Yeni kuşak kadın öykü yazarlarımızdan Karin Karakaşlı 1996-2006 yılları arasında Türkçe-Ermenice yayımlanan haftalık Agos gazetesinde editör, köşe yazarı ve yazı işleri müdürü olarak çalışır. Pek çok çocuk kitabi kaleme almıştır. Yazarın ilk çocuk kitabi Ay Denizle Buluşunca’dır. 1998’de yazılan ilk öykü kitabı Başka Dillerin Şarkisi, Yaşar Nabi Nayır ödülünü almıştır.
Karin Karakaşlı’nın kaleme aldığı yapıtların nerdeyse hepsinde sistemle büyük bir derdi olduğunu görürüz. Yazar, edebiyat yapmanın ilk koşulu olarak bunu ortaya koyar: Sistemi dert edinmek. Her öyküsünde tarihte yaşanan tanıklıklar, azınlıklara karşı yapılan baskılar, erkeklerin gölgesinde bırakılan kadınlar, ezilenler, ötekiler, yaşama tutunmaya, kimliğiyle var olmaya çalışanlar anlatılır. Her öyküsünde kendimizindin izler bulur, her karakterin üzüntüsünü derdimiz biliriz. Çünkü Karin yaşamın çok içinden karakterle çıkar karşımıza.
Geleceksizlik, geleceksizliğin yarattığı melankoli ve bunalım nerdeyse her öykü kitabında karşımıza çıkar. Karin şiirsel bir üslupla “Başka Dillerin Şarkısı” isimli ilk öykü kitabına birbiriyle çok iyi anlaşan üç liseli arkadaşın (Ses, Söz ve Sis) vapurda buluşmaları, sıcak dostlukları, kahkahaları ondan sonra da dağılışlarını anlatarak başlamış. İçlerinden biri bir gün sürekli buluştukları vapurun direğine kendi isimlerinin baş harflerini işaretler. Bu işaretler gibi dostluklarının da baki olmasını isteseler de yaşam şartları her birini farklı bir noktaya sürükler. Aralarından biri yaşadığı ülkede hayallerini gerçekleştiremediği ve büyük bir geleceksizlikle karşı karşıya kaldığı için yurt dışına gitme ve dünya vatandaşı olma hayalleri kurarken yaşamın gerçekleriyle yüzleşir. Gider dünya vatandaşı olmaya, gösterirler vatandaşa dünyanın kaç bucak olduğunu. Gittiği yerde de büyük bir çıkışsızlık içinde bulur kendini. Sevmediği bir işte çalışır, mutsuz olur. Kimi zaman “Ses” in sesinden, kimi zaman “Söz“ün gözünden, “Sis“in belirsizliğinden ve hatta onları o üç ayrı dünyayı taşıyan vapurun dilinden anlatır insanın öyküsünü Karin Karakaşlı. Birbirlerine dokunmadan iç içe geçmiş hayatları eşsiz İstanbul manzaraları ile bir bir, ince ince…
2005 yılında “Müsait Bir Yerde İnebilir miyim” isimli romanının ana karakteri olan kadın sevmediği bir işte çalışan, hayallerini gerçekleştiremeyen, ailesini kaybetmiş ve terk edilmiş bir kadındır. Sevgisiz, paylaşımın olmadığı, çıkar ilişkilerine dayanan mutsuz bir hayatı vardır. Geleceksizliğin yarattığı bunalım sonucunda hayatında istenmeyen durumlar yaşanır. Aynı tema Yetersiz Bakiye isimli öykü kitabında da vardır. Arapların Fakir Olanından başlığı ile mülteci olan Esat’ın çalıştığı kafeden kovuluşu, iş bulamayışı, yaşadığı ülkede çöp kadar bir değeri olmadığını düşünmesi, bir gece odasında intihar etmesi anlatılır. Can Kırıkları’nda ülkelerin başkentlerini ve limanlarını ezberleyip büyüyünce gideceği yerleri düşünen, psikoloji mezunu olmasına rağmen jimnastik ve dansla ona para kazandırdığı için uğraşan, artık hayal kuramayan, kendi gibi olamayan bir genç kadın anlatılır. Bu karakterlerin hepsi kendi gibi yaşayacakları bir dünyanın özlemini duyar.
Başka Dillerin Şarkısı isimli öykü kitabında üç farklı karakterin gözünden ortak bir yaşanmışlık anlatılır. Öyküler birbiriyle bağlantılıdır. Rastlantılar üçlemesi isimli bu bölümün ilk öyküsü Çiçekli Adam 1’de elinde bir çiçek demetle sevdiğini bekleyen, fakat sevdiği gelmediği için karşısına çıkan ilk kadına elindeki çiçekleri veren adamla karşılaşıyoruz. İkinci öykü olan Beklenen Kadın 2 de eski sevgilisiyle görüşmeye gitmekten vazgeçerek evine dönen kadını ve eve dönüşte kucağında beyaz güller olan bir üniversite öğrencisine imrendiğini görüyoruz. Çiçeklenen Kadın 3’te ise misafir öğrenci olarak geldiği bu şehirde yolda karşılaştığı bir adam tarafından beyaz güller alan ve mutlu olan üniversite öğrencisi bir kadın vardır.
Karin Karakaşlı eserlerinde bolca şiirden yararlanmıştır. Müsait Bir Yerde İnebilir miyim? romanında Cemal Süreyya, Kavafis, Murathan Mungan, Yannis Ritsos, Vladimir Holan, İlhan Berk, Gülten Akın ve daha birçok şairle birlikte kendi şiirlerine de yer vermiştir. Bu romanında ana karakterimizin Cemal Süreya ile daha farklı bir bağı olduğunu görürüz. Çünkü kendisine âşık olmasını istediği şairlerden biridir. Tam bir edebiyat aşığı olan bu kadın bir gün yazdığı şiirleri dosyalayıp editöre götürdükten sonra “Genelde kendisine şiir yazılmayan kadınlar şiir yazar.” yorumunu aldıktan sonra dosyasını çöpe atar.
Karin’in yazdığı her öykünün başında öyküyle bağlantılı şiirlerle karşılaşırız.
“Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
Çöpçülerin elleriyle severdim seni.”
Dizeleriyle çöpkadının hikayesini anlatır bizlere Karin. Kumru isimli bir karakter gelişimi boyunca çöpe çok anlam yüklediği için çöp odaklı bir yaşam sürer, işyerinden çıktığı bir gün çöplerin arasında yaşamaya başlar. Çünkü küçük yaşlarda sürekli çevresi tarafından dışlanır. Herkes kendisi için “çöp gibi kız” yorumunu yapar. Ailesinden değer görmediği için herkesi hoşnut etmeye çalışır ve ailesinden elde edemediği bağlılık duygusunu saplantıya dönüştürerek çöplere aktarır.
Karin, Can Kırıkları isimli kitabında deprem bölgesini anlatırken her şeyin sınıfsal olduğu vurgusunu yapar. Bir tarafta deprem bölgesine oyuncak gönderen refah bir ailede yaşayan çocuk diğer tarafta enkaz bölgesinde çadırda yaşayan, günlerce bisküvi ile beslenmeye çalışan bir çocuk. Enkazın altında kalan insanlar, savunmasız çocuklar, çaresiz anne ve babalar ya da annesini bulamayanlar… Ceset kokan bir bölge. İlk öykü deprem bölgesindeki bir çocuğun gözünden anlatılır. Eve olan özlemi o kadar derindir ki enkaz bölgesine gönderilen oyuncağı sırf bir evden geldiği için çok sever. “Melül” ismini verdiği bu oyuncak köpek tek tesellisidir. İkinci öykü de bir çocuğun gözünden anlatılmıştır. Fakat bu çocuk çok oyuncağı olan, anne ve babasıyla sahilde gezindikten sonra televizyonda bazı bölgelerde deprem olduğunu gören ve enkazdaki çocuklara hediye göndermek isteyen bir çocuktur. “Hepgül” ismini verdiği oyuncak köpeği enkaz bölgesine gönderir. Bu iki öykü arasında bir bağlantı vardır ve Karin bu tekniği sıkça kullanır. Nerdeyse her kitabında öyküler arasında bağlantılar yaratır.
Can Kırıkları’nda erkeklerin gölgesinde kalan kadın sanatçılara da yer verir. Rodin erkek sanatçı olarak öne çıkarken, kadın heykeltıraş Camille hep yok sayılır. Rodin kadını tamamen yok sayan, akıl hastanesine kapattıracak kadar vahşileşen, öte yandan Camille’nin heykel yeteneğini kıskanan ve onun ürettiklerini kendine mal eden biridir. Camille’den sonra Türkiye’nin ilk kadın heykeltıraşlarından biri olan Mari Gerekmezyan anlatılmış. Herkes tanımaz Mari’yi… Unutturulmaya ve yok sayılmaya çalışılan kadın sanatçılardan… Heykeltraş olarak adının üstü çizilen Mari “büyük aşkı” Bedri Rahmi’nin Karadut tablolarının ve meşhur Karadut şiirinin esin kaynağı olarak yaşıyor. Yaptığı heykellerle ödüller alıyor fakat adı hiçbir zaman anılmıyor. Çünkü Mari Ermeniydi, kadındı ve Bedri ile olan ilişkisi toplum tarafından kabul edilmiyordu. Bu yüzden Agos’ta yayımlanan şu notuyla karşılaşıyoruz Mari’nin:
“Ressam olduğumu sanıyorlar. Ne ressamı? Filozof olduğumu sanıyorlar. Ne filozofu? Ben hiçim, hiç! Ama hiç olmak ne garip ne korkunç.”
Karin bu öyküsüyle gölge halinde olan bu kadını ete kemiğe büründürmüştür. Ne kadar yok sayılmaya çalışılsa da bu dünyadan bir Mari Gerekmezyan geçti.
Karin hiç tercih etmemesine rağmen yapıtlarında haddinden fazla Ermeni olduğunu söylemiştir. Dilini özgürce yaşayamadığınız, yok sayıldığınız, öldürüldüğünüz bir ülkede haddinden fazla Ermeni, haddinden fazla Kürt haddinden fazla Alevi olmak zorunda kalmak ve bunları kaleminize yansıtmak oldukça olağan değil miydi? Bu yüzden eserlerde tarihte yaşanan katliamlar, kimlik sorunu ötekileştirme… gibi konularla sıkça karşılaşıyoruz.
Yetersiz Bakiye’de Sabiha isimli bir öyküsüyle karşılaşırız. Elinde boyuna yakın bombası ve tayyaresi dünyayı Dersim ahalisinin başına yıkan Sabiha Gökçen ve havaalanında temizlik işlerine bakan bir kadının hikâyesi anlatılır. Kadının annesi Dersim Terteleyine şahit olmuştur. “Dağlarımın anahtarını kaybettim.” diyerek yaşadığı acıları anlatır. Halk mağaralara sığınır, köyler yakılır, dumandan zehirlensinler diye bazılarının ağzında ateş yakılır. Murathan Mungan’ın “Bir Dersim Hikayesi” isimli kitabında kurşun kalmadığı için çocukları dipçiklerle vura vura katlettikleri anlatılır. Ve evet tarih dersim hikayeleriyle doludur. Herkesin bir dersim hikayesi vardır.
“Beni tarihle avutma
Umutsuz koma beni.”
Can Kırıkları isimli öykü kitabında Kadriye neneyle tanışırız. Tarih kitaplarının küf kokan sayfalarında “Ermeni çetelerinin 1915’te Van’da Türk köylerini basarak halkı öldürmeye başladığı anlatılır. Memleketi kalbinde bir yara olan Kadriye nene Erzurumlu bir Ermeni’dir ve ailesi yıllar önce Ermeni olduğu için katledilmiştir. Torunu aracılığıyla öykünün sonunda nenesinin isminin Garine Yayan olduğunu ve ismini değiştirmek zorunda kaldığını öğreniyoruz. Garine Ermenice ’de “Erzurum” demektir. Garine aracılığıyla bizlere Ermeni halkının yaşadığı acıları anlatır Karin.
Kalanlara
Sağ kalanlara
Artakalanlara
Kalakalanlara…
Karin Karakaşlı’nın 2005 yılında yazdığı Yetersiz Bakiye isimli beni en çok etkileyen kitabı olmuştur. İlk öykülerinde çok sevdiği, birlikte Agos gazetesinde çalıştığı dostu Hrant Dink’i anlatmıştır. Ölümünü en son yaşamak isteyeceği insanın öldürülmesini bir türlü kabullenemez Karin. Yaşam devam eder, bebekler büyür, sınavlar-maçlar-tatiller olur. Canının içi öldürülmüşken yaşamın bu şekilde devam etmesini bir türlü kabullenemez. Uzun uzun Hrant’ı anlatır bizlere. Bir gün Agos gazetesine bir fare dadanır. Hrant onu misafir eder, “Mıgır” ismini verir, iki iş arasında fareyi sevmeyi öğrenir. Güvercinleri anlatır dostlarına. Bir tarafta Karin diğer tarafta Baron Seropyan. Çekmeceden bir resim çıkarır, dostuna sarılmış gibi kolunu uzattığı kadim dostu eşşek “Bozo” ile olan resmini gösterir. Hayvanlara, insanlığa olan sevgisi ve şu sözleri kulak çınlatıyor: Ben bir Ermeni olarak hayatımda hiç suç işlemedim bu ülkede. Hiç adam öldürmedim, adam da dövmedim, dayakta yemedim. Beni aldılar 12 Eylül’de götürdüler. Biraz Ermeni’ydim, iyi Ermeni’yimdir, iyi de solcuyumdur. İkisi bir araya gelince belasındır sen bu ülkede. Karıncayı bile incitmeyen, yaşam ve sevgi dolu olan Hrant gafil avlanır katledildiği o kaldırımda ve Karin o kaldırım üzerinden bir metafor yaratır. İnsanlar nasıl olur da hiçbir şey olmamış gibi kaldırımın üzerinden geçip giderler? O kaldırımda çok sevdiği dostunun kanı akmıştır. O kaldırım sıradan bir kaldırım değildir. Bu metafor beni derinden etkilemişti ve bir gün Amed’de bir dostumla surları gezerken dört ayaklı minarenin yanında aklıma geldi Karin’in bu sözleri. Anadolu’nun tek dört ayaklı minaresi değildi sadece, Tahir Elçi tam da bu minarenin yanında katledilmişti. Ne diye gelip fotoğraf alıyorduk burada? diye sorunca dostuma, “Amed’in hiçbir sokağında fotoğraf çekmemeli o zaman çünkü bu şehrin bütün sokakları acılarla, ölümlerle katliamlarla dolu.” demişti. Bu sözlerinin ardından payımıza düşen uzun bir sessizlik olmuştu.
Önsöz Dergisi
50.Sayı