Dünya sinema tarihine dair yazılan kitapların pek çoğunun ortaklaştığı nokta, sinemanın bir sanat, dahası yeni bir dil olarak ortaya çıkışında miladın Kuleşov deneyi olduğudur. Kuleşov, ifadesiz bir şekilde objektife doğru bakan bir oyuncunun görüntüsünün arkasından önce bir kız çocuğunun görüntüsünü koyar. Arka arkaya bağlanan planları izleyen denekler adamın mutlu olduğunu söylerler. Sonra kız çocuğunu çıkarıp arkasından bir tas çorba görüntüsünü koyar ve izleyen denekler aynı ifadesiz adamın aç olduğunu söylerler. Bir tabut görüntüsü geldiğinde ise adamın üzgün olduğu kanısına varırlar. Böylelikle Kuleşov, bir başlarına anlamları olmayan planların arka arkaya sıralandığında farklı duygu durumları ve anlam yarattığını kanıtlamış olur. Bu deney, bugün hala kullanılan sinema dili ve sinematografik anlatının temelini oluşturur. Ancak Kuleşov yıllar sonra bu deneyden bahsederken, bunun illa biri tarafından yapılacağını ve deneyin kendisine denk geldiğini söyleyecektir. Kuleşov bunu söylerken yalnızca bir tevazu göstermemekte, aslında başka bir gerçeğe vurgu yapmaktadır. O da Sovyet toplumu içinde daha devrimin ilk yıllarından itibaren, Sovyetler Birliği’nde sinemaya verilen önem ve sinemacılara devlet tarafından sağlanan olanaklardır. Zira Kuleşov, bilinen ilk sinema kolektifi olan Kuleşov Grubu’nu oluşturmadan birkaç yıl önce, devrim henüz birkaç günlük emekleme aşamasındayken, sinemacılar komiteler şeklinde örgütlenmiş, başında Lunaçarski’in olduğu Halk Eğitim Komiserliği tarafından bir sinema konseyi oluşturulmuş ve başına da Okul Dışı Eğitim Birimi başkanı Nadejda Krupskaya getirilmiştir. Bu olurken tarih yeni takvime göre 9 Kasım 1917’dir. Yani devrimden sadece iki gün sonrası. Dolayısıyla sinema, devrimin ilk günlerinden beri Sovyetler Birliği’nin devlet politikası olarak ele alınmış ve 1919’da tamamen devletleştirilmesinden sonra büyük bir sıçrama yaşamıştır.
Ben de dahil pek çok sinema yazarı, Sovyet sinemasından bahsederken zaman zaman aynı hatayı tekrarlar. Sovyet yönetmenlerin dehalarından, estetik anlayışlarının dünyayı nasıl etkilediğinden, hangi filmde kaç plan kullanıldığından ve filmlerin içeriklerinden söz ederken, aslında sinemanın Sovyetler Birliğinde nasıl bir ekonomi politiği olduğundan söz etmeyiz. Sovyet sinemasını doğuran koşullardan ya da devletin sinemanın gelişimine verdiği destekten, sinemanın dünyanın bilinen ilk işçi devletinde nasıl örgütlendiğinden pek bahsetmeyiz. Oysa asıl bahis oradadır.
Lenin, 1907 yılında Bogdanov ile yaptığı bir sohbette kitlelerin eğitimi ve öğretimi üzerine tartışırken konu sinemaya gelince, ilkel tüccarların elinde sinemanın kitleleri yozlaştıracağını söyledikten sonra “Ama kitleler doğal olarak sinemayı ele geçirdiklerinde ve sinemaya sosyalist kültürün gerçek militanları egemen olunca, kitlelerin eğitiminin en güçlü araçlarından biri o olacaktır” der. Sinema da dahil tüm kitle iletişim araçlarının geldiği düzey ve bunun kültür endüstrisinin bir ürünü olarak burjuva toplumun çürümesine yaptığı katkılar düşünüldüğünde, Adorno ve Horkheimer daha kitle kültürü kavramını bile yaratmamışken, Lenin’in nasıl büyük bir öngörüde bulunduğunu en baştan belirtmek gerekir. Ancak asıl vurgulanması gereken şey, daha Ekim Devrimi gerçekleşmemişken, ilk günlerden sinemayı bir devlet politikası olarak ele alınacağına dair yaptığı göndermedir. Lenin, sinemanın kitleleri olumlu ya da olumsuz etkileme gücünün farkındadır. Burjuva sınıfın elinde toplumu çürüten bir silah, işçi sınıfının eline geçtiğinde sosyalizmin inşası için muazzam bir eğitim aracıdır sinema. Bu sebeple daha devrimin ilk günlerinde kültür ve eğitim politikasının merkezine oturmuştur. Elbette bunun da devrimin gelişim seyrinde karşılaştığı güncel problemlerle büyük bir ilişkisi vardır. Krupskaya’nın anılarında, Lenin ile gittiği tiyatro oyunları ve izledikleri sinema filmlerinden bahsettiği bölümlerden, bir estetik anlatım biçimi olarak sinemaya değer verdiği izlenimine kapılabiliriz. Ancak sinemanın Sovyetlerde bir devlet politikası olarak güçlendirilmesinin altındaki en önemli sebep, devrimin ayakta kalması için sinemaya yüklenen misyonla ilgilidir. Bu yüzden, başta dediğimiz hataya düşmeden, eğer bir Sovyet sinemasından bahsedeceksek, bununla birlikte Sovyetlerden de bahsetmemiz gerekir.
“Sinema bizim için sanatların en önemlisidir.” ( Aleksandr S. Karaganov, Sinema ve Devrim, Edebiyat ve Sinemada Yaşayan Lenin, Çev: İsmail Yerguz, Sel Yay., İstanbul, 2009, s. 82.) Lenin, Halk Eğitim Komiserliği yapan Lunaçarski’ye sinemayı sanatların en önemlisidir diye tariflerken, bunu yalnızca sinemaya olan tutkusu yüzünden söylememişti elbette. Sovyet toplumu bir dünya savaşından henüz çıkmıştı. İki devrim, bir karşı devrim, devrime karşı emperyalistlerin finanse ettiği ayaklanmalar ve bir iç savaş görmüştü. Dahası, değil sosyalizm, Lenin’in kim olduğunu bile bilmeyen milyonlarca insan vardı ve çoğu okuma yazma dahi bilmiyordu. Çarlık Rusya’sında eğitim, sadece ayrıcalıklıların ayrıcalıklarını sürdürmesinin bir aracıydı ve örgün değildi. Sovyet halkına devrimi ve sosyalizmi en hızlı şekilde anlatmak gerekiyordu ve sinema halkın eğitim sürecinde hızlı sonuç alacak araçlardan biriydi. Çünkü görüntünün dili, harflerden ve sembollerden çok daha etkili ve hızlı mesaj iletiyordu. Lenin bunu biliyordu ve önce işçi sınıfı iktidarının sağlamlaşmasında, kitlelerin eğitiminde, yeni kurulan işçi devletinin ilkelerinin ve sosyalizmin kitlelere anlatılmasında bu etkili araçtan yararlanmak istiyordu. Lenin Sovyetler’in Üçüncü Kongresi’nde şunları söylüyor; “Önceleri insan aklı ve tüm dehası yalnızca bazılarına tekniğin ve kültürün bütün nimetlerini sağlarken, başkalarına eğitim ve gelişme gibi yalın ihtiyaçları esirgemek amacıyla kullanılıyordu. Şimdi tekniğin bütün mucizeleri, kültürün bütün fetihleri halka ait olacak ve bundan sonra insan aklı ve dehası asla bir baskı ve sömürü aracı olarak kullanılamayacaktır… Ülke ve devrim, yalnızca öncü işçilerin kitle halindeki çabalarıyla kurtarılabilir.” Orak Çekiç adlı bir fabrikada, işçilere yaptığı bir konuşma sırasında suikast girişimi olmadan hemen önce “Yoldaşlar, iktidarı korumak, onu almaktan çok daha zor.” diyen Lenin, 1919 Mart’ında parti sekizinci kongresinde kültürsüzlüğün, sosyalizmin kuruluşunda nasıl engel teşkil ettiğini anlatıyor. Özetle söylersek, daha en başından itibaren Sovyet devrimi genelde kültürel gelişime ve özelde sinemaya, kitlelerin eğitimi için özel bir önem atfetmekteydi. Buradan bakıldığında Ekim Devriminin ilk yıllarında sinematografın devrim ve toplum için önemi, Lumiere Kardeşlerin ya da Melies’in kısa filmlerinden, Amerikan Sinemasının eğlence aracından çok daha büyük bir öneme sahipti. Daha çok yaşamsaldı. Bundandır ki sinema Sovyetler Birliğinde bir eğlence aracı olmaktan öte, bir eğitim aracı, bir propaganda ve ajitasyon yöntemi yani ideolojik mekanizmanın bir parçası olarak ele alınmıştır.
“Lenin’in… konuşmalarında üstünde ısrarla durduğu nokta şudur: ülkenin bütün yurttaşlarının yeniden eğitimi davasını son derece yoğun ve güçlü bir biçimde ve önce proletarya anlayışı içinde sadece Sovyet yönetimi üstlendiğinden ulaşmak zorunda olduğu kültürel bir değeri olan sinema üretimi iddiasında sadece Sovyet yönetimi bulunabilir… ideolojimizden ilginç yaşam dilimleri çarpıcı filmlerle gösterilmelidir ve bu yaşam dilimleri halkın dikkatine sunulmalıdır, en önemli, en cesaret verici gelişmeler, en iyi şeyler hem bizde hem öteki sınıfların ve yabancı ülkelerin yaşamında etkili olmalıdır.” ( Aleksandr S. Karaganov, Sinema ve Devrim, Edebiyat ve Sinemada Yaşayan Lenin, Çev: İsmail Yerguz, Sel Yay., İstanbul, 2009, s. 84 – 85.)
Bu anlamıyla, Sovyet sinemasından ve yönetmenlerinden bahsetmeden önce, Sovyetlerin ilk yıllarından itibaren sinema adına attığı adımlardan söz etmek yerinde olacaktır. 1917 yılında, devrimin hemen ertesinde, Bogdanov, Proletkült adıyla Proletarya Kültür Örgütleri’ni kurmuş ve bunun içinde bir foto–film birimi oluşturmuştur. Bu hareket küçük burjuva ve Menşevik bir karakter kazanana kadar devlet ve bizzat Halk Komiserliği tarafından desteklenmiştir. 1917 Nisan ayından itibaren (devrimin hemen öncesinde) Petrograd Sovyeti, foto-film departmanı, Skobelov Komitesi kurulmuş ve haber filmleri kayda almaya başlamıştır. Lenin’in Nisan 1917’de Mühürlü Tren ile gelişini kameraya almak isteseler de trenin gecikmesi ve havanın kararması nedeniyle bunu başaramamışlardır. 1917 devrimin ön günlerinde örgütlenmeye başlayan sinema işçileri devrim sonrası OKO (dağıtımcı, gösterimci ve yapımcılar federasyonu), Sinema Sanatı İşçileri Birliği (yaratıcı işçiler-sinema aristokrasisi) ve Sinema Tiyatro İşçileri Birliği gibi örgütler kurmuşlardır. Halk Eğitim Komiserliği içinde Krupskaya’nın başkanlığını yaptığı bir sinema komisyonu kurulmuş, bu komisyon daha sonra Devlet Sinema Dairesine dönüşmüştür. Aynı yıl Vladimir Gardin öncülüğünde ilk sinema okulunun temelleri atılmış ve Kuleşov deneyinin öncülü olacak, eski filmlerin yeniden kurgulanarak değişen anlam yapılarının incelendiği “Yeniden Kurgu Laboratuvarı” kurulmuştur. Kuleşov, deneyini yaparken Gardin’den etkilendiğini söylemektedir. Zira çalışması bu çalışmaların bir uzantısıdır. Kuleşov 1917 yılında bu laboratuvarlarda çalışmalarını sürdürür ve 1918 yılında meşhur deneyini gerçekleştirir. Bir vakit kilisenin incil ayetlerini ezberletmek için kilise duvarlarına çizdiği ikonalara benzer biçimde, Sovyet halkını eğitmek için okuma yazma bilmeyen halka sosyalizmi anlatmanın yolunu, görüntünün dilini keşfederek bulmuş olur. Gardin, aynı zamanda Sovyetler Birliği döneminden çekilen ilk uzun metrajlı film olan “Orak Çekiç” filminin de yönetmenliğini yapmıştır.
1918 yılında Moskova Sinema Enstitüsünün temelleri atılır. Ardından 1919 Haziran’ında ajitasyon gemileri Volga ve Kama nehirlerinde gezmeye başlar. İçinde bir matbaa ve devrimin, sosyalizmin, Kızıl Ordu’nun anlatıldığı filmlerle ve oldukça yüklü bir kitap stoğuyla yüklü olan bu nehir gemilerinin başında tanıdık bir isim vardır; Molotov. Nihayetinde 27 Ağustos 1919’da “fotoğraf ve sinema ticaret ve sanayiinin” Narkompros’a (Halk Eğitim Komiserliği) devredilmesine ilişkin kararnameyle ülkedeki sinemacılık alanı Lenin tarafından devletleştirilir. Hemen ardından sadece beş gün sonra) sinemacı yetiştirmek amacıyla Moskova’da, daha sonra dünya ölçeğinde ünlenecek olan Gerasimov Sinematografi Enstitüsü (VGIK= Vsesojuzniy Gosudarstvenniy Institut Kinematografii) açılır. Bu dünyanın bilinen ilk sinema okuludur. Enstitünün akademi kadrosunda yer alan kayda değer isimler şu şekildedir; Lev Kuleshov, Aleksey Batalov, Alexander Dovzhenko, Sergei Eisenstein, Sergei Gerasimov, Marlen Khutsiev, Vsevolod Pudovkin, Mikhail Romm, Vadim Yusov. Bu akademik kadro aynı zamanda, her biri sinemanın bugünkü anlatım olanaklarını yaratmış olan dünyaca ün yapacak genç yönetmenlerdir. Ardından 1922 yılında Kalinin’in öncülüğünü yaptığı, Dzyga Vertov adıyla özdeşleşmiş ajit-trenler, ülkeyi demiryolu ağları üzerinden bir uçtan diğer uca gezmeye başlarlar. Sosyalizmin, Sovyet toplumunun en ücra köşelerine kadar yayılmasında etkili olan bu trenler, her uğrak noktasında sosyalizmi, devrimi, devrimin ilkelerini anlatan filmleri kitlelerle buluştururlar. Böylelikle, sinema komiteleri, amatör işçi örgütleri, halkevleri, işçi sanat evleri, sinema kooperatifleri ya da komünleri şeklinde örgütlenen genç sinemacılar, kapitalist eğlence sektörünün bir parçası olan ve piyasaya ürün olarak üretilen sinema filmlerini sosyalist bir ekonomi politik süreç olarak yeniden örgütlemişlerdir. Bu anlamıyla devrimin ilk yıllarının coşkusuyla ve devletin kısıtlı olanaklarına rağmen sınırsız desteğiyle Sovyet sineması hem deneysel bir laboratuvar, hem yeni bir anlatım olanağı ve dil, hem bir eğitim aracı hem de bir sanat olarak yeniden örgütlenmiştir. Başa dönecek olursak Kuleşov, adıyla anılan deneyini devrimin kendisine atfetmiştir.
Sergey Yutkeviç o yılları ve ilk Sovyet sinemacıları kuşağını şöyle anlatıyor; “Harika günlerdi; devrimci bir sanatın ilk adımları. Sanat çalışmalarımıza ilk başladığımız yıllarda… on altı-on yedi yaşlarındaydık. Oysa bunun çok basit bir açıklaması vardı: Devrim biz gençlerin önünü açmıştı. O zamanlar bütün bir kuşağın yok olduğu unutulmamalıdır. Büyüklerimiz ülkenin her tarafına dağılmışlar, iç savaşta kırılmışlar ya da Rusya’yı terk edip gitmişlerdi. Bu yüzden devrim, açıkça örgütlenme eksikliği, insan eksikliği duyuyordu; bunu anlamıştık, ülkemiz bizden çalışmamızı bekliyordu. Açıktı ki, ülkemizin kültürün her alanında insanlara ihtiyacı vardı.” (Sergey Yutkevic, Devrimin Delikanlı Sanatçıları, Devrim Sineması, L.-J. Schnitzer, Marcel Martin, İstanbul, Agora Kitaplığı (Birinci Basım), 2003, s. 6-7.)
Sonuç olarak, sinemanın bugünkü biçimine ve anlatım olanaklarına kavuşmasını, Sovyet Devriminin ihtiyaçları doğrultusunda ve o zamanın yoksunlukları içinde toplumu eğitmek için oluşturulan devlet politikasına ve sinema kolektiflerinin, örgütlerinin çalışmalarına borçludur. Sinema sadece bir eğitsel araç olarak değil, aynı zamanda bir dil, kuramsal bir tartışma ve sonrasında bir sanat olarak gelişimini Lenin’e ve dönemin Sovyet politikalarına, Sovyet sinemacılarına, sanatsal ve deneysel çalışmalarına borçludur. Sovyetlerde yapılan çalışmalar, sadece bilimsel ve estetik olarak değil, sinemanın üretimi, dağıtımı ve tüketimi konularında da yeni ve özgün örnekler yaratmış, özetle ekonomi politiğine de büyük bir katkıda bulunmuşlardır. Sinemanın sadece panayır eğlencesi olmaktan kurtulup bir sanat olmasına en büyük katkıyı sunmuşlar, hem de sadece kendi toplumları için de değil. Sovyet sineması, sinemanın dünyadaki seyrini de etkilemiştir. İtalyan Yeni Gerçekçiliği, İngiliz Belge Ekolü, İngiliz Özgür Sineması, Fransız Yeni Dalgası, Latin Amerikan Gerilla Sineması gibi akımların ideolojik altyapısını ve öncülüğünü oluşturmuş, sınırların çok ötesinde evrensel bir kültür, evrensel bir dil olmasını sağlamıştır. Hali hazırda hala, sinemasal üretim, dağıtım ve tüketim olanakları konusunda dünyanın tüm özgür sinemacılarına örnek teşkil etmeye devam etmektedir. Lenin’in 1907 yılında Bogdanov ile yaptığı sohbet güncelliğini korumaktadır.