BİR İNSAN… BİR MEYDAN… VE BİR AYAKLANMA…

Yıllar önce Mısır denilince aklınıza belki Mısır Piramitleri, mumyalar, vs. gelirdi. Hollywood filmlerinin bunda payı büyük elbet.  Peki şimdi? Herhalde sıranın başlarındadır, Tahrir Meydanı!

Tarihte ayaklanmalar ve devrimlerle anılan Meydanlar ve Köprüler  olmuştur. Her birisinin hikayesinde görkemli bir kahramanlık, cüret ve cesaret vardır. Ve inanılmayacak kadar çoktur ayaklanmacıların, devrime katılanların hikayeleri… Çünkü devrim-ayaklanma kadar kolektif, çoğul, kitlesel bir hareket yoktur. Dinlemeye başlasanız ülkeler, insanlar, hikayeler birbirine karışır. Yine de her devrimin kendi simgeleri vardır. Bazen bir fotoğrafçı ya da ressam o anı görür; hem de daha kimse görmeden, bilmeden görür ve bizler o görüşle zihnimize kazırız bunu. Bu çoğu zaman bir insan yüzü ya da milyonlar arasında küçük bir insan topluluğu; günler içinde küçük  bir andır. Fransız devrimini simgeleyen o tabloyu düşünün. Bolivar’ı, Jeanne d’Arc’ı, Louise Michel’i, Rosa’yı, Che’yi düşünün… O yüzleri, tabloları, fotoğrafları gördüğünüzde o devrimi okumaya başlamışsınız demektir. 

BİR İNSAN…

Hep başkalarının devrimlerini okuyacak değiliz ya… Birde bizim devrimimiz var, daha doğrusu uzun mücadele yılları… Bu yılları kendinde birleştiren ve “başka”larına anlatan neyimiz var bizim?

Tanıdığımdan beri düşündüğüm ve kimi zaman rüyalarımda bile gördüğüm bir yüz var. Benim için hep özel oldu. Yalnızca benim için mi? Devrim gibi bir isteği ve cesareti koydu yüreğime. Yalnızca bir yüreğe mi? 

Acaba kaç insana bu cesareti verdi? Kaç insana umut oldu? Kaç insan o gelir diye kapısını açık bıraktı? Kaç insan onun avukatı olmak istedi? Kaç insan kalemi kıran eli kırmak istedi? Kaç insan onu anımsadığında hem gözyaşı döktü, hem sisteme nefretini tazeledi? O gerçekten de marjinal miydi?  Terörist, eşkıya, anarşik diye mi anımsanıyordu sadece? Yoksa o ölümsüz,  yaşayan bir kahraman mıydı?

Hala düşmanları olduğuna göre, hem de onu tekrar tekrar asmak isteyen düşmanları… resimleri bile insanı zindana sürdü… düşünün nasıl bir düşmanlık bu… 

Onun adı çocuklara verildiği için kaç aileye soruşturma açıldı acaba? Oysa o da bütün isimler gibi bir isimdi! Ama şarkı söyleyen yarınları anlatıyordu… Demek ki bütün düşmanlık bundandı… 

Yıllar geçtikçe unutulacaktı. Böyle umut etmişlerdi! Yıllar boyu salınan korku ile unutulacaktı. Böyle beklemişlerdi. Yıllar yılı süren kara, iğrenç propagandayla her şey ters yüz olacak ve unutulacaktı işte… Böyle yapılmıştı hesap. 

Ama belki de 2012 yılında, yani ölümünün 40. yılında bir şey iyice net,  anlaşılır hale geldi. Onun için, onlar için yapılan bir İstanbul mitingine binlerce insan geldi… Ankara’da mezarı başında binlercesi… Antep, Adana, İzmir, Hatay, Mersin, Çanakkale, Eskişehir, Kocaeli, Erzincan, Dersim… iller sıralanıp gitti… 

Ve unutulmak yazmıyordu tarih sayfalarında… O BİZİM DENİZ’di. Kardeşimiz, sevgilimiz, arkadaşımız, uzun yolarkadaşımız, annemiz, babamız gibi yakınımızdı.

Ve Haziran ayaklanmasında en canlı haliyle gördük ki,  O DEVRİMİN ÖNDERİ OLAN DENİZ’di.  Bütün halkların sevgisini ve saygısını kazanmış, onlara özgürlük ateşini vermiş Prometheust’u.

Bir karı-koca 4 Haziran’da çadıra geldiler. “Çocuklar Deniz’i burda gördüm ya, inandım kurtulacaz bunlardan” dedi. Oturdular, çay ikram ettik. İstanbul’un bir ucundan gelmişler, eylemci “çocuklar”ın karnını doyurmak için. “Evde daha oturamadık. Deniz’i de görünce televizyondan kalktık, geldik.” 

Sadece bu örnek mi… sayamadım… kaç kişi çadıra gelip, “Ankara’ya ( Çanakkale, İzmir, Dersim, Almanya, Fransa, Hollanda….) gideceğiz, elimizde Deniz’in bayrağı olsun istiyoruz” diye elimizdekileri aldılar. Kaç kişi üzerimizdeki Deniz resimli önlükleri görüp bizi yolda çevirip “Eğer Deniz’in pankartı orda olmasaydı, büyük bir eksiklik olurdu. Böylesi bir eyleme Deniz yakışırdı.” Ya da “Deniz’i yeniden canlandırdınız” dedi… Kaç kişi “barikatlara gidiyorum, yanımda Deniz olsun” diye geldi… Kimileri sanki böyle sadece onun ismini söylemekle diğer ölenlere haksızlık etmiş gibi insanlık mücadelesinin en masum haliyle “Mahir, İbo, Sinanlar, Taylanlar hepsi çok önemli, Yusuf, Hüseyin de çok değerli yoldaşlarımız… Deniz deyince sanki hepsini söylemiş gibi oluyoruz çocuklar yanlış anlamayın bizi” diye düzeltenler… aynı duyguları-düşünceleri paylaştığımızı söyledik hepsine… 

AKM’den Taksim’i-Gezi’yi, Taksim’den ayaklanan şehirleri selamlıyordu. Artık tüm dünya bu Devrimi onun yüzünden okuyabilirdi. Bizim DENİZ’imiz vardı. 

BİR MEYDAN…

Ama bir devrimi yalnız bir insanın yüzünden okumak yetmez… o devrimin sahnesi hele dünyanın gündemine oturmuş bir meydan ise… 

Filmi biraz geriye saralım ve hatırlayalım… 2009 yılının 1 Mayısı idi. Çatışmaların ardından hükümetin değil de, kitlelerin uygun gördüğü “makul”lukta bir yığın meydana doğru akıyordu. Meydana girenlerin yüzlerine baktınız mı? Ne gördünüz?

Objektiflere gülümseyerek bakan bir abla vardı mesela… gözlerinde yaşlar ve yüzünde kazanmanın gülümseyişi… Sonra bir abi vardı… tam meydanın ortasında yere eğildi ve vatan toprağına kavuşmuş bir gurbetçi gibi, ya da uzak bir savaştan yeni dönmüş bir asker gibi orayı öptü… Ardından zaferin başkomutanları gençler çıkarak geldiler… Meydan doldukça birbirine sarılışlar, gözyaşları, sloganlar da çoğaldı… Sanki işgal edilmiş bir  “vatan”dı Taksim. Bu öyle bir vatandı ki, vatanı olmayanların eşitlendiği, özgürleştiği ve özgürlüğü için dövüştüğü, oraya umutlarını, istemlerini yazdığı, haykırdığı, hatta “kanıyla suladığı” ama yalnızca yılın bir günü olan düpedüz bir “işçi vatan”ıydı. Kavuşulmuştu o bir günlük “işçi vatanı”na… Bir kadın şöyle diyordu: Ben Taksim’de devrimi görüyorum… işte her şeyi özetliyordu bu cümle: Taksim’de devrim görülüyordu!

2010, 2011 ve 1 Mayısların en görkemlisi 2012… Kitleler devrimi görebilmek için oraya akmıştı, muhteşem bir birliği görmüşler ve kendilerine güvenleri artmıştı. 

Ve 2013… görüleni herkes görmüştü… bunu görmek kimileri açısından ise ciddi bir güvenlik sorunuydu.  Ve işte bir 1 Mayıs arifesiydi, bir kez daha düello için kılıçlar çekilmişti.  

Bütün her şey  bir korku imparatorluğunu gösteriyordu. O gün,  her yılın yalnızca bir günü “işçi vatanı” olan Taksim’e çıkan bütün yollar tutulmuş, köprüler kaldırılmış, otobüsler, gemi seferleri, tren-metro-tramvay seferleri durdurulmuştu. –meğer sonraki günlerde bu manzarayı tekrar tekrar yaşayacakmışız!- 

O gün Galata köprüsünden geçerek Taksim’e gelmeyi planlayan bir genç şöyle anlatıyor: “Oraya çok yaklaşmıştık ki, “yol bitti” dedi şoför. Nasıl yol bitti? Bayağı bitmişti yol. Köprü kaldırılıyordu gözlerimizin önünde. Otobüsten indik arkadaşımla ve ne yapsak diye düşünüyor, kıyıya doğru yürüyorduk. 10-15 dakika içinde ne yapacağımızı bulduk. Daha doğrusu uyanık halkımız bulmuştu çaresini. İki kıyı arası motor-sandal seferleri başlamıştı!!!” 

İnsanlar yollarda, mahallelerinde kalmışlardı. Ama ulaşanlar da az değildi. Devlet bu sefer daha kararlıydı, Taksim’de görülen devrimin, birliğin, gücün görülmesini istemiyordu. Fena halde yanılıyordu birileri.  Görmenin çeşit çeşit yolları vardı. Tıpkı oraya ulaşmak gibi… 

Ama yasaklanmıştı bir günlük “vatan” olan meydan,  yıllar yılı yasaklandığı gibi… oysa her şeyi değiştirmek isteği vardı insanlarda.. sanki Taksim’i kazanarak bu istek pratik anlamını bulmuştu ve birden bire gelen bu yasakla kursakta kalmıştı değişim… sıkıntılı bir hava vardı. Mayıs böyle yarım kalmışlık duygusu içinde bitmek üzereydi. Derken bir ağacın arkasına saklanan fırtına sobeleyiverdi herkesi… Devrimin sahnesiydi 1 Mayıs Alanı!

BİR AYAKLANMA…

31 Mayıs… Bir kıtadan diğerine geçiyorum bir motorun burnunda.  Kabataş’a vardığımızda iyice belirginleşiyor gaz kokusu. Henüz durumun idrakında değiliz.  Ama Taksim’in gazı Kabataş’a inmiş, boğazı geçiyor. Füniküler kapatılmış, Karaköy’e geçiyoruz. Etraf kalabalık mı kalabalık! Bir dünya insanla yürüyoruz. Yanımdaki arkadaşıma “kortej halinde yürüyoruz farkında mısın” diyorum. 

Genç bir kadın telefonla konuşuyor: “canım ya, bizi aşağı sürdüler. Şimdi Karaköy’deyim, tünelle yukarı çıkacağım. Orada mısınız? Tamam beni bekleyin.” 

Gülümsüyor kadın. Bana mı, birazdan dahil olacağım olayların heyecanı mı yüzündeki karar veremiyorum. 

İstiklal’in başındayız. Ortalıkta bir tane bile polis yok. Gençler köşede yüzlerini örtüyor, limonlarını paylaşıyor. Soruyoruz durumu. Onlar da yeni gelmiş, sosyal medyada sabahtan beri çağrılar varmış, Gezi’deki ağaçları sökmüşler, yine çadırları yakmışlar, çok insan yaralanmış ve “ARTIK YETER!” 

Sabahki bilgimizin üzerine eklenen bilgi “çok insan yaralanmış” ve “Artık Yeter!”

İlerliyoruz. Birden ileriden cılız bir alkış sesi gürleşerek gelmeye başladı. Duygularımız durumu çoktan anladı ve gülüyor, seviniyor ama henüz dile gelmiş bir şey yok. Bütün cadde insanla dolu, alkışlayan, ıslık çalan. Galatasaray’a geldiğimizde ortaya çekilmiş ağaç “kovaları” vardı. Bir grup kızlı-erkekli genç, hükümet ve RTE karşıtı küfürlü haykırışlarla yürüyordu. Onlar soluklandığında caddedeki başka kalabalıklar haykırıyordu: “HÜKÜMET İSTİFA” ve işte herkesin ortaklaştığı sihirli sözcüklerdi bunlar. Bütün küfürleri, ıslıkları geride bırakıyordu. 

İlerledikçe yürümek iyice zorlaşıyordu. Gaz bombalarının sesleri ve tabii ki kokusu da iyice yaklaşıyordu. İçimde patlayan bir sevinç var. Ağzım kulaklarımda adeta… bu diyorum, bu… yoksa bu… Fransız konsolosluğunun oradan gaz bombaları atılıyor ancak kitle de tık yok… kimse bir yere gitmiyor. Gazdan çok etkilenenler biraz geriye çekiliyor soluk alıyor, limonlanıyor, sulanıyor sonra geri dönüyor. İçimdeki ses bağırıyor bu O! Sus diyorum, hemen yapma tespiti… Tarlabaşı’na takılıyor gözlerim… bi o kadar insan da burada!

Rumelihan’a geliyorum. Tepeden bakıyorum İstiklal’e. Yanımda sevinçli ve heyecanlı insanlar. Bakıyoruz, baktıkça anlıyoruz bu gelen O, başkası değil. Sonunda bizim de sokağımıza bahar geliyor. Duramayıp indim baharın içine.  

İstiklal, Tarlabaşı insan kaynıyor. Meydana sıkışmış polis, durmadan gaz bombası atıyor ama kimsenin bir yere gittiği yok. Yolun bir tarafında istiflenmiş araçlar kaçmaya çalışıyor. 

Akşam çöktü… Şişli’nin de İstiklal’den hiç farkı yok. 

Gece yarısını geçiyor saatler… kimsenin bir yere gittiği yok… “polis geliyor, gaz geliyor” sesleri şöyle bi uzağa itiyor insanların bir kısmını ama hemen ardından yeniden toplanıyor insanlar… 

Bir kadın şöyle diyor yanındakilere “ Hadi daha ileri gidelim. Burda durmanın anlamı yok. Altı üstü yiyeceğimiz su ve gaz. İlk başta bundan ürkmüştüm ama yedikten sonra bi şey olmadığını görüyorsun. Beni kaybetmeyin yanıma Talcid aldım. İyi geliyormuş.” Kadınlar grubu yürüyüp gittiler ileriye doğru. Ara sokaklardan kulaklarıma kadar ulaşıyor çınçın, tantan, tintin tencere tava sesleri. 

Bu ayaklanma bir harika dostum!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir