Güne bıkkınlıkla açıyorum gözlerimi; çalışmaktan, konuşmaktan, mutlu etmekten sıkıldım. Yalnızlık etlerimi parçalıyor, tavanı izliyorum hiç kıpırdamadan, nefes almadan, ne zamandan beri bilmiyorum. Hiç nefes almazsam ölür müyüm kendi kendime… Çık kafamdan. Ölmek isteyen kim? Altı gün çalışıp, bir gün çalışmayıp ölümümü kurguluyorum, neden? Ek mesai mi istesem? Hem bu düşünceden kurtulurum belki… Yazın da iyi bir tatil yaparım böylelikle. İşe gidebilmek için yolda bir saat on dakika zaman geçiyor. Metro çıkışında mendil satan çocuk, kucağında bebekle dilenen kadın, evsiz erkekler, ne çirkin bir dünya…
Doğurmayacağım bebeğimden özür diliyorum. Ona ninni söyleyip güzel masallar anlatıp sonra bu kahrolası dünyayla yüzleştiremem. Bu cesarete sahip değilim. Hiçbir zaman olmayacağım… Giderek anlamsızlıklar çoğalarak büyüyor… Kat 10… Nefesim daralıyor, daha 5 kat var. Asansör aynasında donuk bir bakışla kendime bakıyorum. Hayat ve günlük yaşam o kadar gürültülü geçiyor ki kulaklarım duyma özelliğini azalttı, hiçbir görüntü hislerimi uyandırmıyor… Bütün savaşlarımı, insanlığımı kaybettim. Nerdeyim? Kimim? Kaç yaşındayım? Nasıl yaşıyorum? Sözcükler uçuşuyor beynimde, doğru sözü bulamıyorum.
Bildiğim bir sokakta dolaşırken kaybolduğum hissine kapılıp çocukça ağlayasım var. Tanıdık bir ses gelse… Delirmek incecik bir çizgi, bir adım ilerde sadece. Delirmek intihardan daha mı kolay? Evler inşa ediyoruz içini de odalara bölüyoruz. Bölünen odalara en güzel mobilyalar, eşyalar… takılarım, saatlerim, ayakkabılarım, gardırobum… Akşam olunca kapatıyoruz kapıları, pencereleri… Korkuyoruz, çünkü bizden bize çok zarar geliyor akıllara zarar aman bir şey olmasın… Sonra kendimizi odacıklara tıkıyoruz, parça parça bölüyoruz düşüncelerimizi. Hislerimizi, hareketlerimizi, nefes alabilmemizi kısıtlıyoruz… Kendimize küsmemiz ilk böyle başlıyor. Ve sonra başkalarına küsüyoruz. Kızıyoruz hep, en mükemmeli benim, en güzelini hak ediyorum… Başkalarının da yaşadığı alanları istiyoruz, yetmiyor bizdeki, sanki bizim olsa mutlu olacakmışız gibi…
Kollarımın görünmeyen kısımlarını kaşımaktan yara yaptım, sonra da dermatoloğa gidip vücudumda kendi kendine yaralar çıkıyor deyip tanı koymasını zorlaştırdım. Garip bir his uyandı içimde… Geçen gün yol kenarında duran kediye tekme atmak istedim de son anda durdum… Hep babam yüzünden! Ne zaman kötü bir şey yapsam görürdü beni. Ya annem? Hep yapay bir mutluluğu vardı. Sanki dünyanın en mutlu kadınıydı. Hem işte hem evde en başarılı ve eksiksiz olandı. Ama akşam olup, dışarıya kapımızı kapatıp, eve girince, o zaman başlardı gerçek film… Artık onlar yok ki… Neden kendim olamadım da onlara benzedim.
Onları suçlamak yükümü hafifletiyor. Ben yeni beni neden bulamıyorum? Neden şekillendiremiyorum bu hamuru? İç içe yaşanan yaşamlar, birbirine karışmış hayaller, yün yumakları gibi renk renk karışmış kör düğüm gibiler… Kendime not bırakıyorum, sabaha kendimi bulabilirsem. Bak bahar geliyor, en yakın parka git, ağacın gövdesine dokun. Utanmazsan ayakkabılarını, çoraplarını çıkar, toprağı hisset, tomurcukları gör, önümüz nisan-mayıs, erguvanlar açar renklenir bahar…
Rabia Can
Önsöz Dergisi
49.Sayı