İki Kitapla Orta Doğuya Bakış

Günümüzde dünyanın herhangi bir köşesinde yaşanan önemli bir olay hem hızla duyulmakta hem de başka coğrafyalar üzerindeki etkileri hızla açığa çıkmakta. Dolayısıyla da emekçi sınıflar, gündemlerine giren bu olaylar ve etkileri üzerinden siyasallaşıp taraf olmaktalar. Bu da bizlere, çeşitli coğrafyalarda meydana gelen önemli siyasal olayları sıcağı sıcağına ve sıklıkla yorumlama ya da yapılan yorumları değerlendirme gibi zorunlu bir görev yüklüyor. 

Öte yandan da biliyoruz ki, önemli siyasal olaylara dair sıcağı sıcağına doğru değerlendirmeler yapabilmek, özellikle de başka ülkelerde meydana gelmişse, hiç de kolay değildir. Engels, “Fransa›da Sınıf Savaşımları”na yazdığı önsözde, Marx›ın 1848-50 Fransa’sına dair değerlendirmeleri üzerinden bu konuya değinir. Zorluklarına ve Marx›ın bir işin üstesinden başarıyla gelebilmesinin nedenlerine dair ipuçları verir. 

Bunlardan ilki ve elbette en temel olanı, siyasal olayları doğru anlamayı sağlayacak bir teoriye sahip olmanın gerekliliğidir. Eğer böyle bir teoriye sahip değilseniz, ne yaparsanız yapın, siyasal tarihi ve olayları anlamak ve kavramak mümkün olmayacaktır. Materyalist tarih anlayışına, “bütün önemli olayların ilk nedenini ekonomik gelişmede, sınıf savaşımında arayan” bir teoriye sahip olmadan, siyasal tarihi ve olayları anlamak mümkün değildir. Önemli siyasal olayları sıcağı sıcağına isabetli bir şekilde yorumlamada Marx›ı herkesten üstün kılan, teoriye hakimiyeti olmuştur. İkincisi ise ele alınan ülkedeki kapitalist üretimin ele alındığı dönemdeki durumuna dair tam bilgiye sahip olmak ve üçüncü olarak da ülkenin ele alınan dönemindeki siyasal sürecine hâkim olmak gerektiğidir. Ki Marx›ın, bu konularda da otorite olduğunu biliyoruz. 

Tüm bunlara rağmen, söz konusu olan güncel olayları sıcağı sıcağına değerlendirmek olunca, yanılmak yine de mümkündür. Marx›ın tüm yetkinliğine rağmen 1848-50 sürecine dair değerlendirmelerinde yanıldığı noktalar olmuştur ve Engels, kaleme aldığı önsözde bunu da hatırlatmıştır bize. Bu hatırlatmasıyla, önemli siyasal olayları sıcağı sıcağına değerlendirmenin zorluğuna dikkatleri çekmiş olur. 

Burada önemli olan sık sık yanılmamak ve/veya bu yanılgıların vahim nitelikte olmamasıdır. Eğer sık sık yanılgılara düşülüyor ve/veya bu yanılgılar vahim nitelik taşıyorsa, burada teorik yetersizlik hali ya da teorik kavrayışta yanlışlık var demektir. Ve akabinde, ele alınan ülkenin ekonomik ve siyasal sürecine dair yeterli ve doğru bilgiye sahip olunmaksızın değerlendirmelerde bulunuluyor demektir. 

Ne yazık ki siyaset alanı, yarım yamalak bilgilerle büyük laflar etmeye, yazılar döktürmeye imkân veren bir alan olduğu için, siyasal yaşamları bu türden vahim hatalarla dolu küçük burjuva siyasetçiler ve siyasal hareketlerle doludur etrafımız. Ve yine ne yazık ki, bunlar ne dönüp teorik kavrayışlarını ne de bilgi birikimlerini sorgulama cesaretini de gösteremiyorlar. 

İşte, bu kadar zor bir işi, bugünün dünyasında sık sık yapmak gibi bir zorunlulukla karşı karşıyayız. Ve bizler için, bu zorluk ve zorunlulukla baş edebilmenin tek yolu var: Hem teorik hem de özellikle sık sık gündem olan ülkelerin ekonomik ve siyasal süreçlerine hakimiyet noktasında sürekli yetkinleşmek. 

Ülkelerin siyasal süreçlerine hâkim olma konusundan devam edelim. Çünkü bu alan, az önce de belirttiğim gibi, bilgi kırıntılarıyla dahi büyük anlatılar üretmeye dolayısıyla gerçekliğin bu kırıntılar içinde boğulmasına uygun. Ve aynı zamanda, burjuvazinin oldum olası manipülasyon ve sosyal inşacılık faaliyetleriyle dolu bir alan. İşin daha kötüsü, bu iki durumun birbirini de besliyor olması. 

Bu durum üstelik 1990›larla birlikte daha sıkıntılı bir hal aldı. Çünkü, 1990›lara kadar SSCB Bilimler Akademisi, tüm eksikliklerine rağmen burjuvazinin ideolojik propaganda, manipülasyon faaliyetini en azından dengeleyici bir rol oynuyordu. Ama SSCB›nin dağılmasıyla birlikte, burjuvazinin eli kolu iyice rahatlamakla kalmadı, burjuva tarih anlatısını egemen kılmak ve sosyalist kesimlerin içine de yaymak için daha yoğun çalışmaya başladı. Devrimci Marksizmle bağları giderek zayıflamaya başlayan küçük burjuva devrimcilik ve ideologlarına ait anlatıları yeni keşiflermiş gibi sunmaya başladılar. Ve tüm bunların sonucunda, materyalist tarih anlayışıyla kaleme alınan çalışmalar azalmakla kalmadı; var olanların da görünürlüğü ve ulaşılabilirliği de yayınevlerinin bilinçli tercihleri nedeniyle zorlaştı. 

Sonuç, güncel ve yakın siyasal tarih değerlendirmelerinde emperyalist kapitalist ülkelerin, gerici devletlerin ve bunların hizmetinde olan güçlerin bütün imkanlarıyla yazdıkları yalan yanlış bilgi yığınının, uydurulmuş ya da manipüle edilmiş olay ve olgular yığınının üzerinden sosyal-şovenizmden köktendinciliğe kadar varan bir yelpazede yükselen sosyal inşacılık faaliyetinin geniş bir alana ağını örmesi oldu. Ve geriye sadece insanların bu ağa düşmesini beklemek, hatta düşürmek için yönlendirmek kaldı. Ne yazık ki yazarların popülerliğine, adlarının önüne dizilmiş unvanlara inanan/inandırılan insanlar, güncel ve yakın siyasal tarihi öğrenmek için, işin uzmanı kişilerin inceleme ve araştırmalarına başvurduklarını sanırken, aslında bu aldatmacanın kurbanı haline geldiler, geliyorlar. 

Dolayısıyla, ülkenin güncel ve yakın siyasal tarihine dair bilgilenmeye ve yetkinleşmeye çalışırken, burjuvazinin ideolojik-politik etkisinden uzak kalmaya özen göstermek ve bunun içinde materyalist tarih anlayışı temelinde kaleme alınmış çalışmalara başvurma konusunda hassas davranmak gerekiyor. En azından temel bilgilenme ve kavrayışa ulaşana ve bu sayede burjuvazinin çarpıtma ve yalanlarını fark edecek bir siyasal tarih tasavvuruna ulaşana kadar. 

Tüm bu hatırlatmaların ardından sohbetimizin başına dönebiliriz artık. Önemli siyasal olayların çok sık yaşandığı, bunların ve etkilerinin sık sık yorumlanmasının bir zorunluluk olduğu çağda yaşıyoruz ve gündemimize en çok giren coğrafyalardan biri de Ortadoğu ve Arap dünyası. Üstelik burasının, komşumuz olmanın ötesinde yaşadıklarıyla bu topraklarda süren sınıf savaşımını doğrudan etkileme gibi bir özelliği de var. Dolayısıyla, bizim için söz konusu olan Ortadoğu ve Arap Dünyasındaki önemli siyasal olaylar olunca, bunları sıcağı sıcağına ve en doğru biçimde yorumlamak çok daha önem arz ediyor. Ve bu da bu coğrafyanın siyasal sürecine, dolayısıyla güncel ve yakın siyasal tarihine hâkim olmanın önemini artırıyor. 

İşte “Arap ülkelerinin Yakın Tarihi” ve “Ruslar Gözüyle Ortadoğu” bu coğrafyanın yakın siyasal tarihine (modern tarihine) dair düşünsel bir zemin oluşturmaya, bu sayede güncel önemli olayları doğru kavrayıp yorumlamaya yardımcı olacak nitelikte iki kitap. Ve aynı zamanda, yukarıda anlattığımız durumda güzel örnek teşkil eden iki kitap. 

