Kentimizin Hikayesi

geride bıraktığın hatıralara döneceksin bir gün…

içinde küllenmiş tarihlere kısmadan gözlerini, aheste açmadan…

künhünde ısrar eder insan sürülünce, 

kovulunca kendi yüzyılından…. 

 

Efsaneler, söylenceler, hikayeler… Ve izleri gitgide silikleşen bir dille nereye gidilebilir? Aynı şarkının sevinci ile nereye varılabilir? Kendi içinde devinen ve çemberi gitgide daralan o hatıra teslim mi olmaz, çekip kendini mi vurmaz? Hafızanın tüm tayfasını da toplasan, ilmek ilmek örgüsünü mü yutmaz zaman?  Büyükçe bir tören; hatırlama ayinleri… Unutmak da cinayettir. Unutmak cinayettir. Yaralarını saracak gücü kendinde bulamazken zaman, onca yeteneği, hüneri nasıl koruyacak tam çağında? Yıkıldığıyla kalırsa yıkılan… Kimliksiz kalırsa hatıra…

Hatıranın tam kalbinde sonranın tohumları çatlamıyorsa mutaassıp bir damarda teslim olmuş akıyor demektir kan. O yitik hatıra kaybetmemişse ara yollarını, gözünü çoktan çevirmiştir hep bir sonraya. İşte öyle bir anda belirir hem arayış hem revan…

Dön. Dolaş. Dur. Nereye açılacak bu zaman? Yaşamda bir yere? Doğru bir yere? Doğru bir yaşamdan yöne?

Biliyoruz, kendi avucundan doğup toprağa karışır insan… Avuçlarımızda o yarayı açan kış… Doğrulup doğrulup kendi avucunda da yıkıldığın zaman… Bir dalda iki çiçek… Halkları unutmadan başlamalı söze…

Halâ daha solumak unutmamaksa, bir tanığa ihtiyaç var ve orda olmak tanıklıksa “oradaydım” işte. Ordaydın! Ordaydık! Son bakışla değil, ilk günün o ilk bakışıyla… Çemberinden çıkan, hatta kendini de yer yer parçalayan ve yanına alarak hatırayı… 

“Geri Döneceğiz’’ ‘’Geri Döneceğiz’’

Toprak bizi kucaklayacak. Ve sen! Toprağın riya bilmeden ölüm öğrettiği, dirim öğrettiği Antakya!

Seni gören… Sana hasret… 

Hiç görmemiş kim varsa…

Binip bir fısıltı gibi seni saran nehrin rüzgarına

Buluşmaya gidiyoruz eski taş bir sokağında…

 

İstanbul, İlla Onur İlla Kavga

Bu keşmekeşin içinde İstanbul, bir şehrin kalbinden geçen nehrin sesini duymak için durabilecek mi? Durabilecek mi bahhurun, reyhanın, defnenin toprağından hikayeler dinlemek için? Belki de biraz olsun kendini hissetmek için?

İlk sahnemiz. İlk merhabamız İstanbul…

-Yıl iki bin on üç… İnsanlar sokaklarda. Bir ağacın gölgesini de yok etmeye gelenlere inat… Kuşların konacağı o dalı kesmeye gelenlere inat… Kaç ayağa kalkış, kaç kez doğdu isyan bu topraklarda? 

Her şehrin hikâyesidir biraz Antakya… Nasıl ki bir zaman sokaklarından hürriyet akıttıysa, yıl iki bin yirmi dört, şimdi de İstanbul’da sıra… İşçiler, öğrenciler, sanat seven çokça insan… Eli kalem tutanlar… Şehrinden göçe zorlanmışlar… Antakyalılar… Tüm ama tüm herkes dolaşmalıydı İstanbul’un orta yerinde Antakya’nın taş sokaklarında… Bu kez ışıkları yandığında İstanbul’un, herkes biraz kendisi oldu herkes biraz Antakya…

 

Süweydiye, Kalbimdeki O Siyah Nokta

Kara bir leke gibi girdin bu bin yıllık toprakların bağrından sayrılı bir hayata… Senin için, yazıyoruz bu hikâyeyi… Seni oynuyoruz, sen oluyoruz… Ve bir ukde gibi hiçbir yere ayrılmayan, boğazda bir düğüm oluyor altı şubat…

En çok da anneler geliyor seninle olmaya…

Çocuklarıyla…

 

Serinyol, Antakya 

Mahallelerinde başlattığımız hikâye… 

Ve o hikâyeye sığmayan şehir…

Sokaklarından taşıp taşıp bütün bir ülkeye… 

 

Sırt Sırta

Efsaneden hayata bir akışı Yaşar Kemal’den öğrenen Adana…

Hikayelerin içinde bir yürüyüşü Orhan Kemal’le arşınlayan Adana…

Safı Yılmaz Güney’den yana, hayır demeyi kendi üslubunca icat edip taraf olan Adana…

Güneş git gide kararan, solan bir havaya teslim olurken yarın bambaşka doğacağım diyen Adana… 

Öyle çoktuk ki o gece anladık neden bunca yıl hep sırt sırtaydık… Ki ne kadar çok olduğumuzu sığdıramayacağımız dünyamızın içinden bir sabahla devam etmiştik sonra yola. 

Zaman her yerde ilerlerken, bir tiyatro sahnesinde durup kalmıştı sanki hikayesine başlamadan hemen önce Antakya… Adana’nın kardeşi Antakya… Kilikya’dan bu yana Kenanî’lerden bu yana… Sığındık birbirimize bütün zamanlarda zamanın nerde nasıl aktığına bakmadan…

Bu kez de şehrin ışıkları Adana’da yanınca, herkes biraz Antakya oldu, biraz kendisi, biraz da Adana…

 

Eskişehir, Bu Şehir Arkandan Gelecektir

Kalsan… Yığılsan da öylece uzandığın yerde… Henüz mateme vaktimiz olmasa da bu günlerde ve dönecek bir yerin kalmasa da, bu şehir arkandan gelecektir.

Ali!

İsmail!

Korkma!

Herkes her yerde ölebilir… doğduğun topraklara dönemediysen ancak!

Ali!

İsmail!

Korkma!

Antakya geziyor vurulduğun sokaklarda!

 

Amed, Bir Kentte Üç Şehir

Sesinle başlıyoruz her sabaha, her an’a…  

Bir fotoğraf tanık olabilir mi onca anıya, onca acıya… Dünyanın tüm acılarını kucaklayabilecek, surlarına hapsedecek bir kent Amed… duvarlarında Feyruz şarkılar söyleyecek elbet Amed…  Arif… Tahir… Apê Musa.

Vurun ulan vurun… Nasılsa Feyruz bir fotoğrafın içinden elini uzatacak… 

Bir kentte, bir salonda üç şehir… 

‘’Geri döneceğiz’’ Antakya, Beyrut, Sur, Amed…

 

Smyrna

Göçlerimiz, sürgünlerimiz oldu. Adımız değişti bir zaman sonra… Bu yüzyılda her şehrin bahtına şer düştü biraz… Antakya, gittiğin yerlerde dur durakla, soluklan biraz… Hikayeni hikayemiz bildik… Derdini derdimiz… Burdan çıkış yok, burası Karaburun, Smyrna… Sokaklarına vurduğun an devrim başlayacak Pagos’ta… 

Yürüyoruz, 

yol alıyoruz, 

duruluyoruz…

Bu hikâye de durulsun biraz burada…

 

Bilgin Neşe & Cumhur Özen

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir