Lulu

I.

Dün akşamdan topladığı kapalı yaseminler gümüş tabağın içinde yavaşça açılıyor, açıldıkça oda yasemin kokuyordu. Yasemin kokusu onu yorgunluktan bitap düşene kadar sokaklarında oyunlar oynadığı memleketine götürüyor. Hani kalabalık ailesinde sabahlar bir curcunayla başlar, konu komşu toplanıp falafel yemeğe gider, çıkışta kadınlar çalgılarla hamamda toplanır, şen şakrak gülen suretler gün sonunda durgunlaşır. Nahed’in annesi bütün mahalleyi dolduran sesiyle bağırır: “Luluuu hadi çeşmeye gidiyoruz.” Ters giydiği rengârenk terlikleri, elinde bakracıyla arkasına takılır annesinin. “Kaç defa dedim şu terlikleri düzgün giy diye, düşeceksin o olacak bak. “ Hiç duymaz ki annesini Lulu*, ağzındaki sakızı patlatıp durur, seke seke yürür çeşmeye gidene kadar… “Ağırdır bakraçlar taşıyamazsın kızım sen.” sözünü hiç dinlemez. İki üç adımda bir yere döker suyu. Eve vardığında bakracın yarısı dökülmüştür. Katıla katıla güler babası bu duruma. Sarılıp yanaklarından öper, saçlarını okşayarak “Asfur” türküsünü mırıldandır gözleri kapanana kadar. Tek pencereli odasını ve hayatı güzelleştiren tek şey Nahed’i memleketine götüren yaseminlerdi. Memleketini, memleketin dar sokaklarını, taş evlerini ve O’nu hatırlatan yaseminlerdi. Yasemin kokulu zarflarla mektuplaşırlardı ayrılık zamanlarında… Halep Üniversitesi’nde Fransızca okumak için köyünden ayrıldığında ilk defa bu kadar uzak kalmışlardı birbirlerinden. 

Kapalı yaseminlerin bulunduğu, tek gözlü, karanlık, eski ve izbe olan bu odanın giriş kısmındaki komidinin üstünde küçük bir yemek kabı… Dünden kalan yemeğin üstüne sivrisinekler doluşmuştu. Bir grup halinde bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyor kulağının etrafında dolanıp duruyorlardı. Sinek sesleri sinirini bozmaya başladı.  Komodinin üstündeki yemek kabını kaldırıp mutfağa giderken sinekler onu takip ediyordu. Kabı olduğu gibi çöpe attı. Bu sefer çöp kutusunun içinde, mutfağın penceresinde, dolap kapaklarının üzerindeydiler. Birkaç tanesinin kolunun üzerinde olduğunu küçük ısırıklardan sonra fark etmesiyle koluna vurması ve sineklerin kaçışması bir oldu. Dolabın üzerinden aldığı spreyi çöp kutusunun üstüne, mutfağın her yerine, salondaki pencerelere sıkmaya başladı. Duvarın üzerindeki tabloya, yamalı perdelere, askılığa, masa örtüsüne… Nahed çıldırmışçasına spreyi bocarken kutunun boşaldığını fark etti. Hızlı soluk alıp verirken kendini koltuğa attı. Ne yaparsa yapsın sivrisineklerden kurtulamıyordu. 

Eski, rutubetli ve daracık banyonun küçük penceresinin önünde yine sinekler vardı. Sahanlığın içindeki sabun erimiş, yapış yapış olmuştu, içi sinek doluydu ve birkaç sinek sabunun üstünde ölmüştü. Saçlarının,  giysilerinin üzerinde her yerdeydiler. Lavabonun paslı musluğundan akan su damlaları sinirini bozuyordu. Uzun siyah saçlarını tutam tutam keserken gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Aynadaki aksinden korkmaya başlamıştı. Kemikleri sayılacak kadar zayıflamış, avurtları çökmüş göz altları morarmıştı. Üzerindeki uzun çiçekli mintanının rengi solmuştu.  Ayaklarının altına serdiği saç dolu bezi bağlayarak bir kenara bıraktı. Sinekler bezin içinden etrafa kaçışmaya başladı. Saçlarla birlikte sineklerden de kurtulmuştu. Artık “Lulu” diye biri yoktu.

“ Saçtı… Uzundu… Yasaktı… Ve tehlikeli… Saç yastı. Saç ölüm. “Saç” şeytanın kötülüklerinin saklandığı yerdi. Hep gizlemek gerekiyordu rüzgârda savurmak varken. Saçımızı ne kadar gizlesek o kadar kapatıyorduk sanki toplumun bütün günahlarını. Saç bazen bir yenilgi, bazen bir başkaldırıydı. Mollaların yüzüne fırlatılan bir cevaptı. Saçı göründüğü için yaşamı elinden alınan Mahsa Amini’ydi… Neden kapatıyorduk saçlarımızı… Oysa dans etmeliydi saç bir akşamüstü esintisiyle.” 

Nahed ağır adımlarla çıktı mutfaktan. Tablodaki surete bakakaldı bir süre. ‘O’ uzun siyah saçlarını çok sever, zaman zaman örer, papatyalarla süslerdi. “O”nu çok özlüyordu. Yoktu, oysa güzel başlamıştı hikâyesi…

 “O” bir gün çantama bir şiir kitabı bıraktı gizli gizli. Arasına kuru bir yasemin çiçeği… Her şey böyle başladı. Görüşmeye başladık. Kalbim her defasında daha hızlı çarpardı. Her geçen gün büyüyen bir sevgi… Kaçak göçek dersten kaçıp Şat-ul Ezrak’ta buluştuk. Kaktüs ve portakal ağaçlarının arasından geçerek, hasır ören kadınları seyretmeye gittik. Geçimini böyle sağlardı kadınlar. Biri hasır örerken neşeli bir türkü tutturmuştu. Öbürü kaç hasır ördükten sonra eve gideceğinin hesabını yapıyordu. İlgimi çeken bir kadın vardı. Ne zaman oraya gitsek sessiz sessiz uzaklara dalar, asla konuşmazdı. Kafasından renkli, işlemeli, boncuklu tülbentini hiç eksik etmezdi. Çok sık ara verir, üzeri harflerle ve tarihlerle çizili tahta tabakasını açar, tütün sarardı elleri titreyerek… Biraz muhabbet ettikten sonra el ele çıktık oradan. Sözleştik “O”nunla. “Yarın her zamanki yerimizde…” 

Akşam kapı önü buluşması yaptık. Evin bahçesindeki dut ağacı şahitti. Çok seviyorduk birbirimizi;  radyoda Ümmü Gülsüm çalıyordu, acı kahvenin kokusu esen rüzgârla yüzümüzü okşuyordu, o gün sabaha kadar sohbet ettik…

Her şey uzak güzel bir anı olarak kalmıştı. Biliyordu bir daha hiç yaşanmayacak. Askılıktan eşarbını aldı, saçına dokundu, artık saçı yoktu, kafasını örttü ve ağır adamlarla lojmanın odasından çıktı.

Önsöz 52.Sayı

 

*Lulu: Suriye’de evin neşesi olan kız çocuğu.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir