Tamam mı Devam mı?

—Alo?

—Alo? Yoldaş, nasılsın?

—İyiyim yoldaş sen nasılsın?

—Ben de iyiyim, sağ olasın. Yarın öğleden sonra buraya gelebilir misin?

—İyi misiniz?

—İyiyiz yoldaş, bir sıkıntı yok. Sen gel hele, konuşuruz.

 

Sokağa çıkma yasağının üçüncü günüydü. Zeliha evin kapısını sessizce araladı. Oynadıkları körebe oyununda sobelenmekten korkan bir çocuk tedirginliğindeydi. Aralığından kafasını uzattığı demir kapıdan yayılan pas kokusuyla yüzü buruştuysa da tüm caddeyi kolaçan etti, ‘temiz’ idi. Hızlıca son hazırlıklarını yapmaya koyularak ayakkabılarının bağcıklarını bağladı, çantasını sırtına, maskesini yüzüne geçirdi. Kolluğa yakalanırsa yiyeceği cezayı düşünse de “Hadi bakalım” diyerek adımını eşikten attı.

Zeliha cadde boyu selamlaştığı kediler olmasa bir yaşam belirtisi bulamayacaktı. Metrobüs yolunda gölgesini kovalamasına rağmen yol giderek uzuyor gibiydi.

—Ah şu zamanın göreliliği, diyerek gülümsedi ve saatine baktı. Saat 10.01’di.

Metrobüse bindiğinde boş bir koltuğa yanaştı, şanslıydı zira bir hayli yolu vardı.

Haberleri dinleyeyim, diyerek kulaklığını aradı.

İlk anda duyduğu o sese karşı yüzü buruşsa da yine neyi ‘müjdeleyeceğini’ merak etti; “Değerli kardeşlerimmm…” diye başlayan sesin, sokağa çıkma yasakları, ikaza uymayanlara uygulanacak para cezaları, işverenlere hibe paketleri derken burnunu sokmadığı tek bir konu kalmamıştı yine. Tek tek anlatıyor ve vurguluyordu. “Fabrikalar tı-kır tı-kır işleyecek. Bu bir beka sorunudur.” Demese eksik kalırdı zaten…

Hiç susmuyordu, promterde akan metnin yetişme gayreti olmalıydı bu. “Evde kal” diyerek üst perdeden konuşuyor ve sinsi bir fısıltıyla ekliyordu, “işçiler hariç”. Yeter bu kadarı, diyerek hışımla çekip aldığı kulaklığını dipsiz bir kuyuyu tıktı. Öfkeyle başını sağına çevirdiğinde şehri boydan boya gezen o afişle yeniden karşılaştı.

Afişte, yüzünü çevreleyen maskesi içinde güzel olduğu anlaşılan bir hemşire, ellerini göğsünde kilitlemişti. Maskesinin üzerine yazılmış olan #EvdeKal hashtag’ı göze çarpıyordu. Zeliha bu afişe, onu billboarda asan ya da yanından geçerek çalışma alanlarına dağılan işçilerin gözleriyle baktı ve küçümseyen bir gülüşle yolu izlemeye koyuldu. İşçilere karşı alınan tutumu düşündükçe öfkeleniyordu. Üreten sınıfın burjuvazinin gözünde hiçbir değerinin olmadığını, işçilerin yalnızca bir üretim aracı olarak görüldüğünü pandemi tüm dünyaya göstermişti. Bir yanardağ patlaması gibi taşsın istiyordu işçilerin öfkesi. Birileri duysun istercesine bir şiir tutturdu. “Onlar ki toprakta karınca/ suda balık/ havada kuş kadar çokturlar/ Korkak/cesur/cahil hâkim ve çocukturlar ve kahreden / yaratan ki onlardır…” 

Zeliha onlardan birini, Ahmet’i görmek için şehrin diğer ucuna yolculuk ediyordu. Ahmet çekirdekten yetişme bir mermer ustasıydı. Geçmişte bir hemşerisi vasıtasıyla Emeğin Gücü Derneği ile tanışan Ahmet, şantiyede yaşadığı hak gasplarını dernek vasıtasıyla çözmüş, birçok işçi gibi sorunu çözülür çözülmez de bir daha derneğe uğramamıştı.

Ahmet elinde valiziyle girdiği şantiyede maaşını ve fazla mesaisini zamanında ve eksiksiz alacağını düşünmüş olsa da, kısa zaman sonra asıl sömürünün büyük şantiyelerde yaşandığını edecekti. Newcity’de taşeronuyla tartışması sonrası yatakhaneden eşyalarını dahi almasına fırsat verilmeden kapı dışarı edilmişti. Yine tek çözüm yolunu derneğe gitmekte bulmuştu. Üstelik bu sefer içeri tekrar girebilirse şantiyeyi örgütlemeye girişeceği üzerine kendine ve yoldaşlarına sözler vermişti. Derneğin olduğu adrese vardığında kapıyı açan yoldaşı Ahmet’i gördüğüne şaşırdı.

—Ooo yoldaş, hoş geldin. Demek yolu bulabildin, diyen Zeliha muzipçe gülümsedi. Elinde iki çayla geldiğinde, Ahmet başından geçenleri enine boyuna anlattı. Hemen kolları sıvayan yoldaşı ana firmaya, mağdur işçinin tüm sosyal haklarını istediklerini, aksi taktirde eylem kararı alacaklarını bildiren ihtarı çektiğinde Ahmet’e dönerek,

— Ee, anlat bakalım. Nesrin nasıl?

— İyi yoldaş, İstanbul’a alışmaya çalışıyor hala.

— İyice yerleşin de ev ziyaretine gelelim.

— Her zaman bekleriz, başımızla beraber…

Ahmet ve yoldaşları firmaya tanınan süre dolduğunda şantiye önünde buluştular. Son hazırlıkların ardından eyleme geçeceklerdi ki günlerdir suskun olan firma temsilcileri haber göndererek görüşmeye çağırdı. Dernek temsilcileriyle görüşmeye giren Ahmet hem içeride birikmiş olan parasını almış hem de başka bir taşeron üzerinden şantiyeye dönmüştü. Ahmet’in şantiyeye döndüğünü duyan kimi işçiler temkinli davransa da eyleme gerek kalmadan tüm haklarını almış olması şantiyede duyulmaya başlamıştı. Öyle ya, nasıl başarmıştı bunu? Eylem yoluyla hakkını savunduğu için olsa gerek, o günden sonra işçiler arasında adı komüniste çıkmıştı. Kimin bir sıkıntısı olsa arkadaşları söze girer, “git komüniste sor, o meraklıdır böyle işlere” derlerdi.

Ahmet’in de hoşuna gitmiş olacak ki bir molada arkadaşları ile sohbet ederken baretinin üzerine orak-çekiç işlediğini fark etmemişti bile.

Zeliha çakıl taşlı yolu bitirip de şantiyenin sınırına dayandığında saatine baktı. Saat 11.50’ydi. Şantiyenin duvarlarını süsleyen tanıtım afişlerine takıldı gözleri. Utangaçça bir köşeye iliştirilen QR kodu gördüğünde eli, arka sağ cebinde bulunan telefonuna gitti. Açılan videoda, şu an inşaat sesleriyle yankılanan alanda kurulacak olan yaşam; gökyüzünde süzülen bir martının gözünden izleniyordu. Zeliha zaman kaygısı olmadan cadde boyu yürüyüşe çıkan, sohbet eden, gülüp eğlenen insanları gördüğünde imrenmeden edemedi. Kapısında şoförlerin beklediği sanat okullarından çıkan esnek vücutlu, sağlıklı çocuklar Zeliha’nın tahmin edemediği marka araçlarla konutlarına doğru yola çıkıyordu. Konut diyordu çünkü gördüğü yaşam alanına ev derse, kendi kaldığı evi başka türden isimlendirmesi gerekirdi. Üretim alanlarına bir vampir gibi dişlerini geçiren sömürücülerin insan kılığına girdiği yerlerdi buralar. Ve bir gün bu vampirlerin olmadığı bir dünyayı hayal etti. Videodan yayılan senfonik eser küçüle küçüle arka fona geçtiğinde kadife sesli şen bir kadının sesi duyuldu. Zeliha duyduğu bu sesle daldığı kuyudan çıktı.

—1+1, 2+1, 3+1 Rezidans daireleri, açık kapalı yüzme havuzları, spor kompleksleri, yürüyüş ve bisiklet yolları, hobi bahçeleri, kafe, restoran, AVM’leriyle şehir içinde bir şehir, diyor ve ekliyordu kadın,

— Bu vadide yaşamanın ayrıcalıklarından siz de yararlanın.

Kadın, yaşam alanına ‘misafirleri’ davet ederken bu cenneti var eden işçilerin çalışma ve yaşam koşullarından bahsetmiyordu.

“Ra ra ra rayra rayra rayra rayra rayra raaay

Ray rayra rayra rayra rayra rayra raaay

Madenlerde biz, fabrikada biz, biz her yerdeyiz…”

Telefonu çalıyordu. İnadına müziği dinledi ve tam müzik duracakken açtı telefonu. Arayan Ahmet’ti.

—Alo!

—Alo yoldaş, geldin mi?

—Evet, kapıdayım. Siz molaya çıktınız mı?

—Şimdi çıktık, geliyorum.

Şantiyenin ana kapısına doğru yönelmiş işçilerin gürültülü kahkahalarını duyduğunda, gözleri fosfor yeşili önlükleri, sarı baretleri, yaz sıcağına meydan okuyan çelik uçlu ayakkabılarıyla gelen bu ‘ordunun’ arasında Ahmet’i aradı. Tam ceplerini yokluyordu ki el sallayarak ona doğru gelen Ahmet’i gördü. Çakmak çakmak gözleri, gamzeli yanakları, kirli sakalları ile erkek güzeliydi Ahmet. Zeliha’yı bekletmemek için alelacele çıkmış olmalı ki mermer tozları yirmili yaşlarının başında olan bu genç adamı kır saçlı bir ihtiyara çevirmişti. İkisi de konuşmaya başlamak için aradaki mesafenin kapanmasını bekledi.

Nefes nefese kalmıştı Ahmet, sesi hırıltılıydı. Boğazında takılı kalan mermer tozlarını temizledi.

—Çok beklettim mi yoldaş, derken gözlerini kaçırmıştı.

Zeliha kuşkulu gözlerle baktı ve elini uzattı,

—Yeni geldim. Nasılsın?

Ahmet Zeliha’nın uzattığı ele baktı, ikilemde kalsa da karşılık vermedi. Zeliha havada kalan eline bakarken derin bir nefes çekti ve Nesrin’i düşündü. Ahmet’in eylem sürecinde aralarındaki telefon trafiği artmıştı artmasına ya, yine de kıskançlık gibi bir duygunun iki yoldaş arasında uzanan gölgesine bakarken içerledi.

Başka bir şey gelmiyordu Zeliha’nın aklına. Neden böyle mesafeli, ürkek, kaçar gibi bir tavırda olsundu ki? Nesrin’e de aşk olsun hani. Hiç mi güvenmedi, inanmadı, diye düşünerek içine göçüyordu Zeliha. Ahmet ise suçüstü yakalanmış gibi ellerini ceplerine sokmuş, önündeki çakıl taşını ayak ucuyla, bir o yana bir bu yana devirirken bir şeyler geveliyordu.

—Yoldaş, dedi Ahmet ve boğazını temizleyerek yeniden seslendi. Zeliha Ahmet’e dikkatli baktığında gözlerine inen kanı, yüzüne çöken kasvetli griliği gördü. Gözleri bir anda gözbebeklerinden taştı.

—Sen hasta mısın? Yoksa Covid mi oldun?

—Bilmiyorum, daha test sırası gelmedi ama şantiyede çoğu kişi virüse yakalandı. Bizim koğuştan üç kişiyi götürdüler gece. Testi pozitif çıkanın biletini kesip evine gönderiyorlar. Biz kendimizden geçtik de size bir şey olmasın. Demin de hastalık bulaştırmamak için tokalaşmadım dedi.

Zeliha göğsüne bir tekme yemişçesine sendeledi ve gözlerinden iki damla yaş, ayak ucunda patladı.

—Ohoo yoldaş, sana da ne söylesek çeşmeleri açıyorsun. Tebessümle baktı Ahmet.

Zeliha, Ahmet’in tozlu ceketine kafasını gömdüğünde dik bir yamaçta patlar gibi döküldü gözyaşları, tutamadı. Az önce tokalaşmaya çekinen Ahmet bir sırrı saklar gibi sarıldı yoldaşına fakat vakit dardı. Havayı değiştirmek istedi, bir şey bulamayınca da,

—Nesrin’in selamı var, dedi.

Kafasını kaldırdı Zeliha. Az önce kafasından geçenleri unutmuştu bile.

—Nasıl oldular, Nesrin toparlanabildi mi?

—Sorma, sana da mahcup olduk ama hastalık getiririm diye beni de eve almıyor yoldaş. Bebek doğduğundan beri huyu suyu değişti. Ben de şantiyede kalıyorum on gündür. Nasılsa anası, kardeşi yanında. Telefonunu Zeliha’ya uzattı ekranda pembe tulumu içinde toparlak bir bebek gülümsüyordu. Zeliha’nın içini ısıttı bu gülümseme. Sana mı benziyor, diyerek bir zarf attı ve Ahmet’in bundan keyif aldığını hemen anladı.

—Deniz koydum adını. Pek yaman olacak benim kızım.

Sohbet Ahmet’in evinden döndü dolaştı şantiyenin kapısına dayandı.

—İçeride durumlar nasıl?

Ahmet’in gülümsemesi yüzünde asılı kaldı. Karaya vuran gemisine bakan bir kaptan gibi dönüp baktı şantiyesine.

—İçerisi çok karışık yoldaş. Projenin teslim tarihi yaklaştıkça baskılar artıyor. İş kazası haberini almadığımız gün neredeyse yok gibi. Bizim ekip iyi, dikkatliyiz ama diğer ekipler öyle mi? Taşeron iş bitsin diye acemi, çocuk demeden bulduğunu atıyor içeri. Ana firma da iş olsun da nasıl olursa olsun diyerek göz yumuyor. Yemekleri desen ayrı sıkıntı yeminle, itin önüne atsan yemez. Koğuşlar tahtakurusu, bit dolu. Ne karnın doyuyor ne doğru düzgün dinleniyorsun bir de üstüne zorunlu mesai. Covidi hiç saymıyorum bile. Her gün birileri hastaneye gidiyor. Covid çıkanın otobüs biletini alıp memleketine gönderiyorlar. Gidin ananızı babanızı, çoluk çocuğunuzu öldürün diyorlar resmen. İşçiden çok ne var, zibil gibi. Bak yine aklıma geldi. Urfalı bir çocuk vardı. Garibanın yüzü hala gözümün önünde. Reşit bile değildi, köyden geldiğindeki halini hatırlarım. Covid olmuş. İşten olmamak için söylememiş kimseye, doktora da gitmemiş. Sabah gelip battaniyeye sarıp götürdüler. Anasına babasına mı yollayacaklar ölüsünü? Yaşarken beş kuruş değeri olmayanın ölüsüne mi saygı olacak? Kim bilir nereye attılar…

Anlatırken öfkeden kıpkırmızı olmuştu, sağa sola savurduğu elini bir bıçak gibi dayadı boynuna.

—Herkesin burasına dayandı, dedi ve gözlerini derin bir boşluğa bıraktı.

Zeliha’nın gözleri ise tek katlı geniş bir yerin önünden başlayarak menderesler çizen işçi kitlesindeydi. Kalmayacaktı.

Ahmet Zeliha’nın nereye baktığını gördüğünde alaycı bir sesle,

—Yemekhane kuyruğu, dedi. Ne yapsın insanlar, aç acına da çalışılmıyor ki. Anaa, az daha unutacaktım, sen bildirileri getirdin mi yoldaş ya?

Zeliha çantasından çıkardığı bir deste bildiriyi Ahmet’e uzattı.

—Dikkatli ol, olur mu yoldaş?

Ahmet bildirileri cebinden çıkardığı çöp poşetine sardı ve gülümsedi,

—Merak etme yoldaş.

Ahmet bildirileri montunun iç gözüne sıkıştırdı. Yüreği tam da orada atıyordu şimdi. Bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama hırıltılı nefesi buna müsaade etmedi. Ciğerden bir öksürük krizi başladı yine. İki büklüm eğildi Ahmet. Zeliha çaresizce çırpındı çantasını yokladı, açılmış biraz suyu vardı. Hızlıca açtı kapağını, elleri titriyordu.

—Ahmet, iyi misin yoldaş, canım yoldaşım sakin ol, bir şey yok, geçiyor, derken kendisini mi yoksa Ahmet’i mi sakinleştiriyordu, belli değildi.

Ahmet eliyle dur işareti yaptı. Zeliha hem sustu hem de Ahmet’in yüzüne yapıştırdığı suyunu geri çekti.

Ahmet biraz olsun kendine geldiğinde gülümsedi.

—Bir kaşık suda boğacaktın beni yoldaş.

Öksürük yine yokladı ama geçmişti artık. 

—Mermerciyim ben yoldaş, ciğer mi kalır. Her seferinde böyle korkma.

Zeliha saatine bakarken ellerinin hala titrediğini fark etti. Saat 12.35’ti. Çantasından çıkardığı sandviçi Ahmet’e uzattı.

—Bir şey de yiyemedin.

Zeliha’nın cümlesi bitmemişti ki Ahmet son lokmayı da midesine indirdi. Bir şey hatırlamışçasına yüzünü ekşitti.

—Dün bir köylüme daha anlattım durumu. Toplantıdan bahsettim, bugün birileri yolumu kesti. Şantiye karışacakmış diyorlar, doğru mu diye bana sordular. Erken davrandık galiba. Gevşek ağızlı biri var aramızda. Taşeron mu gönderiyor bu adamları, işçiler mi anlamak zor.

—Sen yine de dikkatli ol yoldaş. Geceye kadar bildiri paketini açamazsın muhtemelen o yüzden bir tanesini okuyasın diye ayırdım, dedi Zeliha ve elindeki kâğıdı uzattı.

Ahmet kibrit boyundaki bildirinin kırılan dallarını özenle açtı. Zeliha hangi cümlede neyi gördüğünü tahmin ediyordu.

“Bize ya Covidli çalışın ya da açlıktan ölün diyerek ölümlerden ölüm beğendirenleri unutacak mıyız? Son nefesini verirken bir şantiyenin bitli yatağında can çekişen kardeşlerimizi unutacak mıyız? Homurdanıp çalışarak sorunlarımız çözülecek mi? Kendi gücünüzü göstermenin vakti gelmedi mi? 1 Eylül Pazar günü saat 21.00’de yemekhanede toplanacağız. Sadece en güvendiklerimize ulaşan bu bildiriyle buluşma yerinde ol. Birlik olursak bileğimiz bükülmez. İnsanca çalışmak ve onurlu yaşamak için bize katıl.

Newcity İşçi Komitesi”

Elinde tuttuğu bildiriyi yazabilmek için günlerce mesai harcamıştı Ahmet. Gururla baktı eserine.

—Bu işin dönüşü yok, dedi.

Hızlıca vedalaştılar. Ahmet güvenlik kulübesine vardığında kartını bastı ve turnikeyi çevirdi. Geriye dönüp Zeliha’ya selam verdiğinde kadın saatine baktı. Saat 12.59’du.

İlk toplantılarını yemekhanenin bir köşesinde küçük bir masa etrafında yapan komiteye aradan geçen yedi ayın sonunda yemekhane dar gelir olmuştu. Firma işin boyutunu kestiremiyor bu nedenle komiteye dokunamıyordu. Diğer yandan da işçilerin arasında gün geçtikçe talepler ortaklaşıyordu.

Ve bir gün…

Tıklım tıklım bir metrobüste dengede durmaya çalışırken Zeliha’nın telefonu çaldı, arayan Ahmet’ti.

—Alo?

Kırılan, dökülen bir şeyler vardı telefonun ucunda ve ona karışan insan sesleri.

—Alo, diyerek bağırmaya başladı kadın kendini toparladığı an.

—Alo? Ahmet neredesin, şantiyeye geliyorum, iyi misin, neler oluyor?

Gürültü giderek uzaklaştı ve Ahmet’in sesi nihayet duyuldu.

—İyiyiz iyiyiz yoldaş. Sana birkaç video göndereceğim üç beş parçalık bir şeyler yazıp sayfada paylaşırsın. Gönderiye ana firma, yüklenici firma, bizim taraftan olan örgüt, sendika kimi bulursan etiketle. Burada işler çığırından çıktı.

Ahmet’in gönderdiği video açılır açılmaz Zeliha’nın gözleri büyüdü.

Şantiyenin yemekhanesinde masalar devriliyor, işçiler ellerine geçirdikleri sandalyeleri duvarlara, mutfak bölümüne doğru fırlatıyordu. Yüzlerce işçi yıkıcı bir öfkeyle sağa sola koşturuyordu. Ara ara duyduğu o tanıdık ses Zeliha’ya etrafı gezdiriyordu. Elindeki tabldotu kameraya doğru ittirdi bir işçi.

—Çek çek, bunu da çek, dedikten sonra ağız dolusu küfürle fırlatıp attı tabldotu. 

Zeliha yemeğin içindeki kurtları seçebilmişti.

Pos bıyıklı, çökük yanakları kirli sakalıyla örtülmüş kır saçlı bir işçi kükrüyordu adeta.

—İnsanız lan biz! Çoluk çocuğumuzun rızkı için buralara geldik. Ben bu yemeği patrona yedirmeden gitmeyeceğim buradan. Yetti be, yetti! Alın canımızı da kurtulalım artık, bu çektiğimiz nedir?

  Ahmet göründü videoda, işçilerin dikkatini çekmeye çalışsa da nafileydi. Sağından solundan geçen kırık eşyalardan refleksif hareketler yaparak korunmaya çalışıyordu. Ne kadar seslense de onu duyan olmadı. Bir hışım üzerinde durduğu masadan atladı ve mesai arkadaşlarını yakalarından tuttuğu gibi yemekhaneden dışarı atmaya başladı. Eline geçirdiğini un çuvalı gibi fırlatıp atıyordu. İlk anda ne olduğunu anlayamayan işçiler, dışarıda onları övgü dolu sözlerle karşılayan, alkışlayan kitleyi görünce bocalıyordu.

Zeliha gülümsedi ve son videoyu da açtı; şantiye meydanı giderek kalabalıklaşmıştı. Panikten çok keyifli bir bahar havası vardı yüzlerde. Binlerce sarı baretlinin arasında derme çatma bir kürsü kurulmuştu. Eylem komitesinden bir genç kitleye sesleniyordu.

—Kürsü kuruldu arkadaşlar. Önerisi, eleştirisi olan buradan söylesin, dedi ve utangaçça uzaklaştı kürsüden.

Komite sahnenin gerisinde durmuş hararetli şekilde tartışıyordu. Nihayet tartışma sona erdiğinde Ahmet kürsünün önüne doğru yürüdü. Videoyu çeken kişiye yakın olduğu anlaşılan bir ses,

—Çek çek komünist konuşacak, diyerek kamerayı tutan eli dürtüyordu.

Günün stresinden çevresine bakamamış olan Ahmet kum tanelerini andıran sarı baletlerle dolu meydanı bir uçtan diğer uca selamladı. Eline tutuşturulan megafondan konuşmaya başladı.

—Kardeşlerim, yoldaşlarım merhaba! Merhaba, yeryüzündeki her şeyi inşa etmesine rağmen aşağılanan, horlanan, itilen sınıf, merhaba! Bugün onlara değil kendimize çalışıyoruz. Aylardır bugün için didindik durduk, defalarca ölümden döndük, tehdit edildik ama örgütlenmekten hiç vazgeçmedik.

Ahmet konuştukça ıslıklar, alkışlarla inliyordu meydan. Güneş evine dönmeye hazırlanan nazlı bir gelin gibi usulca çekiliyordu ki Zeliha şantiyenin kapısına varmıştı. Her yer polis kaynıyordu. Neyse ki biraz daha ilerleyerek içeri girebileceği. Geçidi buldu. Şantiye alanına girdiğinde nöbet tutan işçiler ona doğru yürüdü. Zeliha cebinden çıkardığı dernek kartını gösterdi.

Ciddi bir yüz ifadesi ile karşısında kartı inceleyen işçinin iki dudağının arasındaki kaderine baktı Zeliha.

—Hoş geldin yoldaş, diyerek elindeki kartı uzattı işçi.

Derin bir nefes alan Zeliha kalabalığın olduğu noktaya yaklaşırken nöbet yerinden ayrılmış olan bir delikanlı ona yetişti. Onu öyle dolambaçlı yollardan yürüttü ki kitleyi aşarak Ahmet’in yanına nasıl varacağını düşünürken kendisini kürsünün yanında buldu. Ses onun sesiydi.

—Şimdi bu birliği bozup işimizin başına dönersek olacakları hepimiz biliyoruz. Üç beş gün yüzümüze gülüp, kardeşlikten, ekmeği bölüşmekten bahsedip sinsice listeler hazırlayarak aramızdan birilerini işten atacaklar. Geri kalanlara ise kan kusturacaklar. Şimdi ya tamam buraya kadar ya da mücadeleye devam diyeceğiz! Biz Emeğin Gücü Derneği olarak istiyoruz ki koşullarımız düzelene, şartlarımız kabul edilene kadar iş başı yapmayalım ama bu hepimizin sorunu. O yüzden ki ne karar verilecekse hep beraber vermemiz gerekiyor.

Ahmet kısa bir sessizliğin ardından gürledi.

—Tamam mı devam mı?

—Devam!

—Tamam mı devam mı?

—Devam!!

—Tamam mı devam mı?

—DEVAM!!!

Kitle tek bir ağızdan haykırdı.

—DEVAM, DEVAM, DEVAM!

Ahmet grev komitesine bir göz attıktan sonra kitleye döndüğünde elinde bir bayrak gibi tuttuğu orak çekiçli baretiyle haykırdı.

—Yaşasın Emeğin Gücü, yaşasın proletarya!

Alkışlar, ıslıklar acemice atılan sloganlara karışıyordu. Ve Zeliha tarihi bir ana şahit olduğunu fark ederek saatine baktı.

Saat 19.17’ydi.

 

Önsöz Dergisi 52. Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir