GİRİŞ MAHİYETİNDE DENEMELER
BAŞLARKEN
Bazen bir turnayı bir turnaya anlatacağız… Bazen bir turnayı kendi dilinden biz büyüklere… Bazen biz büyükleri bir turnaya…
Acaba başarabilecek miyiz? Doğrusu bilmiyoruz ama deneyeceğiz. Korkmayın sözü uzatmayacağız. Kısa ve kısacık molalarla geleceğiz. Bir bardak soğuk suyunuzu içip de kalkacakmış gibi bir merhaba ve iki kelam ederecesine… Daha çok siz anlatın diye susarcasına da geleceğiz… Dinlemektir amacımız konuşan ve haykıran her yüreği… Hele de haykıranı ki yerden göğe selamlayarak… Bundan olacak bazen sözümüzün kısalığı…
AÇIKÇASI…
Nice nice hikayeler yaratmış insanlık, nice nice öyküler nice nice destanlar… Üstelik hepsini mağara duvarlarına ve tapınakların taş sütunlarına kazıdığı o resimler gibi kazımış dilimizin, ruhumuzun ve zihnimizin derinliklerine…
Ancak nice nice derslerle dolu olsa da bazıları insanı korkutuyor verdiği açık veya üstü örtük mesajlarla. Maalesef hepsi de defaatle anlatılmış bize, biz daha çocukken. Hem de öyle bir anlatılmış ki ezbere biliyoruz bunları…
Evet bunları bize ezberlettiler ki biz de bunları çocuklara ezberletelim… Fakat ezberletilmiş olsa da bunlar bize, biz anlatmayacağız çoğunu bunların çocuklarımıza…
Belki aşırı bir tepki, belki acımasızlık ama masallar da kötü yalanlar söyleyebilir hem de çok kötü yalanlar. Onlar da kışkırtır insanı insana, insanı diğer canlılara düşman eder… Gülü goncasına küstüren masallar da var güle kendi kokusunu haram edenler de, güle boyun eğdirmek isteyenler de…
Belki de bu yüzden bazı öyküler artık unutulmalı. İnsanın içine korku salan yedi başlı ejderler unutulmalı. “Kırmızı Başlıklı Kız” unutulmalı, unutulmalı Hansel ve Gratel. Unutulmalı ki çocuklar kurtları da sevebilsin ve kadınlar da cadı diye öldürülmesin!..
Yok ille de saklanması gerekiyorsa bilimsel incelemeler için, o halde bir köşede saklanmalılar. Ya da yeniden yazılmalılar, umutla umut vermek için umutlarla tıka basa doldurularak…
Çocuklar, güzel çocuklar, eğer şimdiye kadar biri sizlere anlattıysa “Kırmızı Başlıklı Kız” veya “Hansel ile Gretel”i. İyisi mi siz unutun bu türden masalları, unutun gitsin. Çünkü bu dünya dünya olalı beri ne bir kurt yedi bir babaanneyi ve ne de şu dünya üzerinde gerçekten bir cadı yapabildi…
ŞİMDİ BİZ ONLARA NE ANLATACAĞIZ?
Biz şimdi turnalara ne anlatacağız? Üstelik anbean hiç bitmeyen bir acelecilik ile daha da bir boylanarak ve açarak allık kanatlarını iki yana ve tam kalbimizin orta yerine doğru süzülerek geliyorken. Hangi öyküleri anlatacağız onlara ve tabii kendimize…
Yangınlardan, savaşlardan, kandan, kara yaralardan, sonu gelmeyen ağıtlardan ve bir türlü tükenmeyen şu cellatlardan. Özetle ölümden ırak ne anlatacağız bu çocuklara?
Rüzgarların öyküsünü mü, bulutların öyküsünü mü, şehirlerin ovaların ya da dağlarınkini mi, insanlarınkini mi yoksa hepsini içeren tüm bir canlı yaşamınkini mi?
RÜZGARLAR
Derdi nedir bu rüzgarların? Niye esiyorlar böyle yüzümüze çarpa çarpa, neden doluyorlar saçlarımıza; onları dağıta dağıta; neden açık yakasından gömleğimizin akıyorlar içimize, gerçekten amacı ne bu rüzgarların?
Sanki bir diyecekleri var, var da ondan böyle esiyorlar? Böyle sana doğru, bana doğru, bize doğru, denize, dağa, ormana, ovalara, kentlere, insanlara doğru… Senden bana doğru, benden sana doğru, dağdan ormana, ormandan denize, ovalardan ve kentlerden bize, insana doğru…
Dokunurcasına sana, bana, dağda karacaya, suda balığa, gökte kuşa… Taşırcasına seni, beni, dağa, taşa, suya, bulutlara, gökyüzüne; taşırcasına dağı, taşı, suyu, denizi, gökyüzüne sana bana…
Bir diyeceği olmalı bu rüzgarların, bir anlatacakları, sözü, özü, közü… Üstelik ne kapılarında kilit var ne de ellerinde zorbalık. Özgürlükten başka hiçbir şeyleri yok ve özgürlükten başka hiçbir şey getirmiyorlar.
O halde rüzgar olunmalı, o halde rüzgar olun çocuklar. Rüzgarlar gibi esin bize doğru, bizden denizlere, kentlere bir gül dağlara doğru ve dağlardan, kentlerden, denizlerden bize doğru…
Rüzgar gibi esin çocuklar!..
Sahi kimdir bu rüzgarlar?..
BELKİ DE
Hatta ve hatta onlara binbir direkli saraylardan da hiç bahsetmeksek daha iyi, başı göğe eren “Babil Kulesi”nden de, insan yiyen devlerden de…
Bunu bir düşünelim! Neden olmasın ki? Güya o kahraman krallardan, korkusuz rolü yapan o korkak ve iki yüzlü şövalyelerden, birer asalak oldukları ısrarla ve özenle gizlenen prenslerden, prenseslerden bahsetmesek ne kaybeder ki bu çocuklar?
Bu sözler kulağa çok hoş geliyor ama lakin içinde ciddi bir soru var, daha doğrusu bir sorun taşıyor.
Hayal gücümüzü tetikleyen lambadaki cinden, uçan halılardan, kırklardan, pirelerden, Simurg kuşundan ve sayısız kere sayısız güzel hikayelerden de mi bahsetmeyeceğiz? Çünkü bunların bazıları eşsiz güzellikler sunar.
Peki o zaman şimdi biz ne yapacağız?
Çünkü sadece oyun oynamak yetmez onlara, sadece karınlarının tok olması da yetmez, hayal de lazım, hayal de kurmalı bu çocuklar hem de sınırsızca…
BULUTLAR
Bulutlardan kuş yapın çocuklar, tavşan da olur, deve de, hatta siz isterseniz yelkenli gemiler de… başka da her şey.
Çekinmeyin, zaten bütün bulutlar siz onları bir şeylere benzetesiniz ya da onlardan başka şeyler yapasınız diye var. Tıpkı o renkli oyun hamurları gibi ya da büküp de tavşan yapılan o ince uzun balonlar gibi. Zor değil, elimizde oyun hamurları ya da balonlara yaptığımızı bu defa düşüncemizle bulutlara yapacağız. Hadi yoğurun bulutları ve onlardan tatlı, pembe, mor ve lila kuzular yapın, tabii beyazını da unutmayın.
Ormanlar da yapın o bulutlardan içinde, mutlu kuşlar cıvıldasın ve tilkiler de dolaşsın korkusuzca. Yalnız o tilkilerden her biri arkadaşı olsun kara karganın ve kandırıp da onun elinden almasın peynirini…
Ceylanlar da olsun, ayıcıklar da, minik kirpiler de, serçeler de, minicik sincaplar da, aslanlar da. Yalnız o aslanların hiçbiri ormanların kralı olmasın.
Çünkü krallar olmazsa hizmetçiler de olmaz ve o zaman herkes gerçekten kardeş olur. Haydi çocuklar, bulutlara bakın ve o bulutlardan daha güzel daha yeni bir dünya yaratın…
EN İYİSİ Mİ?
Belki de biz, birilerini onlara değil, onları yani turnaları bize anlatmayı denemeliyiz…
Ya da onları bize anlatarak kendimizi anlamaya çalışmalıyız. Evet, böyle yazınca biraz karmaşık gibi görünüyor olabilir ama değil. Çünkü ve esasen her anlatma çabası aslında anlama çabasıdır, her anlama çabası da anlatma…
Yani başlasak söze ve desek ki, ey bizim küçük güzel dostumuz; kanatları alevce nakışlı turnamız. Türküsü sevda, uçuşu selam, dönüşü bahar kuşumuz; biz seni anlatmaya çalıştık, umudumuzu, hayallerimizi, sevdamızı yani kendimizi, yani insanı, yani yaşamı, yani toplamda her şeyi…
Şüphesiz ki ve sonunda da başardık mı diye soracağız kendimize. Cevap olarak da büyük ihtimalle; “Hayır, başaramadık” diyecek ama hemen peşinden ekleyeceğiz; “Ama denedik” diye. Sonra da devamla sözümüze birkaç şey daha ekleyeceğiz.
“Belki başaramadık ama bizden sonra gelecek olanların başaracağına inanıyoruz. Biz de bizden önce deneyenleri, bu ülkeye bağlı kalarak takip ettik. Umarız ki bizim de bu deryaya bir damla su misali bir katkımız olmuştur…”
DAĞLAR…
Dağlar güneşin sularıdır çocuklar evi hatta kını… Bundandır ki onların ardından çıkarak gelir yürekleri coşturup damarda kanımızı tutuşturan o kızıl şafaklar ve çekilerek gider gönüllere derman o kızılca akşam üstleri…
Dağlar güneşi korur çocuklar, gün batımlarını ve şafakları. Dahası da var; sadece güneş değil, nazlı gecelerin yarpuz kokulu diyarlarına doğan, ipek tenli ve süt beyaz güzeli, ay da oradan gelir, kana kana içtiğimiz sular da, bereket taşıyan bulutlar da, seyrine doyamadığımız kuşlar da, durmadan esen rüzgarlar da, bereket taşıyan bulutlar da o dağlardan gelir ya da o dağlara doğru gider…
Onca canı, sevdalar içinde ceylanı, yavrusuna siper yaban kuşunu, uçuruma yuva kurmuş şahini, zulme baş kaldırmış insanı, asiyi, cesareti, korkudan, onuru hayattan yüce tutanı korur o dağlar…
Hatta yol verir de yavru ceylanlara ama yol vermez eli silahlı o zalim avcılara. Korur dağlar ona sığınanı, yurt olur da onlara birini bile teslim etmez zalim olanlara. Tersine uçurumlarla karşılar o zalimleri; çığlarla, tuzaklarla, heyelanlarla ve dondurucu gece soğuğuyla. Zaten bundandır bu diyarlarda kadrinin bilinmesi o dağların…
Dağ deyip geçmeyin turnalar. Onlar dostumuzdur bizim. Siz de dost olun çocuklar o dağlara, olun ki siz onların, onlar da sizin bilsin kadir kıymetinizi…
Dağlar gibi dimdik durun Turna’lar!
BİZ SORDUK
Desek ki, Turnam sana desem ki, sen nasıl bir karşılık verirsin, ne söyler ne düşünürsün bilemeyiz ama gene de söyleyeceğiz; söylememiz gerekenleri.
Ey bizim can kuşumuz, biliyor musun, o eski masalların çoğuna baştan yanlış başlanmış. Yani yanıla yanıla gidilmiş yanlışa…
Mesela, muhtemelen duymuşsundur Rapunzel’in öyküsünü. Hani tutup da o güzeller güzeli Rapunzel’i kilitlemişler tek başına, yüksek bir kulenin tepesindeki küçük bir odacığa. Sonra bir prens gelmiş de, Rapunzel o uzun saçlarını pencereden yere kadar sarkıtmış da, o prens onlara tutuna tutuna yukarı çıkmış da ve onu kurtarmış da…
Hani, sanki çok bir kimse de çıkıp da sormamış ki, “Niye kapatıyorsunuz bu güzel kadını bu kuleye?” diye. Ya da çok kimseler de hiç karşı çıkmamış mı bu zalimliğe. Dahası bunca zulüm yetmemiş gibi üstüne bir de tutup sümsüğün birini onu kurtarmaya gönderiyorlar.
Doğurusu bunları bizden önce kaç insan sordu, söyledi ya da düşündü tam bilemeyiz. Fakat şüphesiz ki soranlar olmuştur ve bizim de şu an yaptığımız, soranların, söyleyenlerin peşi sıra gitmektir. Yani soranların sorduklarını, söyleyenlerin söylediklerini belki bir de biz söylemiş ve sormuş olduk. Fakat baktık ki, söyledikçe, sordukça biz, değişiyor o eski masalların içindeki kahramanlar ve de anlatılanlar. Misal Rapunzel; kendi saçlarından özgürlüğe uzanan bir yol yaptı ve inerek kapatıldığı o kuleden gitti özgürlüğün içine doğru. O sümsük prens de öylece eli boş, kalakaldı kulenin dibinde…
Hepsi bu da değil! Rapunzel kendini kurtardıktan sonra “Lambanın Cini”nin yanına giderek ona özgürlüğü anlattı. O gün bugündür ne o ne de başka bir cin bir daha asla girmedi o küçücük lambanın içine. Hatta bu yüzden o lambalar şimdi hediyelik eşya dükkanlarında biblo olarak satılıyorlar. Cin’e gelince, geçen bir kart attı bize Sudan’dan, bir de not düşmüş “Kötü adamların defterini dürüyoruz.” diye. Sadece Cin değil, Leyla da çok değişti ve öyle sıkıca tuttu ki Mecnun’un elini, kimse bir daha onun elinden Mecnun’u alıp bir çöle atmaya kalkışmadı. Çünkü buna kimsenin gücünün yetmeyeceği daha hiç denenmeden anlaşılıyordu.
Yusuf’a, hain kardeşlerine ve gözü yaşlı babasına gelince… Sorduk yine. Niye attı ki kardeşleri Yusuf’u o kör kuyuya? Dediler ki “Ayrım yapmış babası, Yusuf’u daha çok sevmiş diğerlerinden.” Elbette ki, suçtur bir insanı bir kuyuya atmak, ama yine de ne bir baba sevmeli bir çocuğunu diğerlerinden daha çok, ne de bir insan ayrım yapmalı insan severken. Eşit sevmeli insan insanı, az ya da çok değil, eşit…
Sözün kısası Turna’m vardık gittik Kenan eline, gittik bulutlarca, yağmurlarca gittik, nehirlerce yağa yağa ve dolduk ırmak ırmak kör kuyulara. Gittik sularla, sorularla, sözlerle, gittik dolduk, taştık bütün kuyulardan ki bir daha atmasın kimse kimseyi o kör kuyulara…
Yani Turna’m çocukluğumuzda büyüklerimiz bize yanıla yanıla yanlışa varılan o öykülerden anlattılar bolcana…
Lakin biz size bunları anlatmayacağız. Çünkü size yeni öyküler lazım, yeni insanı anlatan, daha güzel öyküler. Ki bu da başladı çoktan…
DENİZLER
Çok şey anlatıldı şimdiye değin denizlere dair, çok şey. Şüphesiz ki, daha da çok şey anlatılacaktır ve anlatılmalıdır da.
Deniz bu, dalgası ayrı güzel, martısı ayrı, albatrosu ayrı, balıkçısı ayrı, karabatağı ayrı, yunusu, balinası ayrı, yelkenlisi ayrı, ufku ayrı, fora yelken diyen yürek yürek denizcisi ayrı; şafağı ayrı güzel, süt beyaz ya da yakamoz geceleri ayrı…
Kıyısından ona bakmak ayrı güzel, ondan kıyısına bakmak ayrı. O kıyılarda bekleyene sarılmak ayrı güzel, o kıyılardan bekleyene doğru demir almak ayrı.
Sıcak güneşin altında mavi bir atlas gibi durulup durulup kalmak ayrı güzel. Bazısı sevmez ama gri bir göğün yılgınlığına inat alıp da terkine fırtınaları devleşerek ayağa kalkmak ayrı güzel.
Yalnız;
Sevdası ne kadar narinse denizlerin, öfkesi de o denli dehşetlidir. Kim bilir şimdiye değin kaç fani zincir vurmaya çalıştı bu mavi dehşete. Hepsinin amacı boyun eğdirmekti denize ama deniz bu, kimin haddine zincir vurmak onun bileğine. Galebe çalar deniz bunun her deneyene. Sınanmaz onun sabrı ve gücü, kükreyerek karaları zapteder denizler.
O yüzden deniz olun çocuklar.
Denizler gibi başeğmez olun Turnalar.
ACEMİ TANIMLAMALAR!..
SÖZLÜKÇE
… Turna’m: Bir damlacık bal tadında gülümsemeleriyle henüz hepsi çocuktur. Ve şimdi onlarcası duvarların içinde beton avlularda hayali kentler kuruyorlar, rüzgarlarla da arkadaşlıklar…
Onlar oralarda kaldıkları sürece yaralıdır insanlığımız!..
… Biz; Simurg’un çocuklarıyız, işimiz zor, sözümüz kısa, yolumuz uzun, amacımız büyük.
Fırtınalarla dolu aşkımızın içinde közümüzden doğuyoruz hiç tükenmeden.
İki kelam etmeye çalıştık bir çocuğa seslenerek kendimize…
… Turna: Bir tutam aşktır yanar bin yılladır kalbimizde… Aşık, türküler yakmış allısına, tellisine, sarı gözlüsüne… Dengbejler kılamlarında dem û derman etmiş onları.
Dağları aşarken umudun sevdalıları, klavuzu olmuş onların, aşıp aşıp giden turnalar…
Biz de söz olmaya çalıştık dillerine, yetmedi ama denedik dilimiz döndüğünce…
… İnsan: Ona dair ne söylesek az kalır. O ne söylese boşuna, yapan da odur, yaptıran da. Masum da o odur, masum olmayan da. Onuru yaratan da odur, onurla yaşayan da…
Onurlu insana seslenmek istedik, onurlu insanlar olarak.
… Turnadan Bize: Turna’mızın bize seslenişidir
… Turnadan İnsan’a: Kadim Turna kuşunun insana seslenişidir.
… Bizden Turnalara: Simurg’un çocuklarının Turna’larımıza seslenişidir.
… İnsandan Turnalara: İnsanlığın turnalara seslenişidir.
… Anneden Turna’ya: Annesinin turnasına ve bütün turnalara seslenişidir.