Her birimiz dünyada çok kısa bir zaman dilimine tanıklık ediyoruz. Bu kısa zamanda -hepimiz olmasa da- büyük bir kısmımız yeryüzünün çeşitli acılarıyla yoğruluyoruz. Açlık, yoksulluk, salgınlar, sonu gelmeyen savaşlar ve en çok da ölüm. Bütün bunlar aramızdaki fiziksel sınırları ortadan kaldırıyor. Acısı ortak olanların sınırla da pek işi olmuyor.
Merhaba, Käthe.
Sana adınla sesleneceğim. Çünkü resmi hitaplara inanmam, mesafelere inanmadığım gibi. Vikipedik bilgilerin seni anlatabileceğini pek düşünmüyorum. O yüzden mümkün olduğunca kaçınacağım bundan. Almanya’nın bilmem hangi beldesinde bilmem hangi yılda dünyaya geldiğinle şu an için ilgilenmiyorum. İlgilenenlerin bir tıkla ulaşabileceği bilgileri burada tekrar etmek değil niyetim. Niyetim sadece seni, Käthe’yi, biraz anlatabilmek.
Eli senin gibi füzene alışkın biri olarak yazıyorum bunları. Siyah-beyazın etkisinde olan ben de senin gibi daha çok gramajı ağır kağıtlarda yaptım talimimi. Manzaradan, tabaktaki muntazam dizili meyvelerden çok, ben de senin gibi insanları aldım karşıma model diye. Senin gibi ben de insanların gözlerinde kayboldum. Belki de yine senin gibi ilk önce yüzleri çizebildim. Senin gibi benim kağıtlarım da insanla başlayıp insanla bitti. Bizim gibilerin başka bir malzemesi olabilir mi?
Merhaba, Käthe.
Kadınların sanat eğitimi almasının yasak olduğu bir çağda Prusya Sanat Akademisinin ilk kadın üyesi ve ilk kadın profesörü oldun. Aileden şanslıydın yine benim gibi. Sana güvenen, sosyalist bir baban vardı. Bu yüzden zorladığın kapılar açıldı sana. Büyükbabanın “yetenekli olmak insana sorumluluk yükler” sözünü akademide olduğu kadar hayatının her alanında kendine düstur edindin. Hakkını vermek lazım, sorumluluktan kaçmayan bir insan oldun hep.
Seni anlatanlar çeşitli makalelerde “yaşadığın çağın zorluk, sıkıntı ve trajedilerini” senin gözünden görmek gerektiğini söylüyorlar. Bunlar sadece senin çağına özgüymüş gibi… Öyle betimlemeler yapıyorlar ki senin hakkında, tıpkı çağdaşın Frida gibi, acıdan beslendiğini düşünecek okuyanlar. Halbuki acıdan beslenen taraf sen değilsin. Sen bu felaketlerin içinde ayakta kalmaya çalışan, açların gözbebeklerine doğrudan bakmaya cesaret etmiş olan taraftansın. Sen, sosyalist ve savaş karşıtı bir anne olarak oğlunu emperyalist canavarların dişlerinin arasında bırakan taraftasın. Ölümün peşini hiç bırakmadığı, yokluğun hiç bitmediği tarafsın. Bugün bizim tarafımızda da sen varsın.
Açlık intiharlarının yaşandığı bugün, senin tanık olduğun son savaştan bu yana insanlığın yaşadığı en büyük ikinci yıkımla yüz yüzeyiz, Käthe. Bugün olsa belki de bizim yerimize sen resmedecektin bir eline “iş”, diğerine “aş” yazarak intihar eden işçiyi. Belediyenin önünde kendini ateşe veren babayı, salı pazarları toplanırken çürümüş meyveleri toplayan kadınları, hayvanlara yem diye bırakılan ekmek parçalarını yiyen sokak çocuklarını, “benim için bir gelecek yok” diyerek intihar eden gencecik öğrencileri… Bunlar belki de bizimki yerine senin kaleminden çıkacaktı.
Bugün hayatta olsaydın Karl Liebknecht’in cenazesini değil, sınırsız bir dünya uğruna sınırları aşan savaşçıları çizecektin belki de. Silezyalı dokuma işçileri yerine Tekel işçilerinin “isyanını” anlatacaktın. Eşinin muayenehanesinde rastladığın yoksulları bugün burada Esenyurt’ta bodrum katlarında görecektin. Oğlunu kurban verdiğin savaşa karşı tutumundan rahatsız olan Nazi iktidarının değil, KHKlarla binlerce insanı hayattan kovanların hedefinde olacaktın.
Akademik incelemelerin çok ötesindesin sen Käthe. Tıpkı bizim gibi senin görevin de “Sonu gelmeyen acılar dağının zirvesinde olan insanlığın acılarını seslendirmek” olmuş. Sen kendi çağının trajedisinin sesi oldun, biz ise bu sesi trajedileri bitirmek için çıkarıyoruz bugün. Her şeye “aç” olduğumuz bir çağda, açlığı senin resimlerinle anlatıyoruz.
Senin bıraktığın yerden, Käthe.
Merhaba.
Önsöz Dergisi
48.Sayı