Salgın Filmlerinin İdeolojik Tercihleri

Bulduğu her şeyi yiyen barbar Çinliler, yarasa çorbasında virüs ürettiler. Bunu 5G teknolojisiyle tüm dünyaya yaydılar. Aslında çok önceden illuminati bunu planlamıştı. Dünya nüfusunu azaltma planı olarak Rockfeller bir toplantıda dünyaya virüs yaymayı düşünmüştü. Böyle büyük bir katliam bu çağda ancak böyle büyük ölçekli bir planın parçası olabilir. ABD yaratmıştır, Çin geliştirmiştir, Suudlar yaymış, Ruslar kaymağını yemiştir. Halk da her zamanki gibi hani bana demiştir. Belki de böyle değildir durum. Belki bu virüs, tüm çıplaklığıyla kapitalizmin bir salgınla baş edemeyecek berbat sağlık sistemini göz önüne seriyordur. Belki birçok dengeye bağlı sürdürülemez kırılgan ekonomik düzenlerini sarsıyordur. Belki tüm diğer komplolar, önceden belleğimize gizlenmiştir ve ihtiyaç anında kullanmamız için bize çoktan kodlanmışlardır. Elbette kafamızın içine çipler yerleştirerek değil, bilincimize ve onun altına mesajlar göndererek. Bunun için ikna gücü yüksek bazı araçlar kullanarak. 

 

Mitler ve Mitlerin Toplumsal Karşılığı

Mitler (efsaneler) mi dünyayı yönetiyor yoksa dünyayı yönetenler mi mitleri yaratıyor? Salgın ortaya çıktığından beri farklı ifadelerle de olsa sorulan sorulardan biri de bu. Bunu korona günlerine uyarlayacak olursak tam ifadesi şöyle bir şeye karşılık gelir; salgın hakkında yapılmış sinema filmleri geleceği mi öngörüyorlar, yoksa yarattıkları efsaneler günümüz gerçekliğini algılama biçimimizi mi etkiliyor? Bu sorunun cevabını netleştirmek için önce günümüzün mitlerine ve mit yapan unsurlarına göz atmamız gerekir. 

İlkel insan doğaya karşı mücadelesinde araç gereç yaparak büyük bir avantaj yakalamış oldu. Diğer canlılara karşı kurmuş olduğu bu üstünlük, zihinsel bir devrimin, yapacağı şeyi önceden tasarlayabilen, planlayabilen bir modern zihnin ilk adımıydı. Bu da yaptığı şeyi, yaşadığı şeyi anlamlandıran bir canlının yeryüzüne hakimiyetinin başlangıcı sayılabilir. Ancak doğaya karşı üstünlüğün ilk adımlarını atmış olsa da ilkel insan çok fazla şeyden korkardı. Anlamlandıramadığı ve korktuğu her şeyi, kendi yaşamıyla özdeşleştirdiği öykülerle açıklamaya, kendinden sonraki kuşaklara aktarmaya başladı. Böylece efsaneler (mitler) doğmuş oldu. Doğa olaylarından, toplumsal kurallara kadar her şey öyküleştirilerek anlatılır oldu. Bu süreçte birçok etmen olsa da özetleyebilmek adına basitleştirerek anlatırsak, geçmişe baktığımızda mitolojik öykü ya da karakter olarak gördüğümüz çoğu şeyin aslında dönemin yasaları, korkuları, bilimsel çalışmaları ve estetik anlayışı olduğunu söyleyebiliriz. İnsanın biyolojik ve toplumsal evrimi doğrultusunda, toplumsal kurumlar oluştukça ve geliştikçe, bilim ve teknoloji insanlığın ortak sorularına ve sorunlarına cevaplar bulmaya başladıkça bu mitler, geçmişe dair öykülere, fantastik hikayelere dönüştüler ancak insanlık mit üretmekten vazgeçmedi. 

Mitlerin yani efsanelerin temel özelliklerinden biri şudur. Ortaya çıktığı dönemin gerçek olaylarından beslenerek oluşturulurlar ancak inandırıcılığı arttırması için gerçekte var olamayacak biçimlerde aktarılırlar. Antik Yunan’ın mitolojik tanrılarının her birinin insan şeklinde canlandırılmasına karşın insanların sahip olmadığı güçlere sahip olabilmelerinin nedeni budur. Güneşin her gün doğuşunu bir tanrı, gök gürültüsü ve şimşeği bir tanrı simgeler. Savaşları, barışları, deniz olaylarını, yaşamı ve ölümü kontrol eden tanrılar vardır. Bu doğa olayları tanrılarla cisimleştirilmiş ve toplumsal kurallar, ahlaki kurallar bu tanrılar tarafından insanlara buyrulmuştur. Özetle insan kendine gerçekleri baz alarak mitler yaratmış sonra da mitler sayesinde kendine yeni gerçeklikler kurmuş ve bunlara inanmış hatta tapmıştır. 

İnsan binlerce yıl öncesindeki bazı alışkanlıklarını günümüze de taşımayı ‘başarmıştır’. Bunun en önemli nedeni ise sınıflı toplum yapısının ortaya çıktığı günden bugüne farkı şekillere bürünse de varlığını korumasıdır. İlkel dönemde kolektif aklın ürünü olarak ortaya çıkan ve toplum için gerekli olan mitler, sınıflı toplumlarda egemen sınıfın toplumsal varlığının garantörü gibidir. Kitleleri korkutup gözlerini boyayabilen, illüzyon yaratıp yönlendirme kudretine sahip olan onları istediği gibi yönetir.  

 

Modern Dönem Miti Olarak Sinema

Günümüz modern dünyasında eski efsaneler gerçeklikle bağdaşmasa da insanlık kendi döneminin gerçeklerini efsaneleştirmenin yeni ve teknolojik yöntemlerini buldu; üstelik geçmişe nazaran daha ikna edici yöntemler. Bu yöntemlerin başında kitle iletişim araçları geliyor. Medya ve bir medya aracı olarak örneğin sinema belki de en önemli mit yaratma aracı. Dönemin tanrılarını, efsanelerini, yasalarını yaratan, insanlarının algılarının ne yöne doğru gelişeceğini belirleyen, gelişecek olaylar karşısında nasıl davranacaklarını onlara öğütleyen medya ve onun bir kolu sayabileceğimiz sinema. İlk hareketli görüntü kayda alındığı andan itibaren illüzyon yaratma gücü hakkında fikir veren bir araç, yani kamera… kaybettiği bir savaşı bile insanlara kazandığı illüzyonunu yaratarak aktarma gücüne sahip olan beyaz perde… ışığı toplayan aygıt, objektif… Bu nesneler başlı başlarına hiçbir anlam ifade etmezler. Ancak bir araya geldiklerinde ve arkalarında iyi bir senaryo ve planları iyi bağlayabilen bir yönetmen varsa, yukarıdaki aletler ayetlere, sahneler surelere, filmler kutsal kitaplara, yönetmenler peygamberlere, film karakterleri de dönemin mitolojik kahramanlarına dönüşme gücüne sahiptirler. 

Sinema ve ideoloji arasındaki güçlü bağ, yönetmenin objektifini çevirdiği yere karar vermesiyle ilgilidir. Bunu da motive eden şeyler, sinemanın ekonomi politiğiyle ilgilidir. Yani aslında yeni dönemin mitleri sayabileceğimiz sinema filmlerinin üretim ilişkileriyle ilgilidir bu. Kim, neyi, kimin için, hangi koşullarda ve üretim biçimiyle üretiyor. İzlediğimiz sinema filminin anlattığı hikâyenin güvenilir olup olmadığına bunlara bakıp karar verebiliriz. Özcesi, büyük bir film yapım ve dağıtım tekeline, bir medya patronun kasası kabarsın diye üretilmiş bir film izliyorsanız, o film sınıfsal karakteri daha baştan belli bir filmdir. Bu türden hiçbir yapım, sistemin izin verdiği sınırların dışına çıkamaz. Onu eleştiremez. Eleştirir gibi görünse de mutlaka daha büyük bir şeyi gizlemek için yapılır bu. Bu tarz filmlerin bir kısmı bizzat yapıldığı ülkelerin örneğin savunma sanayii tarafından bile finanse edilebilir. Örneğin Hollywood yapımı bir savaş filmini bir silah tekeli finanse edebilir. Buradan ne kazancı var diye sorarsanız en başta kurulu düzenin devamını sağlayacak ideolojinin ve kültürel kodların yeniden üretimini sağlamak, bir başka ifadeyle örneğin bir kahramanlık hikayesi anlatırken toplumun uyutulmasını sağlamak diyebiliriz. Yani Rambo Vietnam’da komünist Vietkong’lu milisleri öldürürken, onun tarafını tutmamız bile büyük bir kazanımdır sistem için. Ama başkaca kazanımları da vardır. Örneğin yeni üretilen bir silahın tanıtımını yapmak, süper güç sayılan ülkelerin yenilmezliği safsatasını başka toplumların zihnine kazımak ya da kendi toplumu üzerinde korku ve paranoya yaratarak bu korku toplumu üzerinden istediği gibi yönlendirebilmek olabilir bir filmin yapım amacı. Günümüz koşulları düşünüldüğünde ise modern dönemin mitlerinin kim tarafından nasıl yaratıldığı ve nasıl yayıldığı konusunun incelenmesi, bu korona günlerinde kafamızda oluşan pek çok soruya yanıt niteliğinde olacaktır.  

Sinema endüstrisi, adı üzerinde bir endüstridir. Sadece kültürel bir üretim ortaya koymaz. Birçok yan endüstri koluyla birlikte çalışır. Aslına bakarsanız her film ya da dizi seti, bacası olmayan birer fabrika gibidir. Ancak ortaya çıkan ürün günlük yaşamlarımızda olmasa da olacak bir üründür. Örneğin bir kömür ocağından farkı, kömürü yakarken aynı zamanda ısınırsınız. Günlük yaşamınızda bir ihtiyaca karşılık gelir. Bir sinema filminin hoş bir 90 dakika geçirmenizi sağlamak dışında bir karşılığı yoktur. Bu yanıyla eğlence sektörünün bir koludur. Ancak örneğin lunaparktan çıktığınızda kendinizi dönme dolap yerine koymazsınız. Bir filmden çıktığınızda ise sırtınıza pelerin takıp uçmaya kalkabilir, salon çıkışında satılan ışın kılıçlarından satın alıp toplumsal statünüze göre evde gizli gizli ya da açıktan Jedi şövalyeliğine soyunabilirsiniz. Bu sinemanın mit yaratma gücüdür. Öyle ki Star Wars filmindeki tamamen senaristin yaratıcı gücünün ürünü olan Jedi dini, filmin çıktığı dönemde gerçek bir inanca dönüşmüş ve Güç Tapınağı adında kiliseler ortaya çıkmıştı. Bu anlamıyla Luke Skywalker ve Darth Vader arasındaki kapışma ile üç bin yıl önce yazılmış İlyada ve Odysseia arasında hem biçimsel hem işlevsel olarak hiçbir fark yoktur. Bu eserlerin yazanları, yapanları dönemin mit yapanları, ortaya çıkan olaylar, kahramanlar da dönemin mitleridir. Bunların birçoğu sermayedarlar tarafından daha fazla para kazanmak için piyasaya bir ürün olarak üretilirler ve ideolojileri de sermayeden doğru, onun toplumsal düzeninin devamını sağlayan bir ideolojidir. Yani saniyede 24 kere yalan söyleyerek, aslında bizi olmayan bir şeye ikna etme çabasında olan bir sinema filminin bir mit yaratırken yaptığı şey, sermaye lehine, halk aleyhine bir gerçeği gizlemektir. Bunu yaparken illüzyon yaratma yeteneğini kullanır. Yani bir şey gösterirken başka bir şeyi gizler. Sizi bir yöne baktırır, baktığınız yerin büyüsüne kapılmışken size başka bir şey gösterir. Bu da yarattığı yeni gerçeklik olarak karşımıza çıkar. Öyle ikna edicidir ki bu sahte gerçeklik zaman zaman gerçeğin yerini alan bir simülarka dönüşür. Gerçekmiş gibi yapan sahte gerçekliğe. Gerçekliğin mükemmel olarak tasarlanmış simülatif bir kopyasına. Yeni dönem mitleri gerçek olmayı arzularlar. Bunun için de tıpkı bir virüs gibi uygun ortam ararlar. Her şeyin bu kadar hızlı yayılabildiği günümüzde bu ortam fazlasıyla vardır. 

Bilginin yayılma yöntemleri, sosyal medya ve çağımızın iletişim olanakları başka birçok çalışmanın konusu. Ancak şunu söylemek gerekir ki sanal bir ortamda da olsa bilginin yayılma ve tüketilme şekli konusundaki kurallar bu yeni alanlar için de genel hatlarıyla geçerli. Popüler olan, kolay hazmedilir olan bilgi çok daha hızlı yayılıyor. Hazmedilmesi zor olan, kavraması emek ve bilgi isteyen şeyler diğerlerine göre daha az yayılıyor. En fazla tıklanan siteler genellikle porno siteleri. Yani insanın ilkel güdüleri en çağdaş iletişim ağında bile temel motivasyonu olabiliyor. Bu anlamıyla haber ve bilgi yayılımda da önceden kodlanmış olan, gerçekliğine dair fazla çaba harcanmadan ulaşılabilir olan daha kolay yayılıyor ve yarattığı gerçeklik daha kolay kabul edilebilir oluyor. Örneğim popülist bir siyasetçi hiçbir derde deva olabilecek yeteneği ve birikimi yokken kek ve çay dağıtarak seçim kazanabiliyor, taraftar toplayabiliyor.  Örneğin bir pop şarkıcısının ya da arabesk kralının kolay tüketilebilir ezgi ve sözlerle insanların ruhuna dokunup milyonlara ulaşabilme kabiliyetiyle bir klasik müzik şarkısının dağılım hızı ve ulaştığı insan sayısı aynı olmuyor. Recep İvedik hem ticari hem bir popüler ikon olarak örneğin Zeki Demirkubuz’un Masumiyet filminin 25 yıllık izlenme oranına birkaç ayda ulaşabiliyor. Yani bacası olmayan bir fabrikada kapitalist tarafından üretilen modern dönem mitleri, dezenformasyonun enformasyondan çok daha hızlı yayıldığı nemli bir ortamda virüsten hızlı yayılıp kendini gerçeklik olarak dayatabiliyor. Korona günleri göz önüne alındığında, genelde felaket ve distopik filmler, özelde salgın filmleri, bir modern dönem miti olarak gerçekliğe müdahale edip onu kapitalistin istediği şekilde manipüle edebiliyor. Şimdi birkaç örneğe beraberce bakalım. 

 

Felaket Filmlerinin İdeolojik Yapıları ve Birkaç Film Analizi

Hollywood’un felaket filmlerinin neleri gizlediğini görmek için önce olan bitenden söz edelim. Kasım ayından itibaren Çin’in Wuhan kentinde farklı bir zatürre hastalığına rastlandı. Birçok kaynaktan sonra öğrenildiğine göre bu tip bir zatürre yaklaşık Ekim ayından beri dünyanın çeşitli bölgelerinde görülüyordu ve öldürücüydü. Ancak zatürre dışında ilk teşhis Çin’den geldi. Bunu yeni bir tip Korona virüsü olduğu ve Wuhan kentinde bir salgın boyutunda olduğu konusunda Dünya Sağlık Örgütünü bilgilendirdi. 12 Aralık’ta konulan ilk teşhisten itibaren bu salgına dünyanın pek çok yerinde yeni vakalar eklendi. Başta Çin dahil pek çok ülkenin ciddiye almadığı eleştirisi yapılıyor. Hatta ilk çıktığı dönemde Çin’in salgından haberdar olduğu halde sakladığı söyleniyor. Meraklı olanlarımız, gerçek bilgiye erişmek gibi araştırmacı ruha sahip olanlarımız konunun uzmanı olmasa da pek çok makale okumuştur bunlarla ilgili. Bilimsel makalelerden çok dedikoduların ve komplo teorilerinin ortalarda dolandığını söylemeye gerek yok elbette. Her şey hepimizin gözünün önünde oluyor artık. Ancak şu var ki, nerde başladığı, nasıl ortaya çıktığı, ilk hangi ülkeyi etkilediği gibi sorulardan çok ülkelerin sürece nasıl müdahale ettikleri, sağlık sistemlerinin böylesi bir duruma hazırlıklı olup olmadığı, bilimsel verilerin analizlerinde yeterli olup olmadıkları, salgın sonrasında oluşacak ekonomik krizle baş edebilecek kabiliyetleri olup olmadığı sorgulamaları çok daha net bir şekilde yapılır oldu. Çünkü ortaya çıktı ki kapitalist ülkelerin sağlık sistemleri çürümüştür. İşlevsizdir. Halk için bir hizmet değil bir sektördür ve böylesi bir krizin üstesinden gelebilecek yeteneğe sahip değildir. Öyle bir niyeti de bugüne kadar olmamıştır zaten. Tüm dünyayı etkileyen bir salgında Küba gibi ekonomik abluka altındaki bir ülkenin zor ayakta duran sağlık sisteminin ve gönüllü doktorlarının tüm dünyanın sağlık sisteminden daha güvenilir olduğu ortaya çıktı örneğin. Hiçbir Hollywood filminde göremeyeceğiniz sahnelere tanık oldu dünya. En ileri ülkelerin bile güttüğü siyasetin popülist bir siyaset ve sorunlara çare olmaktan uzak olduğu görüldü. Çünkü kriz döneminde halka bir miktar para dağıtmak ve sokağa çıkma yasağı uygulamak dışında kalıcı bir çözüm üretemediler. Salgınla birlikte baş gösteren işsizlik, yoksulluk, açlık tehlikesi bu popülist siyasetçilerin ekonomi politikalarının ne kadar kırılgan olduğunu ortaya çıkardı. Milyonlarca insan şimdiden işsiz kaldı ve ileriki dönemlerde milyonlarcası daha buna eklenecek. 1929 bunalımından çok daha büyük bir bunalımın eşiğinde olan dünya kapitalistleri süreci en hafif şekilde atlatmanın planlarını yapıyorlar. Keynesyen devletçi önlemleri bile yeniden gündeme getiriyorlar. Zaten sürekli krizler yaratarak her krizde birçok iş sahibini bile proleter saflara iten kapitalizm böyle büyük bir krizden çıkabilecek güce sahip değil. Şu ana kadar kitlesel yağmalar başlamadı ya da başladı da biz haber alamıyoruz henüz. Ancak süreç böyle devam ederse bu tarz kitlesel kalkışmalara tanık olacağımız aşikâr. Ancak dünya proleterleri bu kadar deneyime sahipken yağmanın dışında eylem biçimleri hatta ayaklanmalar göreceğimizi de tahmin etmek güç değil. Peki gelelim Felaket filmlerine… Gerçek bir salgında yaşadığımız sorunlar gün gibi ortadayken örneğin salgın filmleri bizlere neler anlatıyor? Neleri gösterip neleri gizliyor?

Felaket filmleri genel olarak toplumun ya da dünyanın başına musallat olan bir felaketten birkaç kahramanın özverili, hatta hayatını feda ederek insanları nasıl kurtardığı üzerine yapılan filmlerdir. Tehlikenin kendisi ve oluş biçimini çıkart, geri kalan senaryo neredeyse birebir tüm filmlerde aynıdır. Sanki felaket filmleri senaristleri ellerindeki bir şablonu zamana ve teknolojiye göre uyarlayıp uyarlayıp yazıyor ve yapımcılar da bu filmleri yönetmenlere çektiriyormuş gibi. Dünyaya çarpacak olan bir göktaşı, tesadüfen amatör bir gözlemci tarafından keşfedilir. İllaki Amerikalıdır. Bu bilgi binbir zorluk ve çileyle hükümete ya da NASA’ya ulaştırılır. Önce yok edecek uluslararası bir ekip kurulur. (Not: Bu ekibe illa bir Rus ya da günümüzde bir Çinli serpilir. Zira Amerika dünyayı kurtarmak için düşmanıyla bile işbirliği yapabilecek kadar demokrattır.) Bu ekip birilerinin fedakarlığıyla başarıya ulaşacakken bir terslik olur ve göktaşı ilerlemeye devam eder. Ancak etkisi yavaşlatılır. Bu arada dünyada bir panik havası vardır. Herkes sağa sola saldıran zombiler gibi dükkanları yağmalar, birbirini öldürür. Çünkü kitleler güdülmeye alışıktır. Yönetim krizi olursa birbirlerini boğazlarlar. Ha bu arada hiçbiri de sisteme karşı ayaklanmaz bu filmlerde. Sadece kötücül panik halde sürüdürler. Aklı başında fedakâr bir başkan, gerçek bilgileri halktan gizleyen bencil başkan yardımcıları ya da kötü askerler, olayı gün yüzüne çıkaran bir gazeteci ve nihayetinde dünyayı kurtaran Amerikalı bir subay, bilim adamı (insanı değil adamı, çünkü orada bir adamdır o) ya da ailesini kurtaran fedakâr bir baba, kardeş ya da koca bu illetten kurtarır dünyayı. Kendi ailesini de… Bakın, bir göktaşı filmindeki bu öykü kurulumu ufak tefek değişikliklerle başka felaket filmlerine de uyarlanır. Örneğin Deep Impact filminde göktaşıyla sınanan dünya, Spielberg’in War of The World filminde uzaylı istilasıyla baş etmek zorundadır. Her iki filmde de böylesi bir durumda reelde oluşabilecek gerçek krizlerin neredeyse kıyısından bile geçilmez. Ama ortak noktaları bolca aksiyon, dünya yanarken ailesini kurtarma peşine düşmüş sıradan kahramanlar, gerçekleri gizleyen ama sonunda bunu gizleme konusunda haklı çıkan askerler ya da devlet görevlileri, kahramanca çarpışan askeri birlikler, felaket yaklaşırken bir kısım insanı sığınaklarda saklayan bir hükümet programı ve kurayla yaşamaya hak kazanan insanlar, haksızlık gibi görünse de yapacak bir şey olmadığı için normalde ayaklanma çıkaracak ama kriz döneminde herkesin anlayış göstermesini beklediğimiz hükümet politikaları… Örneğin, inanılmaz açlığını gidermeye çalışan zombi istilası filmleri benzer örneklerdendir. Zombiler tüketmek dışında bir şey yapmayan ve yok olsa da kimsenin umursamayacağı sistemin artıklarıdırlar. Akılsız bir şekilde önüne çıkan her şeyi bitmek bilmeyen bir açlıkla tüketmektedirler. Finalde ise koca bir kenti yok etme pahasına tüm zombiler yok edilir. Bir yandan dünya zombi istilasıyla uğraşırken diğer yandan kutsal aileyi korumaya çalışan aile babasının hikayesini izleriz. Kiliseye sığınılır, rahip yardım eder bazen canı pahasına. Bir eski eş, tüm olayları başlatan aptal bir sarışın, öldüğünde üzülmeyeceğimiz gıcık tipler vardır mutlaka. Gitmemesi gereken yere giden, aşmaması gereken sınırı aşan, sevişmemesi gerekirken sevişen, bilmemesi gereken sırları öğrenen birileri vardır. Ölürler. Ölmeleri gerekir. Büyük tehlikeler her zaman ya başka dünyadan ya deniz ötesinden ya da Amerika’ya rakip ülkelerden gelir. Eskiden Sovyetler Birliği’ydi bu ülke. Uzun zamandır Çin, Küba ya da Kuzey Kore. Örneğin tüm salgınlar ve kötü fikirler buradan gelir. Felaket filmlerinin bir türü olan salgın filmlerine bir göz atalım bakalım; yukarıda yazdığımız gerçek sorunların kaçta kaçına göz atmışlar, onlar için nasıl önerilerde bulunmuşlar, günümüze kadar gelen bazı komplo teorilerini ne zaman nerede yaratmışlar… 

Hollywood yapımı salgın filmlerinin neredeyse tamamı, olay örgüsünde ufak tefek değişiklikler olsa da aşağı yukarı aynı izleği takip ediyor. Özellikle Korona salgını sonrası gündeme gelen ve hatta vizyon yaptığı tarihten daha popüler olan bir filmle başlayalım.  

 

Contagion (Salgın)

Steven Soderberg yapımı olan filmi günümüzde önemli kılan şey, neredeyse bugün yaşadığımız korona krizine benzer ancak daha ölümcül bir salgını; yayılım süreci, tanı, teşhis, müdahale yöntemleri gibi konularda neredeyse günümüzde yaşanan süreçle birebir şekilde anlatmış olmasıdır. Öyleki film hakkında komplo teorileri dolaşmaya başladı. Eyalet tutmamış olsa da salgının Çin’den yayılmış olması ve filmin bunu 2011 yılında işlemiş olması günün efsanesine dönüşmesinde önemli katkı sundu. Salgın’ın önceden planlandığı, bu filmin onu önceden gördüğü hatta dünyayı hazırlamak için salgını planlayanlar tarafından yaptırıldığı söylentileri dolaştı çokça. Ancak film başka tür efsanelerin yayılması konusunda daha etkili oldu. Örneğin salgının neden Çin’de yayıldığı konusunda Çin mutfağının tercihlerini sorumlu tutuyor olmasının katkısı büyük. Çinlilerin ne buluyorsa yediği inancı, virüsün yarasa çorbasından insanlara bulaştığı söylencesi bu filmin ürünüdür. Kaldı ki bu bile yanlış anlaşılmış. Filmde yarasa sadece taşıyıcı. Yarasa domuza, domuz Çinli aşçıya, o da herkese yayan kadına bulaştırıyor hastalığı. Söz konusu Hollywood filmiyse hiçbir şey tesadüfi değildir. Filmi konu, karakter ve mesajı açısından analiz etmeden önce geçelim bu bilgiyi. Yani virüsü bir ülkede yaymaya başlıyorsa bu bir tercihtir. Neden o ülke seçilmiştir? Virüsü yayan bir kadındır. Neden bu bir kadındır? Neden erkek yaymaz? Bu kadının mesleği nedir? Hangi ortamda yaymıştır? Nelere sebep olmuştur? Sonrasında kimlere bulaşmış, nasıl bir izlek izlemiş, filme başka hangi karakterler girmiştir? 

Film, evinden uzakta iş gereği Çin’e geziye gitmiş bir kadının hafifmeşrep tavırlarla sağında solunda Çinli iş adamlarıyla eğlenirken verdiği görüntülerle başlar. Daha filmin başında anlarız ki bu kadın iffetine sahip çıkamayan ve başına her ne gelecekse baştan hak eden bir kadındır. Tüm virüsü dünyaya yayacak olan bu kadın az sonra ölecektir. Yani yönetmen ve filmin yapımcıları, ahlaki olarak sistem dışına çıkmış, kocasını aldatmış bir fahişenin virüsü yaymasını tercih etmişlerdir. Yani erkek egemen kapitalist sistem daha başında cinsiyetçi bir mesajla bilinçaltımızla oynamaya başlar. Ardından eve geldiğinde zaten birçok kişiye bulaştırmıştır hastalığı. Film hastalığın yayılma şeklini o kadar iyi ve gerçekçi bir şekilde verir ki, bu günümüzdeki yayılma şekliyle neredeyse birebir aynıdır. Bu sebeple ikna ediciliği yüksektir. Yani daha baştan kocasını aldatan bir ahlaksızın dünyaya musallat olacak olan bir ülkeden kaptığı virüsü Amerika’ya taşımış olmasına kızarız. İkna oluruz. Ardından kendi gibi oğlunu da felakete sürükler kadın. Zavallı kocası da aynı gün hem karısını hem oğlunu kaybeder. Yani ahlaksızlığın ve ülkenin çıkarları dışında hareket etmenin bedelini kendi soyundan kanından birine de ödetir kadın. Daha sonra sağlık emekçilerinin çabasını görürüz. Filmde buradan itibaren birbirine paralel iki hikâye akar. Yukarıda örneğini verdiğimiz diğer felaket filmlerine paralel bir yolu takip eder. Bir yandan salgının yayılmasını önlemek için çalışan bilim insanları ve hükümet yetkilileri, diğer yandan ailesinden geri kalanı korumaya çalışan aldatılmış mağdur bir baba. Bir de ortalığı karıştıran komplo teorisyenleriyle durumdan kar elde etmek isteyen kötü niyetli spekülatörler, sosyal medya fenomenleri… Filmde öyle başarılı bir illüzyon yaratılmıştır ki, olan biten hiçbir şeye, bu böyle olmaz ki, diyemezsin. Ama zaten önemli olan filmin gösterdikleri değil göstermedikleridir. İllüzyon yaratma gücü de buradadır zaten. 

Filmde Matt Damon’ın canlandırdığı karakter, ailesini korumaya çalışan baba figürüdür. Eşi Gwyneth Paltrow kendisini eski sevgilisiyle aldatır ve bunun bedelini hastalığı kapıp, dünyaya yayarak ve kendiyle birlikte oğlunun ölümüne sebep olarak öder. Bunun yanında Matt Damon’un virüse bağışıklığı olduğu ortaya çıkar. Yani güvenilir Amerikan ailesinin her türlü musibetten ailesini koruyacak olan simgesi Matt Damon olarak seçilmiştir. Bu tercih geleneksel sinemanın Amerikan çekirdek ailesini kutsayan tavrıyla aynıdır. Sistem kadının evde kek yaptığı, çocukların kariyerleri uğruna iyi okullara girmek için yarıştığı, babanın her koşulda kol kanat gerdiği ailesini tüm badirelerden koruduğu, hiçbirinin sitemle en ufak sorun yaşamadığı çekirdek aileyi kutsayarak olabilecek tüm alternatifleri lanetler ve cezalandırır. Özgür irade sistemin bekasına feda edilir. Ardından fedakâr sağlık çalışanlarını görürüz. Bu arada sağlık sisteminin hangi hastalara bakıp hangilerine bakmadığına dair, özel sağlık sigortasının bakımın kaçta kaçını karşıladığına dair bir ibare görmeyiz. İnsanların evlerine icra getirecek kadar aşağılıklaşan Amerikan sağlık sistemi filmin konusunun dışındadır. Hükümet görevlisi sağlık bakanlığı çalışanı Laurence Fishburne, gerektiğinde üstlerine karşı çıkma pahasına aşının üretilmesi için çalışmaktadır. Elbette önce kendi ailesini düşünerek. 

Filmde sosyal medya, tamamen dedikodu mekanizması yayan, hurafeler üreten bir mecra olarak gösterilir. Bunun yerine hükümetlerin elinde bulunan ana akım medya filme göre daha güvenilir bir kaynaktır. Bilim insanları ve hükümet yetkilileri bir salgında üzerine düşen görevleri yerine getirirken görülür. Bu sahneler oldukça gerçekçi çekilmiştir. Ve öyle güzel arka arkaya sıralanır ki, örneğin salgın yayıldığında sağa sola koşturarak yağma yapan kalabalıkların hemen ardından, hükümet görevlilerinin işçi grevleriyle ilgili konuştuğunu görürüz. İnsanlar bu durumdayken sırası mıdır şimdi? Buna inanırız ve sosyal medyada hükümete karşı geliştirilen saçma mı saçma komplo teorilerini görürüz ardından. Bu kadar ustaca kurgulanmış ve bu kadar titizlikle araştırılmış bir senaryoda belki de üretilen en mantıksız komplo teorileri, inandırıcılığı düşük paranoyak görünümlü tiplere dillendirilir. Bunlardan birine odaklanırız. Zira bu tarz salgınlarda ilaç sektörünün genelde davranış biçimi olan virüsü yay sonra ilacını sat yaklaşımını gerçekçi verilerle sosyal medyada yayan ve eleştiren adam Jude Law girer devreye. Bir sosyal medya fenomenidir ve görürüz ki toplumda korku yaratarak aslında kendi işe yaramaz ilacını satıp milyonlar kazanma derdindedir. Yani aslında normalde itiraz edemeyeceğimiz ve gerçekte olan bir durum, kendi karşıtıyla gösterilmediği için sosyal medyanın güvenilmezliği mesajı çıkar ortaya ve elbette bu da tesadüfi değildir. Filmi yapanlar elbette sosyal medyada sistemi eleştiren ve hatta onunla mücadele eden, doğruları söyleyen insanların olduğunu bilmektedir. Ancak filmin konusu ve vermek istediği mesaj açısından sosyal medyanın bu tarz eleştirel kullanımı oldukça tehlikelidir. Bu sebeple doğru haber yayan ve eleştiren hatta sistemi yıkmaya çalışanlar değil, eleştirip spekülasyon yayan ve bundan nemalanan sahtekarlar gösterilir sadece. Bize sosyal medyaya güvenmeyin doğru bilgiyi size sistem zaten ulaştırır der. Ama filmi izlerken buna itiraz edemeyiz. Zira böyle tipler gerçekte vardır ve sosyal medyada doğru bilgiden çok hurafeler, dedikodular, kolay tüketilir hap bilgiler daha erişilebilirdir ve hızlı yayılır. Bu gerçek, filmde tek gerçek kabul edilir. Bu da bize güvenmemiz gereken asıl kaynağın bizim için çalışan hükümetlerin iletişim organları ve açıklamaları olduğu algısına yönlendirir. 

Bu tarz filmlerin tamamında olduğu gibi bu filmde de öfkeli ve sistemden hesap soran ayaklanmış kitleler yoktur. Önüne çıkan her şeyi dümdüz eden, bencil, yıkıcı kalabalıklar, laftan anlamaz bir güruh vardır. Kitleler bize kötü ve güdülmeye ihtiyaç duyan hayvanlar olarak gösterilir. Yokluk çeken, işsiz kalan, aç kalan ve nihayetinde yeter diyen insanlar değildir onlar. Yeri geldiğinde büyük insanlığı kurtarmak için feda edilebilecek rakamlardır. Sistemin yetersizlikleri de gösterilir elbette. Ancak onlar olası sonuçlar olarak aktarılır. Böylesi bir kriz döneminde kafayı takmamamız gereken detaylardır. 

Filmde aşı yapıldıktan sonraki süreç de şöyle ilerler: Diğer felaket filmlerindeki gibi bir kura çekilir. İnsanlar doğum tarihlerine göre numaralandırılır. Zira ne senarist ne yönetmen ne de yapımcılar daha yaratıcı bir fikir geliştirememiş, böylesi bir sistemin daha adil bir yöntem bulamayacağına hem fikirdir. Zaten öyledir ya… kimin çocuğu olacağınız ve nasıl bir hayat süreceğiniz tamamen şansa bağlı değil midir? Bunun için başka birilerini ya da sistemi, devleti suçlamanın ne anlamı var? Eğer şanslıysanız aşıya daha erken ulaşır yaşarsınız, değilseniz en az 6 ay daha karantina… Eee, o arada bir şey olursa o da şans. Burada bize aslında anormal olan sistemin normali sıradanlaştırılarak kabul ettiriliyor. Yani deniyor ki asla yeterli sayıda sağlıkçımız olmayacak, asla yeterli sayıda aşıyı üretmeyeceğiz ve asla herkese eşit ve adil bir hak dağıtımına sahip olmayacağız. Bununla idare edin. 

İrdelediğimizde üzerine çok şey yazabileceğimiz bu filmin yapıldığı yıl yarattığı etki aslında klasik yapılı tüm Hollywood filmlerinin dert kaygısıyla aynı. Ancak yazının başında bahsettiğimiz mit yaratma gücü, işte böylesi dönemlerde etkisi on kat daha artan bir anti-depresan gibi. Tersinden panik yaratıcı bir etkiye sahip. Artık sistem için hangisi lazımsa. Salgının Çin’den yayılması, balık pazarında ilk defa rastlanmış olması, ahlaksız bir kadının iffetsizliğinin sonucu olması, yarasa vb. normalde yenmeyecek hayvanlardan bulaşması, sosyal medya fenomenlerinin spekülasyon yaratması ve daha çok fazlası bu filmin yarattığı mitin salgın döneminde gerçekliğin yerini almasıyla ilgilidir. Oysaki salgının ilk nerde görüldüğü, Çin’e dışarıdan gelip gelmediği, sonuçlarının nasıl yeni krizleri tetikleyeceği ve sosyal, ekonomik sonuçları değerlendirilmeden günümüzün en büyük mit yapıcısı tarafından evlerimize kadar servis edilmiştir. 

Bir diğer film World War Z (Dünya Savaşı Z) filmi Marc Forster imzası taşıyor. 2013 yapımı bu film bir tık daha öteye giderek salgın ve zombi hikayelerini birleştiriyor. Genel hat pek değişmiyor tabi. Zira bir yandan da bu tür filmlerin önemli bir özelliği, onaylanmış tatmin duygusunu tetiklemek. Yani aslında filmi izlemeye gittiğinizde az çok ne olacağını bilip de gidiyorsunuz ve film tarafından onaylandığınızı görünce mutlu mesut evinize dönüyorsunuz. Beklentinin ve belirlenen sınırların çok da dışına çıkmamak gerek. Neticede muhalif bir film yapılmıyor. Bu filmde Matt Damon yerine Brad Pitt var. Kutsal ailenin ve aynı zamanda Amerika’nın da koruyucusu.  Dedik ya, bu film öncekinin elini görüp potu arttırmış diye. Askeriyeden ayrılmış eski bir subay, dünyanın dört bir yanında savaşmış. Yani aslında daha ana karakteri tanırken dahi örneğin Irak’ta Kürtleri, Afganistan’da Peştunları, Afrika’da ya da Latin Amerika’da devrimci gerillaları öldürme ihtimalini biliyor ve öyle seviyoruz. Aynı zamanda iyi bir aile babası olan bu karakter çekirdek ailesiyle ana caddede ilerlerken yakalanıyor salgına. Mesleki alışkanlık, herkes ısırıldıktan 12 saniye sonra zombiye dönüşürken ve yine bir işe yaramaz koyun sürüsü gibi kalabalıklar kaçışırken bizim kahraman süreci analiz edebiliyor. Yani ısırıldıktan 12 saniye sonra zombi olduklarını görüyor. Daha sonra işimize yarayacak bu bilgiyi saklayıp önce ailesini güvenli bir yere bırakıyor. Ve doğduğu yere yani Amerikan Bilmem Kaçıncı Deniz piyadelerine katılıyor. 

Bu film bir öncekinden daha fantastik öğeler içeriyor ama mesaj yine aynı. Virüs dünyaya yine Uzak Asya’dan yayılıyor ama buna bu kez Ortadoğu ve Hindistan da eşlik ediyor. Ama asla Amerika’dan değil…  Isırılır ısırılmaz virüsü kapanlar zombiye dönüşürken aslında yukarıda saydığımız tehlikeli ülkelerden gelen fikirlerin insanları düşünmeyen ve ortalığı terörize etmekten başka bir şeye yaramayan yaratıklara çevirdiği mesajı veriliyor. Yani yine tehlikeli komünistler, vahşi doğulular ve vandal Müslümanlar… yani tehdit olarak tanımladığı kim varsa işte. Elbette ki kahramanımız olayı çözecek ve dünyayı kurtaracak. Ama ona bu serüvende İsrailli bir kadın asker de eşlik edecek. Yani Ortadoğulu bir müttefikiyle hareket edecek. Salgından kurtulma yöntemi de oldukça ilginç. Zombiler sadece ölümcül hastalığı olanlara dokunmuyorlar. Yani aslında teorik olarak mantıklı. Virüs kendine yayılmak için yaşayabileceği sağlam bir beden seçiyor. İlk defa umut, zaten hastalıklı olanlarda. Yani diyor ki kapitalist efendiler bize, iyi ki doğanızı katlederek, her şeyi sentetikleştirerek, tohumların genleriyle oynayarak, kanseri herkesin kabul ettiği bir ölüm yolu olarak kadere bağlayarak size iyi bir şey yaptık… İyi ki bazılarınızı hasta ettik ki şimdi dünya kurtulacak. 

Söylemeye gerek bile yok ama yine de değinelim. Bu filmde de yoksulluk, işsizlik, grevler, ayaklanmalar, sendikal çalışmalar, devrimciler, açlıktan ölen milyonlar göremeyeceksiniz. Yani işçi sınıfı bu tarz filmlerin konusu değil. Ne sorunları ne de çözüm yolları stüdyoyu, yapımcıyı, yönetmeni, dağıtımcıyı ilgilendirmiyor. İzlerken bizi de. Hatta bu filmleri sık izliyorsak sonrasında da ilgilendirmiyor. Daha çok hastalığın nerden çıktığıyla, kaç kişinin öldüğüyle, sokakta sorumsuzca gezinen yaşlılarla ilgilenmemiz isteniyor. İşçi bir aileden değilsek sınıfın sorunlarına uzak kalalım, eğer sınıf içindeysek açlığımızdan çok ölmemek için biat edelim. Sistemin çürümüşlüğünü gizlemek için bu salık veriliyor bu filmlerde. Finali merak edeniniz var mı? Söylemeye gerek var mı? Kahraman hem ailesini hem dünyayı kurtarıyor. 

Out Brake, sistem içindeki çürük elmayı göstermeye cesaret etmiş bir film. 1960’lı yıllarda Afrika’nın bir köyünde salgın semptomları görülünce, köyde konuşlanmış Amerikan askerleriyle birlikte köy de bombalanarak yok edilir. Bu arada daha en başından itibaren Amerika’nın orada ne işi var diye sormayız. O kadar haktır ki orada olmak. Neticede demokrasi ya da başka yararlı bir şey getirmiştir illa. Sıkıntı olan köyü bombalamış olmasıdır. Sanki işgal ettiği ya da etmeye çalıştığı başka yerlere benzer şeyler yapmamış gibi. Tabii ki üzeri örtülür bu durumun ve o gün yüzbaşı, albay olan subaylar günümüzde general olmuşlardır. Hasıraltı edilen bu olay da unutulmuş ve herkes yaşamına devam etmektedir. Ta ki o köyden o virüsü taşıyan bir maymun, kar hırsıyla yanıp tutuşan bir gemi işçisi tarafından Amerika’ya getirilene kadar. Hani bu hırsı taşıyan tekellerin dünyaya ne yaptığına bakılmaksızın küçük hesaplar ve paralar peşinde koşan zavallılara yöneltilir eleştiri okları. Bu zır cahil sorumsuz gelir ve maymunu getirir. Kendi de kız arkadaşı da bu kar hırsının bedelini ölerek ödeyeceklerdir. Hollywood salgın filmi bu. Elbette kahramanlar dışında tüm ahlaksızlar bedelini ödemeliler hatalarının. Dustin Hoffman askeri bir doktordur. Karısı olan bir aptal sarışın tarafından terkedilmiştir. Zira kendisini asla anlamamaktadır. Oysaki kahraman doktorumuz son derece anlayışlı ve yoğun biridir. Salgından herkesten önce haberi olur ancak derdini kimseye anlatamaz. Salgının yaşandığı kent karantinaya alınır ve işler çığırından çıkmadan kent içindeki hasta ya da sağlıklı herkesle birlikte yok edilecektir. Bu emri veren general aslında yıllar önce böyle bir salgında yaptığı katliam ortaya çıkmasın diye bir başka katliamı yapacak kadar adidir. Çürük yumurtadır. Ancak kahraman doktorumuz kendine söylenen emirleri dinlemez ve olayı açığa çıkartır. Hatta yanına aldığı sorumluluk sahibi başka bir askerle öldürülme ve yargılanma pahasına saldırıyı durdururlar, aşıyı ulaşması gereken yere ulaştırırlar. Herkesin hayatı kurtulur ancak yine salgının yarattığı ekonomik ve sosyal yıkımdan kimse bahsetmez. 

Daha yakın zamanda Güney Kore yapımı olarak ortaya çıkmış Flu (Grip) filmi de bir aşk hikayesi üzerinden anlatır salgını. Güney Kore’de yapılmış olmasından olacak daha gerçekçi bir yapım ortaya çıkarmışlar. Ancak herkes kendi ötekisini kötülüyor. Güney Kore’ye de hastalık kaçak göçmenlerle dolu bir konteynırdan gelir. Yani oraya da salgın dışarıdan gelir. Birkaç gün içinde tüm kenti saran salgında koca kent karantinaya alınır. Daha vahşi sahnelere tanık oluruz ancak burada da sitemin aldığı kararları tanımayan bir örgüt, sistemin güvenlik önlemleriyle çatışır. Sistem de katliamcı olarak gösterilmiş ancak karşısındaki güç de daha farklı çizilmemiştir. Yalnızca kahramanlarımız kendi hayatlarını hiçe sayarak insanların hayatlarını kurtarırlar. Bu filmde işçi grevleri ve polisle çatışmalar da göreceğiz, Güney Kore’nin rutinlerinden biri olsa gerek. Koymasan inandırıcılık kaybolur korkusu muhtemelen. 

Özetleyecek olursak, salgın filmleriyle toplumun bu tarz durumlara psikolojik olarak hazırlanması arasında büyük bir bağ vardır. Bu tarz filmler dönemin efsanelerini yaratırlar ve büyük kitleleri ikna edebilecekleri güçlü bir anlatımla sitem içine doğru manipüle etmeyi amaçlarlar. Ürün ortaya çıkar, piyasaya sunulur ve gerisini popüler kültür halleder. Her vakaya ayrı bir komplo teorisi üretmektense, birkaç teoriyi harmanlayıp yayarlar. Böylelikle kendi çürük sistemlerinin çürük taraflarını gizlemeye çalışırlar. Zaman zaman sistemlerini de eleştirir görünerek aslında daha büyük bir gerçeği gizlemeyi hedeflerler. Tüm bunları yaparken son derece gerçekçi bir atmosfer yaratırlar. Atmosfer ne kadar gerçekçi olursa yalanlarına inandırma güçleri de o kadar artar. Zira sinemada gerçeğe yaklaştıkça aslında ondan uzaklaşırsınız. Gerçekten uzaklaşıp mitolojiye kapılırsınız. Bu filmlerde sistemi eleştirenler oyun bozan komplocular olarak gösterilir. Spekülatif kazanç sağlama peşindedirler. Sistemde çatlak varsa tamir edilmez değildir. Sağduyulu birkaç kişi çıkar, çürük yumurtaları teşhir eder ve sistem de onları filmin sonunda ayıklar. Sağlık sistemi eleştirilmez. Hata yapan sağlıkçılar vardır. Sektör kriz yaşasa da sağlıkçılar bir şekilde çözerler. Aile mutlaka kutsanır. Sistemin kendine dayattığının ötesine asla çıkmaz. Sonunda kahraman baba ailesini kurtarır. Birkaç fire verse de savaşta normaldir. Kalabalıklar asla bilinçli hareket eden, örgütlü kitleler değildir. Film bir zombi filmi olmasa bile kalabalıklar hedefe kitlenmiş zombiler gibi hareket ederler. Sistem için tehdit olurlarsa yok edilirler. Yönetilmeleri gerekir. İşsizlik, açlık, ekonomik kriz bu filmlerin konusu değildir. Kriz sistemsel değil bilinçsiz insanların varoluşsal sorunlarındandır. 

Neticede insan kötü ve günahkâr doğar. Zamanında durdurulabilse sanki tüm o filmde yaşananlar yaşanmayacakmış gibi. Başta da söylediğimiz gibi, buu filmlerde gösterilenlerden çok gösterilmeyenler gerçeğe daha yakındır. Bunun en büyük kanıtı ise Covid-19 adlı virüs ve neden olduğu korona salgınıdır. Bu filmlerin hiçbiri kadar öldürücü olmayan bir virüs, zaten büyük bir krize doğru giden kapitalist dünyayı yok oluşun eşiğine kadar getirdi. Özellikle, devrimci Marksistlerin umudu kestiği Avrupa’nın göbeğinde bile sistemin nasıl büyük çaresizlikler yaşadığını ve aslında sürdürülemez olduğunu gösterdi bize. Kendi halkına ölümü reva gören bir başbakanın kendisini de vuran hastalığın şakası olmadığını, başka türlü bir dünyanın kurulması gerektiği gerçeğini gösterdi. Virüsün sınıf farkı gözetmediğini ve insanları ölümde eşitlediğini gösterdi. Sosyalizmin kırıntısının bile kapitalist sistemin en ileri halinden daha insancıl olduğunu gösterdi. Bir de nasıl hareketli bir yüzyıla gebe olduğumuzu… İşte modern dönemin mitlerinin illüzyon yaratarak gizlemeye çalıştığı gerçekler bunlar. Bu yüzden silah ve uyuşturucudan sonra en fazla parayı kitle iletişim sektörüne harcıyorlar. Bu yüzden yüzlerce milyon doları tek seferde harcayabiliyorlar. Oysaki bu mitleri yaratmak için harcadıkları para bile dünyada aç ve sağlıksız insan kalmamasına yeter.

 

Önsöz Dergisi

44.Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir