, o boy verir açar, kardan beyaz örtüleri yırtarak, sonra turnalar gelir. Her yıl buluşur bu iki kardeş. Biri dağların asi kızı, diğeri suların, vadilerin sevdalı yüreği. Şaşmaz bir ritmi var bu döngünün, ne zaman, hangi dağda bir berfin kışın beyaz ve soğuk hükümranlığını parçalasa hemen en yakın göle iner kanatlarında alevi taşıyan turnalar…
O turnalar ki o tunalar; iner o inmez göllere, suları dalgalanır göllerin nazlıdan nazlıya. Yuva kurduklarında çiçeklenir ovalar, vadiler; açar sosinler, nergizler baharlar gelir bütün diyarlara…
Sana turnaları anlatmak istiyoruz Turna’m. Sana seni anlatır gibi değil, ama sana bizdeki seni anlatır gibi. Biliyoruz, yetmeyecek. Bizdeki seni bize ve bizdeki seni herkese anlatmak istiyoruz. Madem amacımız bu, o halde söze devam…
Baharı getiren bu kuşların bazılarının başlarının arkasına doğru birkaç uzunca tüy vardır. Bu tüylerden dolayı onlara telli turna denir. Pek çoğu bilmez ama kadınların saçları da bu yüzden uzundur. Şimdi senin saçların da uzamış başının arkasına doğru. İşte onlar sadece saç değil, türkülerdeki telli turnaların telleridir, a bizim tellice Turnamız. Hiç dikkat ettin mi, bütün kadınların dudakları kırmızıdır, allı turnalar gibi … Şimdi koş ve bak aynaya görüyor musun, senin dudakların da kırmızı, ama o öyle basit bir kırmızı değil, yakut gibi parlayan derin bir lal renginde. Allı turnalar gibi…
Annen anlatmıştır sana turnaların yalnız uçmadığını, onlar hep birlikte uçar, hep birlikte yer, hep birlikte yaşar, birlikte konar ve birlikte göçerler. İşte bu yüzden içlerinden biri gerince kanatlarını, geriye kalanların hepsi birden gerer kanatlarını. İnanmıyorsan eğer o zaman aç kollarını iki yana ve koş tanıdığın insanlara doğru, göreceksin, onlar da açarak kanatlarını iki yana koşacaklar sana. İnan bana, seni kandırmıyorum, inan sözlerime, çünkü bu dünyadaki hiç kimse bir turnaya yalan söyleyecek kadar kalpsiz olamaz.
Peki, ben bunları nereden biliyorum? Annemden, bana annem anlattı. Onun da kırmızıydı dudakları, onun da siyahtı saçları, telli telli… Onun da aldı hatta yakut û lal’di kanatları…
Turna’m, ben kocaman dağların yurt olduğu o diyarlarda büyüdüm oradan biliyorum. Önce berfin açardı, açar açmaz da ben koşardım göl kıyısına beklerdim turnaları. Onları beklemenin en güzel yanı neydi biliyor musun? Mutlaka gelirlerdi. İnsanın bekledikleri bazen gelmez ama turnalar hep gelir. Sonra başka yerlerde açan berfinlerin çağrısına kanat açarlar. Fakat bu bir ayrılığın değil, başka başka kavuşmaların hikayesi olur.
Şimdi ayrılık ne, diye soracaksın. Umarım hiçbir zaman öğrenmen gerekmez. Zaten bir turnaya da hiçbir zaman lazım olmaz. Olur ya birisi inat eder de ille anlatırsa, unut anlatılanı. Çünkü sana kavuşmaların tarifi lazım. Sana sarılmaların, sana güzel olan hayatın. Yani soracaksan Turna’m hani ille de soracaksan işte bunları sor. Sor Turna’m, sor nedir hayat, sor nedir mutluluk. Ve nedir kavuşmak, umut nedir, sevda nedir, ve ve ve sonu gelmeyen güzel şeyleri sor.
Bilmediklerin varsa bu saydıklarımdan, hepsini değil, birini anlatayım o da turna olsun.
Zamanın başlangıcında her şey kocaman bir ışıkmış. O ışık sonra taşlara dönüşmüş, o taşlar dünyalara. Sonra akmış sular, hiç durmadan o taşların üzerinden. İşte o akıştan geriye denizler, göller ve karalar kalmış. O topraklardan ve o denizlerden balıklar, kuşlar, kelebekler ve insanlar çıkmış. Yani ışık taşlara, taşlar dünyalara, sulara, topraklara ve insanlara dönüşmüş. Peki, insanlar neye dönüşmüş? Hepsi değil ama en iyileri turnalara dönüşür. Yani o ışık en sonunda bir turna olmuş.
Turnaların durmadan uçmasının nedeni bu. İnsanlar sanıyor ki, turnalar sıcak yerlere göçüyor. Oysa onlar sadece ışığın peşinden gidiyorlar ve ışığın olduğu yerler de sıcak olur.
Ayrıca her turnanın kendi ışığı vardır, turna ona bağlıdır O da turnaya. Biz buna anne ve bebeği deriz; aslı ışık ve turnadır. Dahası var, başta söylediğimiz gibi her insanın bir turnası var. Olmayan da var ama onlar da hep kendi turnalarını arar dururlar. Örneğin annenin turnası sensin, annen çok şanslı çünkü turnasını bulmuş. Mesela benim bir turnam yok. Galiba hep uçup uzaklara gidiyorlar. Fakat üzülme en zevklisi zaten turnaları uçarken izlemektir. Lakin bu bizim sırrımız olsun, ona göre onu sakla ve uçarken beni hatırla olur mu?
TURNADAN BIZE
Duvarlar Bırakmıyor ki
Kanatlarımı Açayım!
Annem bana Turna’m diyor. Fakat ben her istediğimde ona uçamıyorum. Çünkü kanatlarımı açamıyor, onları iki yana gere gere ona doğru gidemiyorum. Oysa o bana ne zaman “Turna’m!” diye seslense, ben hep bunu yapmak istiyorum ama… Ah! Bir açabilsem kanatlarımı; bir uçabilsem, karlı dağları aşarcasına; uçabilsem ıssız çölleri geçercesine uçabilsem, ayrılıkları tüketircesine, sevdiklerine kavuşurcasına uçabilsem. Bir yapabilsem bunları her canım çektiğinde yamaçlarına konup doya doya sarılacağım, hatta doya doya doyamadan sarılacağım. Ama olmuyor, çünkü dört duvarın içine konunca turnalar kanatlarını açamazlar, kanatlarını açamayan kuşlar, mavilerde kanat kanat yol alamazlar. Sonra kanat kanat dönerek mavilerden, annelerine sarılamazlar.
Bazen annemin yanındayım, içinde o duvarların. Bazen özlüyorum anneannemi, teyzemi, dayımı, dedemi ve tanıdıklarımın hepsini, özlüyorum onları annemle birlikte. “Hasretlik” diyor annem buna… Sevdiklerine kavuşamamayı anlatıyormuş. Bazen içerideyim, annemden öğreniyorum böyle şeyleri ya da arkadaşlarından. Bazen dışarıdayım ve kavuşamıyorum anneme o zaman da yokluğundan öğreniyorum hasretin aslında ne olduğunu. Bir çocuğa bütün bunlar neden öğretilir hiç bilmiyorum. Bilmediğim için insanlara soruyorum. Kimi omuz silkip geçiyor, kimi “Bilmiyorum” diyor. Kimisi de “Sen daha çocuksun boş ver bunları öğrenmesen de olur” diyor. Ne kadar aptalca bir cevap. Bir çocuğa bunları yaşatmak normal de yaşadığı bu şeyi sorması mı garip. Bütün bunlara “zalimlik” diyor annemin arkadaşları ve annem. Bence de zalimlik. Hiç sormadım “Zalim ne?” diye çünkü ne olduğunu biliyorum. Zalimlik, turnaları ve anneleri o duvarların içinde tutmak ya da onları duvarlarla birbirlerinden ayırmaktır.
Şimdi, elinden tutarak annemin çocuk parklarına gidemiyorum. Oyun parklarıyla aramıza kilitli demir kapılar koymuşlar.
Şimdi, annemle deniz kıyısına gidemiyorum. Denizlerle bizim aramıza beton duvarlar örmüşler.
Şimdi, annemle yolculuklara çıkamıyorum. Yolculuklarla aramıza dikenli teller çekmişler.
Şimdi, annemle mutlu olamıyorum. Mutlulukla aramıza eli silahlı insanlar dikmişler. Annem korkmuyor ama ben korkuyorum, bir gün onu vuracaklar diye.
Sorsam şimdi, sorsam; kim koydu çocuk parklarıyla aramıza bu kilitli demir kapıları diye…
Sorsam şimdi, sorsam; kim ördü denizlerle aramıza bu beton duvarları diye.
Sorsam şimdi, sorsam; kim çekti yolculuklarla aramıza bu dikenli telleri diye.
Sorsam şimdi, sorsam; kim dikti mutlulukla aramıza bu eli silahlı insanları diye.
Sorsam şimdi, sorsam; kim ne cevap verecek bunlara. Bir çocuk korkar mı hiç korkar mı annesini vuracaklar diye, hatta bir çocuk korkar mı, hiç korkar mı annesinin yanında ve ona sarılıyorken bile…
Sorsam şimdi kim cevap verecek bana, kim yakıyor annelerin canını, kim koyuyor anneleri ve turnaları bu duvarların içine. Kim ayırıyor onları birbirinden?
Şimdi bazıları diyecek, “Üzülme güzel kuşum”. Fakat bu mümkün değil. Çünkü ben bir turnayım. Bütün turnalar gibi benim de kanatlarım aslında omuzlarıma değil, tam içimdeki kalbime bağlıdır. Yani ben kanatlarımı kalbimin atışlarıyla çırparım. Mutlu olduğum zaman kalbimle gererim onları mavilere doğru, kalbimle uçar, kalbimle gider, kalbimle döner, kalbimle sever ve kalbimle konarım kıyılarına kalbinizin. Fakat üzülürsem toplar kanatlarımı, yaslar kalbimin duvarlarına, saklarım onları. Acılarını saklayan siz büyüklerim gibi, saklarım.
Bir de çoğu insanın unuttuğu bir şey var! Turnalar böyle şeyler karşısında üzülmeyecek kadar kalpsiz değildir. Tam tersine turnaların kalbi kocamandır. Bu yüzden de biz acıyı da, sevinci de, mutluluğu da siz büyüklerden daha çok hissederiz.
Ne istiyorum biliyor musunuz? Hani şimdi deseniz ki, geçecek bunlar Turna’m değişecek her şey.
Deseniz ki, söküp atacağız çocuk parklarıyla aranıza konmuş o kilitli demir kapıları.
Deseniz ki, yıkacağız denizlerle aranıza örülmüş beton duvarları.
Deseniz ki, paramparça edeceğiz yolculuklarla aranıza çekilmiş o dikenli telleri.
Deseniz ki, hiçbiri kalmayacak mutlulukla aranıza dikilen o eli silahlı insanların ve hiçbir Turna da bir daha hiç korkmayacak annesini vuracaklar diye.
Hatta deseniz ki, ne bir turna kalacak o duvarların arasında ne de bir karanfil!
Desenize! Ne de demiyorsunuz?
Ya da neden daha çok demiyorsunuz? Daha çok desenize! Dediklerinizi bir bir yapacak kadar çok desenize!
İçinizden biri demiş ya, “Önceden kardelenler açar sonra turnalar gelir” diye. Doğru söylemiş. Çünkü benim de bir kardelenim var; annem. Bütün çocuklar birer turna ve her anne bir kardelendir. Turnalar kanatlarını sevdalara, özgürlüğe açar, kardelenler ise özgürlük ve sevdalar için hem de canlarını insanlığın canına can katarak. Bu yüzden önce kardelenler açar sonra turnalar gelir.
Sevgili büyüklerim unutmayın, umut oldukça turnalar uçacak ve turnalar uçtukça da dünya dönmeye devam edecek.
Bizden Turnalara Söz Olsun Ki
Söz olsun ki size, kanatları kızılca sevdamıza nakışlı turnalar; ne bir tek duvar kalacak denizlerle aranızda, ne bir tek kilitli demir kapı oyun parklarıyla, ne yolculuklarınıza mâni bir karış dikenli tel, ne de mutluluğunuza mani bir tek silahlı insan!
Söz olsun ki size, tellice turnalar, ne hasret kalacak, ne zalimlik, ne zorbalık.
Söz olsun ki size, kalpleri kalbimizden binlerce kez büyük turnalar, ne bir tek turna kalacak o duvarların içinde, ne bir tek kardelen.
Söz olsun ki size, sevdamızın sevdalı kuşları, binlerce kez söz olsun ki, umutlarla büyüteceğiz bütün turnaları, can can büyüteceğiz, sevda sevda, el el üstünde büyüteceğiz…
Ve bu uğurda, bu onurlu yolda, bu şanlı kavgada yumruk yumruğa büyüteceğiz, gece gündüz demeden, su içer gibi, ölümsüz aşklar taşarcasına durdurulamaz şekilde büyüteceğiz.
Söz olsun ki herkese;
Uçacak telli turnalar, maviye yoldaş allı turnalar, kalbimizde nakış, gözümüzde fer turnalar.
Uçacak turnalar onlar uçtukça, dönmeye devam edecek dünya…
Turnadan İnsana Yüküm
Niçin aşıyorum ben bu karlı dağları, niçin tüketiyorum bunca mesafeleri, niye gidiyorum, niye geliyorum, niye süzülerek iniyorum göllere, vadilere, ırmak boylarına, derdim nedir biliyor musunuz?
Bir umut var, sizde, bende, şafaklarca yanan gökyüzünde; karıncanın ayak izinde, suyun akışında bir umut var. Bir umut var; şu başakları ve denizleri dalgalandıran rüzgarlarda, sokaklarda, köprülerde, izbe atölyelerde, kömür tozu soluyan madencilerin gözlerinde…
İşte budur mavi göklere kanatlanışımızın, döne döne katarlanarak gidişimizin, süzüle süzüle dönüşümüzün sebebi. Bu umuttur bizim karlı dağlardan aşırdığımız, ıssız çöllerden geçirdiğimiz, kuşatılmış kentlerden kaçırıp kurtardığımız…
Ve budur işte, Bağdat’a, Çin’e, Japon eline taşıdığımız. Budur Dicle’nin, Aras’ın, Kızılırmak’ın suyuna kattığımız. Budur Nil boyunca aktığımız. Budur yedi iklim, dört mevsim cihanın tenine çaldığımız. Budur göğün mavisine, denizin en derinlerine, güneşin kızıl tenine mayaladığımız…
Biz bunu taşıdık zamanlar boyunca. Leyla’dan Mecnun’a, Köroğlu’ndan Nigar’a, Mem’den Zin’e. Ölümsüz aşkların feryatlarını taşıdık. Unutulsun istemedik, acıları onca kavuşamayan aşıkların. Maalesef, kimisi hain oldu onlara; Beko olup sinsice vurdular onları. Mezarlarında bile kavuşamasınlar diye aralarında boy verdiler diken diken aşıkların. Biz ise inadına buluşturduk onları türkü türkü dizelerde…
Gün oldu firavunlar ülkesine indik, Nil kıyılarına; umudu taşımak için Mısır’ın kölelerine… Gün oldu Mississippi kıyılarına indik, bu kez de kara derili köleler için. Nice nice gözyaşımızı akıttık Mississippi sularına, nice feryadımızı kattık Mississippi semalarına; kamçılanırken siyah teninde insan, asılırken ağaçlara ve yakılırken duyulsun diye çığlıkları dünyanın her yanına, alev tenli kanatlarımızla bu çığlıkları taşıdık…
Yani neresinde zamanın, nerede pranga vurduysa insan insana bizdik pranga vurulana umutlar taşıyan…
Ey insan! Biz senin karanlık yanını yakmak için kanatlarımızı güneşin kızıl rengiyle nakışladık. Bu yüzden, bu kanatların değdiği her yerde şafağı söktüren bir aydınlıkla yandı karanlıklar.
Ey insan! Biz senin aydınlık yanının sevdası olduk ve biz bu sevdadan beslendik, bu sevdayı besleyerek. Umut sen oldun taşıyan biz…
Ve şimdilik biz bu umudu çocuk gözlerine sakladık…
Şimdi o çocuk, çocuk gözlerinden bize bakan, senin aydınlık yanın…
Bu bizim yükümüz senin ışıklı yanın, ey insan!
İNSANDAN TURNAYA
Şahidiz
Şahidiz, gördük; sizi karlı dağları aşarken…
Şahidiz, gördük; en derin okyanuslardan daha da maviydi kalpleriniz…
Şahidiz, gördük; kardelenler açarken geldiğinizi…
Şahidiz, gördük; zalimdi avcılar size tuzaklar kurarken…
Şahidiz, çığlıklarınızda çağları mayaladığınızı…
Şimdi bekliyoruz, o çığlıklarla mayalı, o çığların, o avcıların üzerine kopup gelmesini…
Bekliyoruz, umutla, aşkla, inançla, sevdayla, annemizle, çocuğumuzla, sevgilimizle, dünümüzle, bugünümüzle, yarınlarımızla…
Bekliyoruz, çığlık çığlığa bekliyoruz, kalplerimizi çıkarıp o çığlara atarcasına…
Bekliyoruz, bütün gövdemizi turna çığlıklarıyla mayalı bu çığlara katarcasına…
Kop da gel artık ey uca dağları yurt eyleyen sevdamız. Çağla gel artık, ey yarını doğuracak çığ…