 

Arap Ülkelerinin Yakın Tarihi

 

“Arap Ülkelerinin Yakın Tarihi”nin yazarı Borisoviç Lutskiy (1906-1962). Yordam yayınlarından çıkmış. Kitabın sunuşunu yazan N. İvanov, kitap ve yazarı hakkında şu bilgileri veriyor:

Lutskiy SSCB Arap Tarihçileri Okulu’nun kurucusu. Modern Arap tarihinin önde gelen araştırmacısı olarak kabul ediliyor. Moskova Doğu Araştırmalar Enstitüsünde dersler veriyor ve bu kitapta, bu derslerde tutulmuş notlar ve kayıtların bir kısmını barındırıyor. Kitap Arapların kendilerini Osmanlı ve Avrupalı sömürgecilerden kurtarmak için verdikleri mücadeleyi de içeriyor. Lutskiy’in Marksist Leninist bakış açısına sahip olduğunu söylememize gerek bile yok. Kitap sadece bir ülkeyi ele almıyor. Esas olarak Arapların 1800’lere kadarki döneminin sistematik tarihini barındırıyor. Modern Arap tarihini sistematikleştiren ve genelleştiren ilk girişim, aynı zamanda Arap dünyasının tarihinin gelişimini modern zamanlardaki konumunu ve rolünü kapsamlı bir şekilde bize sunarken, özellikle ana hatları ve nirengi noktalarını başarılı bir şekilde ortaya koyuyor. 

İvanov’un sunumundan yaptığımız özette anlaşılacağı üzere, materyalist tarih anlayışıyla Arap dünyasını ele alan Lutskin, Arap dünyasının yakın ve güncel tarihini zihnimizde canlandırmamızı sağlayacak önemli bir kaynak sunuyor bize. 

Kitap ağırlıklı olarak Mısır ve Mısır’ın diğer Arap ülkeleriyle ilişkisi üzerinden ilerliyor. Ama kitap ilerledikçe bunun bir tercih meselesi olmadığını anlıyoruz. Lutskiy, Arap dünyası denildiğinde de neden Mısır’ın konuşulmak zorunda olduğunu başarılı bir biçimde anlatıyor. Mısır’ın bu konumunun, 1850’lere gelindiğinde Marx’ın “sarığı gerçek bir kafayla ikame eden tek adam” dediği Mehmet Ali ve oğlu İbrahim önderliğinde, yine Marx’ın “Osmanlı’nın ayakta kalabilir tek unsuru” olarak nitelediği bir ülkeye dönüşmüş olmasından kaynaklandığını gösteriyor. 

1789 Fransız Devrimini, modern Fransız devletinin kurumsal yapısına inşa eden Bonapart’ın reformlarını ve İtalyan devrimini yakından takip eden yönetici kadrolar önderliğinde Mısır, hızlı bir gelişim sağlıyor. Bunun sonucunda, resmiyette Osmanlı’nın vilayeti olsa da fiilen bağımsızlaşmış bir ülkeye dönüşüyor. Mısır’ın gelişimi o kadar hızlı olur ki, Suriye, Lübnan, Filistin, Ürdün, Yemen, Sudan ve Arap yarım adasının bir kısmını almakla kalmazlar. Basra’ya kadar ilerlerler ve önlerinde onları durduracak bir Osmanlı ordusu bile bırakmazlar. Osmanlıyı, tarihin tozlu sayfalarına daha 1846’larda karışmaktan Fransa-İngiltere-Rusya’nın müdahalesi kurtaracaktır. Yani Türkiye’deki egemen ideolojinin ve kültürün iddia ettiği gibi, bir Türk-Osmanlı aşkı yoktur Araplarda. Aksine, Osmanlının Türklerin egemenliğinden kurtulmak için 1800’lerin başına kadar giden mücadele tarihleri vardır. 

Kitap, bir yandan Mısır’ın tüm bu modernleşme sürecinin ve bu süreçte Osmanlı ve Avrupalı sömürgecilerle olan ilişkilerinin genel çerçevesini bize verirken bir yandan da Mısır’daki sınırların durumunu ve bu süreçteki yerlerini, rollerini görmemizi sağlıyor. 

Lutskiy kitabında, tüm Arapları tek bir devlet çatısı altında toplama fikrinin ve çabasının ne kadar köklü ve güçlü olduğunu da bize gösteriyor. Tam bu noktada Suriye’nin Arap halkı içinde süre gelen özel konumunun kaynaklarını da bize veriyor. Mehmet Ali’nin oğlu İbrahim’in yönetimi altında Suriye’de (Lübnan, Filistin, Ürdün) ekonomik politik ve kültürel alanlarda yaşanan gelişmeler ve yine sınıfların bu süreçteki yerini aktarıyor. 

Kitabın en çarpıcı konu başlıklarından biri de kuşku yok ki Süveyş Kanalı. Fransa’nın açmak istediği ama doğuracağı sonuçlar nedeniyle Mehmet Ali’nin yapımına izin vermediği kanal, M. Ali ve oğlu İbrahim’in peş peşe ölümünden sonra yapılacak ve Mısır’ın emperyalizme mali bağımlılığını doğuran en temel şey olacaktır. Süveyş kanalının Mısır halkına maliyeti sadece mali bağımlılıkla sınırlı kalsa, bir nebze iyi. Kanalın harcı antik çağda piramitlerin inşasında olduğu gibi, Mısır köylüsünün, yoksullarının canı-kanıyla yoğrulacaktır. Bunlardan dolayı Süveyş Kanalı sorunu, Mısır halkı için bir toprak parçası sorunu olmanın çok ötesinde bir anlam kazanmıştır. Mısır köylülerinin, yoksullarının, işçilerinin hafızasında Süveyş Kanalı bir mihenk taşına dönüşmüştür. Kanal, “Özgürleşmeden mi, yoksa emperyalizmin yerli işbirlikçilerinin ve onlara uşaklık eden yönetici elitin kölesi olarak kalmaktan mı yanasın?” sorusunu ortaya koyan bir mihenk taşı olmuştur. Mısır halkının gözünde kim kanalı millileştirmek istiyorsa o özgürleşmeden, halktan yana, kim ki buna karşı çıkıyor, yapmıyor ya da savsaklıyorsa o da halkın köleliğinden yanıdır. Yani Süveyş Kanalı, sadece jeopolitik konumu, bu konumun sağladığı ekonomik-politik-siyasal avantajlarla ele alınamayacak kadar anlam yüklüdür. Ancak bu anlaşıldığında 1950’lerde Nasır’ın ve 1970’lerde Sedat’ın neden Süveyş Kanalı üzerinde ısrarla durdukları, daha iyi ve bütünlüklü kavranabilecektir. 

Kitaptaki bir diğer nokta ise, Osmanlı’da ve Türkiye’de olduğu gibi Arap dünyasında da ordunun ve subayların gerek modernleşme sürecinde gerekse sınıf savaşımında oynadıkları roldür. 1954’te iktidarı alan ve Cumhuriyet ilan eden Nasır önderliğindeki Hür Subaylar Hareketi’ni ve onların ortaya koyduğu “Devrimci Arap Milliyetçiliği”nin kökenlerinin 1876’lara uzandığını görüyoruz. Bu tarihte, Yarbay Ahmed Arabi önderliğindeki bir grup subay tarafından gizli bir topluluk kurulur. Ve onların taraftarları kendilerini “Vataniyun” (Milliyetçiler) olarak adlandırır. Başlangıçta ordu içindeki Mısır kökenli subayların, Türk-Çerkes subaylarla aynı haklara sahip olmasını istemeleriyle başlayan süreç, bir süre sonra “Mısır Mısırlılarındır” sloganı etrafında ulusal bir mücadeleye döner. Hedeflerinde artık sadece Osmanlı-Türkler değil, emperyalist Avrupa’nın uzantısı olan hükümetler vardır. Ve bu 1881’de ayaklanmaya kadar varır. Kitapta bu süreç ve ulusal kurtuluş mücadelesi, sınıfların konumlanışı penceresinden detaylı bir şekilde inceleniyor. Ki bu, 2000’ler sonrası süreci anlamamıza da yardımcı olacaktır.

Kitap, Arap tarihini anlama açısından daha birçok konuda bizlere fikir vermekle birlikte, değindiği konulardan birkaçına da başlıklar halinde değinerek bitireyim. İlki, 1800’lerden 1918’lere kadarki süreçte İslami hareketlerin sanıldığı kadar güçlü olmadığı gerçeği. Mısır dahil Arap dünyasında baskın olan eğilim, bilimsel ilerleme ve gelişme yolunda yürümek. Bu o kadar güçlü bir eğilim ki “Burjuva yaşam koşullarını benimseyebilecek bir İslam reformundan yana olan” din alimleri ortaya çıkıyor. Ve bunlar, Vataniyun Hareketini destekliyor. Arap dünyasının bu siyasal ve toplumsal tarihini bilmek, 1950’lerden sonra İslamcı hareketlerin iktidarı alma çabalarının neredeyse her seferinde neden başarısızlıkla sonuçlandığını anlamayı olanaklı kılıyor. Ve bu hareketlerin neredeyse tamamının arkasında neden NATO’nun olduğunu anlamayı da…

Ayrıca Yahudilerin Filistin topraklarına yerleştirilmesi fikrini ilk ortaya atanın Napolyon olduğunu; 1. Dünya Savaşında İngilizlerin bu fikri yeniden gündeme getirdiğini, ama Yahudilerin dünyanın hiçbir yerinde buna yanaşmadığını ve bu bölgede sadece 15 bin civarında Yahudi olduğuna dair bilgilerinin de bu kitapta bulunduğunu belirtelim. 

 

Rusların Gözüyle Ortadoğu

 

Kürt hareketine açtığı kısa bir parantezi saymazsak, bu kitap Arap dünyasının 1950’lerden 2000’lere kadar olan dönemini ele alıyor. Yazarı Yevgeni Primakov (1929-2015) ve kitap Kızıl elma yayınlarından çıkmış. En baştan söyleyelim, çeviri ve redaksiyon kötü. Bu yüzden, eğer başka bir yayınevinden de yayınlanmışsa, önerimiz onun tercih edilmesi olacaktır. Ama bu haliyle de akıcı olmasının yanı sıra bolca bilgi, olay ve olguyu barındırmasıyla Arap dünyasının yakın tarihinin anlaşılmasına ve güncel önemli olayların yorumlanmasına katkı sunacak nitelikte. Peki, Y.Primakov kimdir?

1929 Kiev doğumlu. Moskova Doğu Bilimleri Enstitüsünden mezun. Tahminimizce Lutskiy’nin öğrencilerinden olmalı. 1953-77 yılları arasında devlet radyo ve televizyonunda, Pravda’da ve SSCB Bilimler Akademisi Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkileri Araştırma enstitüsünde çeşitli kademelerde görev yapıyor. SBKP (MK) üyesi oluyor. SSCB Yüksek Konseyi Birlik Konseyi Başkanlığı yapıyor. 1991-96 yılları arasında Rusya Federal Dış İstihbarat Başkanlığı, 1996-98’de Dışişleri Bakanlığı, 1998-99’da Rusya Federasyonu Başkanlığı yapıyor. Sanırız bu kısa özgeçmiş Primakov’un siyasal kimliğinin ve evriminin anlaşılmasına yeter.

Kitap 1950-2000 arasını ele almakla birlikte asıl olarak 1950-90 arası dönem üzerinde duruyor. Primakov bu dönemde, bir SSCB diplomatı ve siyasetçisi ve gazetecisi olarak tanıklıklarına sık sık kitabında yer vererek canlı bir siyasal tarih anlatısı sunmayı başarmış.

Kitap, SSCB dönemindeki Arap dünyasını anlatıyor, ama bunu bir Sovyet vatandaşı ve bir komünist gözüyle değil, bir burjuva Rus politikacısı gözüyle yapıyor. Dolaysıyla eleştirel bir yaklaşımı da barındırıyor. Ama bu, siyasal evriminden dolayı sağdan yapılan eleştiri. Dolaysıyla bu kitap, sohbetimizin başında dikkat çektiğimiz türden. Ancak bu farkındalıkla okunursa yararlı olabilecek bir kitap.

Primakov, sosyalizmin eğitiminden geçmiş biri olarak, anlatımlarında materyalist tarih anlayışının etkilerini görmek mümkün. Sınıfsal atıflara sık sık başvuruyor. Ama öte yandan, sosyalizmden kapitalizm saflarına yönelmiş biri olarak, Ortodoks Marksizmle arasına mesafe koyduğu ve tüm kapitalist topluma karşı mücadeleyi temel alan politik hattı yanlışlamaya çalıştığı görülüyor. Burjuva dünya görüşüne ait kategorileri şirin gösteren ve SBKP’nin bunlara karşı çekinceli tavrını eleştiren bir üslup benimsiyor. En açık örneği, Mısır üzerinden Profesör Liberman’a ayırdığı özel bölüm. Burada Liberman’ın sosyalist ekonomiyi piyasa kuralları, kategorileriyle uzlaştırmaya dönük çalışmasına sempati gösterdiğini ve bu yaklaşıma sıcak bakmayan SBKP’ye eleştirel yaklaştığını görüyoruz.

Dolayısıyla “Ruslar Gözüyle Ortadoğu” kitabını okurken, Primakov’un SBKP(MK) üyeliğinden SSCB’nin dağıtıcılarından biri olmaya başladığını ve ardından da kapitalist Rusya’nın başbakanlığına kadar uzanan bir siyasal hayatı olduğunu; ideolojik-politik evrim geçirdiğini ve bunun da doğal olarak kitabına yansıdığını unutmamak gerekiyor. Ve bu çerçeveyi dikkate alarak okuyanlar için faydalı olacağını yeniden belirtelim. “Arapların Yakın Tarihi” kitabının üzerine okunduğu taktirde, Arap dünyasının yakın tarihinin (modern tarihinin) en temel yanlarıyla ve dirençli noktalarıyla zihinlerde canlanacağını ve bunun da güncel olayları anlamaya, yorumlamaya katkı sağlayacağını söyleyebiliriz.

Primakov kitabında, Abdülnasır ve “Devrimci Arap Milliyetçiliğine” ordunun konumuna, emperyalist ülkelerle olan ilişkilerinin evrimine, 1954’te Nasır’a suikast düzenleyecek kadar ileri giden “Müslüman Kardeşler” örgütüne ve Arap halkı içindeki yerine, Arap sosyalizmi ve İslamcı sosyalizm tartışmalarına ve SBKP’nin bu konulara bakışına, SSCB’nin Arap dünyasında sosyalizmin gelişimine nasıl yaklaştığına, Mısır’ın ve diğer Arap ülkelerinin İsrail’le ilişkilerinin evrimine, “Arap Birliği”ni savunanların gerçek hayattaki karşılığına, Arap iktidarların SSCB ile olan ilişkilerinin evrimine ve nedenlerine, Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, Yemen, Filistin ve Sudan’da yaşananlara, Arap dünyası ile İsrail arasında yaşanan savaşlara, Arap ülkeleri arasındaki ilişkilere ve daha birçok şeye anılarını da katarak yer vermiş. Fikir vermesi bakımından birkaçına kısaca değinelim.

Primakov, SBKP’nin 1952’deki 19. kongresinde Stalin önderliğinde belirlenen, “milliyetçi burjuvazinin milli kurtuluş mücadelesinin bayrağını bordodan dışarı attı, o bayrağı komünistler ele geçirmelidir” temelindeki politikanın 1950’lerin sonlarından itibaren tamamen terk edildiğini olumlayarak anlatmakta bize. Ve bu değişimin sonunda izlenen pratik-politikayı da şu cümlelerle bize aktarıyor:

“Bu bölgedeki… komünist partilerin temsilcileriyle yapılan sohbetlerde onlara Arap ülkelerinin küçük burjuva yöneticileriyle yakınlaşmaları gerektiği açıkça söylenmekteydi” ve “…öncü gücün ilk etapta devrimci-milliyetçi yöneticiler olduklarını kabul etme tavsiyesinde bulunulmaktaydı.”

Primakov bu politik çizgiyi onaylamakla kalmıyor, Arap coğrafyasında sosyalist bir toplumun kurulmasının koşullarının hiç oluşmadığına dair sık sık göndermelerde bulunuyor. Ama biz biliyoruz ki komünist partilerin kendilerini öncü güç olarak görmemeleri, onların zayıflamasına, devrimci bir dönüşümü yapacak güç olmaktan uzaklaşmalarına ve iktidarın yedeği konumuna düşmelerine neden olmuştur. SSCB’nin benzer bir şekilde yaklaştığı Latin Amerika’da benzer bir sonucun doğduğunu ve Che’nin bunu çok sert eleştirdiğini de biliyoruz.

Peki, şimdi de bu kitapta yer alan, Arap milliyetçisi bu iktidarların altına imzalarını attıkları icraata bakalım. 

En başta belirtelim ki, Primakov, “devrimci Arap milliyetçisi” olarak tanımladığı ülkeler de dahil SSCB ile olumlu, dostane, sıcak ilişki kuran bütün Arap devletlerinin anti-komünist olduğunu çok net olarak tespit ediyor. Zaten tüm kitap boyunca, öne çıkan Arap ülkelerinin anti-komünist faaliyetlerine tanık oluyoruz. Primakov, bu Arap ülkelerinin SSCB ile pragmatist temelde ilişki kurduklarını ve ABD ile ilişkilerini bir şekilde korumaya çalıştıklarını da belirtiyor.

“Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin Kuruluşunun İç Yüzü” başlıklı bölümde, Mısır ve Suriye’nin BAC’ı kurmalarındaki temel motivasyonun Suriye’de giderek güçlenen komünist partinin önünü kesmek olduğunu çeşitli tanıklıklarla anlatıyor. İşin ilginç yanı, BAC’ın dağılmasının asıl nedeni, sanıldığının aksine komünistler değil, Suriyeli milliyetçiler. Suriyeli milliyetçiler, iktidarı kaybedeceklerini anladıklarında Abdülnasır’ı komünizm tehlikesiyle korkutarak bileşmeye ikna ediyorlar; ortada tehlike kalmayıp Mısır’ın Suriye’de etkin hale gelmeye başladığını görünce de birliği bozuyorlar.

Irak’taki Kasım yönetimi sırasında muhalefette olan BAAS partisiyle ABD’nin çok yakın ilişki içinde olduğunu, Saddam’ın CIA ve Mısır istihbaratı ile yakın çalıştığını ve Beyrut’ta CIA’nin koruması altında barındığını öğreniyoruz. Primakov, Saddam’ın idama giderken bile bu ilişkiler nedeniyle ABD’nin kendisini gözden çıkarmayacağını düşündüğünü ima da etmekte. 1963’te BAAS iktidara geldiğinde komünistlere karşı kanlı bir savaş yürüttüğünü ve infaz listelerinin CIA tarafından hazırlandığını hatırlatıyor. Dahası, ABD’nin memnun olmadığı ve aşırı sola kayıyor diye CIA darbesiyle devrilmesini sağladığı Kasım’ın da aslında ABD ve İngiltere›nin iddia ettiği nitelikte bir iktidar olmadığını, daha 1959’da komünistleri tutuklamaya başladığını ve Kürtlere karşı da savaş ilan ettiğinin altını çiziyor.

Kitapta, SSCB-Suriye ilişkilerinin ise, asıl olarak 1970’ten sonra, daha radikal küçük burjuva çizgi diye tanımladığı Hafız Esad’la birlikte geliştiğini belirtiyor. Peki Esad kimdir? Primakov, 1976’da H. Esad yönetimindeki Suriye’nin Lübnan’a giriş kararından SSCB’nin haberinin olmadığını, ama ABD’nin haberi ve onayı olduğunu belirtmekte. Primakov bunu, Naif Havatme’nin H. Esad’la yaptığı konuşmaya dayanarak aktarıyor bize. Ha keza, Filistinli yöneticilerin de bazen bilgiler verdiğini ekliyor.

Havatme ve Canbolat Lübnan’a dış müdahaleye karşılar. Suriye girerse de tarafsız kalmasını ve süreçte asıl SSCB’nin rolünün artmasını istiyorlar. Ama Suriye, ABD’nin onayı ile 1976’da Lübnan’a giriyor ve tarafsız kalmayıp sağ Hristiyanları destekliyor.

‘İleri Sosyalist Parti’nin kurucusu olan K. Canbolat daha sonra şöyle diyecektir, “Suriye tarafsız olsaydı, biz üç aya iktidara gelirdik.” Çünkü Lübnan’da Durzi Canbolat’ın İlerici Sosyalist Partisi, Lübnan Komünist Partisi, Şii Yoksullar Partisi (1978’de AMAL olur) ve BAAS’çılar, Canbolat liderliğinde ‘Ulusal Müdahale Cephesini (UMC) kurmuşlardır ve Sünni örgüt “Murabitur” ve Nasırcılar da onları desteklemektedir. Ülkeye hâkim olma noktasına gelmişlerdir.

Suriye’nin Lübnan’a girişinden bir yıl sonra buna karşı olan Canbolat, ki kendisi 1972’de SSCB tarafından Lenin Barış Ödülü almış biridir, öldürülecektir. Primakov’un dediği gibi K. Canbolat bir komünist değildir. Ve hatta materyalist bile değildir. Ama SSCB ile oldukça dostane ilişkiler kurmuş bir siyasal liderdir.

Kitabın önemli bir alt başlığı ise, “Karameh Çatışması”. Filistinli örgütlerin Siyonist İsrail’e karşı verdikleri mücadelede El-Fetih’i en güçlü örgüt haline ve Filistin davasının temsilcisi konumuna getiren bu çatışma oluyor. Ne kadar cılız olursa olsun, bir siyasi hareketin doğru zamanda takınacağı doğru tavrın, o siyasi hareketin nasıl sıçramalı bir gelişim göstermesine yol açacağına iyi bir örnek.

Primakov, Arafat ve Saddam Hüseyin’e de iki ayrı bölüm ayırmış. Saddam fenomenine dair bir iki ip ucu vermiştik, bu nedenle Arafat’la ilgili şu çarpıcı bilgiyi paylaşalım. Yazar, Arafat’ın iki devletli çözüm fikrini daha 1977’de benimsediğini, iki devletli çözümü gösteren bir haritayı da imzalayarak o tarihte kendisine hediye ettiğini anlatıyor. Ama Arafat’ın bu fikri ancak 20 yıl sonra açıkça telaffuz ettiğini de ekleyerek, diğer birçok örnekte olduğu gibi burada da burjuva diplomasisinin, siyaset tarzının iki yüzlülüğünü gösteriyor. George Habbaş için ise, “bana sempatik gelen, zeki ama beyninin son hücresine kadar aşırı solcu” olan biri tanımlamasını kullanıyor. El-Fetih’in batı karşıtı olmadığını, batı karşıtı olanların G. Habbaş liderliğindeki MAH (Milliyetçi Arap Hareketi) olduğunu ve bütün Arap ülkelerindeki batı yanlısı iktidarları devirme çağrısı yaptıklarını da aktarıyor.

İlginç bir anlatı da 1973 savaşına dair. Bu savaş bilindiği üzere Mısır-Suriye ittifakının İsrail’le savaşıdır. Yani böyle bilinir. Lakin Sedat liderliğindeki Mısır, bu savaşı ABD ile birlikte, İsrail’le barış sürecine girmek için planlıyor. Primakov’un anlatımına göre, Suriye, tek kelimeyle Mısır’dan hayatının kazığını yiyor. Yazar, H. Kissinger’in anılarından şunu aktarıyor; “Bu savaşın asıl amacı, Mısır’a özsaygı hissini yeniden uyandırmak ve Mısır’ın diplomatik esnekliğini arttırmasını sağlamaktı.” Ve bunun için de Süveyş Kanalı sorunu bir araç olarak kullanılır. SSCB’nin savaşa doğrudan müdahalede bulunmasıyla duran, yani görünürde böyle olan ve dünyanın gündemine nükleer savaş sorusunu getiren bu savaşın arka planında olanlar özetle böyledir. Ve yazar, bu savaşa dair başka ilginç detayları da aktarıyor.

Ortadoğu’da şiddetin/terör faaliyetlerinin başlatıcısının da Siyonistler olduğu somut örneklerle anlatılıyor. Siyonistlerin bir İngiliz generaline söylediklerini, generalin anılarından aktarıyor. General, Siyonist grupların liderlerine “Bu topraklardaki Filistinlileri ne yapacaksınız, bu ciddi bir sorun değil mi?” diye sorunca şu cevabı alıyor, “Zorluklar aşılabilir, birkaç katliam onlardan kurtulmamızı sağlayacaktır.” Bu cümle bugünkü İsrail devlet politikasının özeti.

Siyonist İsrail’in anlaşılması için bir başka örnek olarak şu veriliyor: 1954’te Mısır’ın, ABD ve İngiltere ile ilişkilerini bozmak isteyen İsrail, Mısır’daki ABD ve İngiliz kurumlarına yönelik saldırılar düzenliyor ve bunların arkasında Mısır varmış gibi göstermeye çalışıyor. Ama Mısır, eylemleri yapanları yakalayıp konuşturunca, bunun bir komplo olduğu açığa çıkıyor.

Siyonist İsrail’in sınır tanımazlığına bir başka örnek: Süveyş kanalını Mısır’dan almak isteyen İsrail, ABD’den habersiz İngiltere ve Fransa ile plan yapıp savaş çıkarıyor. SSCB’nin sert tepkisi ve bir dünya savaşı çıkmasını istemeyen ABD’nin Fransa’ya baskısıyla bu yalan boşa düşüyor. Ama İngiltere’de hükümet düşüyor, Fransa’nın ise NATO’nun askeri kanadından ayrılmasına neden olacak süreç başlıyor.

Son olarak da Kürt hareketine ilişkin bir anısını aktaralım. 

Primakov dağda Barzani ile görüşmeye gidiyor ve hediye olarak Barzani ve oğluna birer Sovyet saati götürüyor. Yanlarına vardığında, Barzanilerin kolundaki Rolex saatleri görüyor. Primakov, Sovyet ekolüyle yetişmiş biri ve aynı zamanda dikkatli bir gözlemci olarak, sadece bu küçük anekdotla Barzanilerin sınıf karakterine ve ABD ile olan ilişkilerine dikkat çekmeyi başarıyor.

İ. Cevat Çetiner

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir