- Bölüm
Birkaç gündür içi içini yiyordu Kara Ali’nin. İçine düştüğü çaresizlikte bir kurtuluş yolu çıkmıştı karşısına ancak bu yol onu huzursuz ediyordu. Düşünceleri bir yayıkta oradan oraya çalkalanıp çalkalanıp birleşmeyen parçalar misali dönüp duruyordu.
İhtiyar çamın dibinde oturmuş, elinde bıçağı, yok yere bir dalın ucunu sivriltirken, kendi kendine söylendi yine. “Görüyor musun feleğin ettiği işi! Türlü zenginler, şehirliler buradan toprak almaya can atsın… Tövbe işlemeyi bilmediği toprağa gitsin ev kursun… Ben toprağımdan olmamak için gurbete mecbur kalayım! Hadi gittim… Mecbur yol öyle gözüküyor. Gözüm gibi baktığım ağaçlarımı, damla damla terimi akıttığım bahçemi, ocağımı bırakayım da çakallar mı dadansın! Olacak iş mi? Çiftçi ekip biçmezse, bağı bağ etmezse safraya ne koyacaklar… Hiç mi düşünmezler… Yabancının ekip biçtiğini almakla olur mu hiç… Bizim toprağımızın, insanımızın neyi eksik? Bu kadar pervasızlık nedir? Ha ben böyle adaletin, böyle düzenin…”
Küfrünü içine gömdü Kara Ali. Hiç bırakıp gitmek olur muydu Şirinköy’ü? Böyle güzel, böyle bereketli bir yer daha var mıydı yer yüzünde… Olsa da ne fark eder? Ata toprağı ana-babadır, kökünü saldığın yerdir; orası da Şirinköy’dür, der dururdu çocuklarına… Şimdi halini gören, yaşayan çocuklarına hala çiftçiliği nasıl sevdirecek; ikna edecek, Şirinköy’e bağlı kalmalarını sağlayacaktı… Lisedeki büyük oğlu Suat’ın Ziraat okumasını isterken de bütün hesap bu değil miydi?
Kendini bildi bileli, çiftçilik onun işi, hayatıydı. Ama son yıllar hep bir evvelkinden daha kötüydü. Biriken borçlar yüzünden, bir umuttur diye abilerinin yanına, şehre çalışmaya gider olmuştu.
Büyük yeğeni Mehmet, inşaat mühendisliğinden müteahhitliğe geçtiğinden beri abileri işlerin durumuna göre Kara Ali’yi şehre, yanlarına çağırırdı. Bilirlerdi Ali’nin eskisi gibi kazanamadığını ama kurcalamazlardı işi. O da hiçbiriyle işin aslını açıkça konuşmaz, “siz çağırdınız diye geldim” derdi. Arada Şirinköy’ün insanının dertlerinden dem vurur, “sorma abi insanlar ne yapsın. Çok zor her şey… Mazot olmuş kaç para… Bunun vergisi, gübresi, elektriği, suyu… İşçinin parasını saymıyorum bile…” Sonra açık verdiğini düşünüp “Yanlış anlamayın ha, çok şükür bizim durumumuz daha o kadar kötü değil…” derdi. Hiç istemiyordu abilerine muhtaç görünmeyi. Hele “sat” diye tutturacaklar diye ödü kopuyordu.
Son yılları hep böyle borçları denkleştirme umuduyla geçse de ne oradan ne buradan kazandığı yine de yetişmiyordu. Üstelik ne zaman Şirinköy’den ayrı kalsa gün gün solardı ela gözleri. Üç ayın sonunda hasta olup dönerdi. Gurbete bundan daha fazla dayandığı görülmüş şey değildi.
Büyük abisi her seferinde onun böyle solmuş, erimiş haline üzülse de aynı nasihatte bulunurdu. “Kalaydın daha iyiydi be kardeşim. Toprağın derdi bitmez. Bu işten kimseye bir fayda yok artık. İnat etme, karını çocuklarını da al getir, alışırsınız.” derdi.
“Toprak dert değil ki be abi, bilmiyor musun beni? Zaten ben istesem bile zerre hayatta burada yaşamak istemez. İnanmazsan aç, sor. Valla istemez! Gideyim artık, işlerin başında durmak lazım… Zerre ve çocuklara da böyle yazık oluyor… Benim gözüm ne şehirde ne zenginlikte be abi… Ben bildiğim işi yapayım, siz bildiğinizi… Allah razı olsun, geldim, kötü olmadı. Kenara üç beş kuruş attım. Sağ olun. Ama biliyorsun rahmetli babama bir söz verdim, bırakın sözümü tutayım… Yeter ısrar etmeyin…” diye aklındaki bütün gerekçelerini sıraladı.
Bilirdi abisi için, babaya verilmiş bu sözün geçerli bir sebep olmadığını. Ama her seferinde bunu mutlaka söylerdi. Unutmamıştı, daha babalarının kırkı çıkmadan abilerinin çoluk çocuk, apar-topar şehre göçtüklerini. O zaman onlara pek darılmış “ben babama yemin ettim bırakmayacağım ocağımızı, siz nereye giderseniz gidin” demişti. Onlar da gidiş o gidiş, ellerini ayaklarını Şirinköy’den hepten çekmişlerdi.
Aradan geçen yıllarda Kara Ali’nin içinde eski dargınlık kalmasa da her dertlenişinde karısı Zerre’ye babasının sözlerini anlatırdı. “Babam biliyordu böyle olacağını. Demişti rahmetli, ‘Abinler benim toprağa girmemi gözlüyor. Bugün olsun, bugün giderler. Ne ettiysem öğretemedim buranın kıymetini onlara. Kıymet deyince akıllarına para geliyor. Ama sen, atanın-dedenin yurdunu sakın ola sahipsiz bırakma… Tek ümidim sensin’ Ne oldu? Çıkmadı mı dedikleri? Çıktı ya… Bırakıp gittiler, arkalarına bile bakmadılar. Ama büyüğüm onlar yine de. Hem bilemiyorum ki böylesi mi daha iyi oldu… Kısmetleri ordaymış demek ki…”
Babası kendi vasiyetine uygun bir gelin adayı bulup Kara Ali’yi baş göz ettikten ve her şeyi kendi adaletiyle çocukları arasında paylaştırdıktan hemen sonra vefat etmişti. Kara Ali babasına yemin etmese de Şirinköy’ü terk etmezdi, kendinden hiç şüphesi yoktu. Yine de ona ettiği bütün yemin bütün hayatının merkezi olmuştu.
Kara Ali ucunu sivrilttiği çubuğu birden kızgınlıkla yere sapladı. “Ya çocuklar, hatta Zerre bile gurbete alışır, geri dönmek istemezlerse… Eyvah! Ne halt ederim o vakit?! Bu sefer onları kendimle götürmekle hata mı ediyorum? Yine kalsalar, hem böylece kimseye de emanet etmem gerekmez. Kolay mı bu zamanda güvenecek birini bulmak… Zerre gitmek istememekte haklı mı?” diye bir an yine bocaladı. Hemen sonra kovdu bu düşünceleri aklından. Çubuğu saplandığı yerden çıkarıp temizledi, yeniden düzeltmeye başladı.
“Yok, olmaz! Zerre’ye yazık değil mi? Tüketir kendini. Zaten kaç yıldır, üç aydı, beş aydı, tüm işler başına kalıyor. Şimdi ne üçü beşi, iki yılın sonunda dönersek iyi… Bir yanda çocuklar, ev, bir yanda bahçe, zeytinlik… Benim, diyen adam yapamaz bu kadarını bir başına… Rezil olurum vallahi… Adama bak, derler, her işi karısına yıkmış, erkek olacak… Yok, olmaz! Tükenir hepten…”
Oysa Kara Ali için şimdi, ne başkasının erkekliğini yargılaması, ne Zerre’nin bir başına işleri nasıl yapacağı, ne de bahanesinin kalmayışı dertti. Gayet iyi biliyordu ki, borçlar ödenene kadar gurbette dayanabilmesinin tek dayanağı Zerre olacaktı. Bahane tersine dönmüştü. Daha dün, Zerre gitmek istemediği için ona kızmıştı. Sonra gönlünü almak için “Korkmuyor musun kocanı orda biri kapar” diye şakaya vurmuş, en son yarım ağıtla itiraf etmişti. “Sen benim tek gücüm, tutunacağım tek dalımsın Zerre. Doğru, burada toprak bizsiz bir süre viran olur, ama orda ben… Sonra düşün ya bankalar her şeyimizi elimizden alırlarsa, viran olacak toprak mı kalır? Biliyorsun müşkülatımızı, senetler birikti. Abimlerin teklifini kabul etmekten başka çare gözükmüyor. Sen de öyle söyleyince hepten kolum kanadım kırılıyor Zerre.”
Kara Ali, çubukla uğraşmayı bırakıp telefonuna baktı. Belki arayan vardı da, çekmiyordu. İki gündür abilerinden hiçbiri aramıyordu. Oysa her gün biri olmazsa öbürü arar, büyük yeğen Mehmet’in aldığı Büyük Proje’den bahseder, gelmesi için dil dökerlerdi.
Büyük abisi çok emindi, insanın ayağına kırk yılda bir gelirdi böyle fırsatlar. Üstelik, Mehmet bu işten alnının akıyla çıkarsa, bir daha kimse onun sırtını yere getiremez, yürür giderlerdi.
“Bu iş bitince vallah billah biz de, sen de rahat ederiz. Mehmet’in bu kez hepimize ihtiyacı var. Şantiye büyük, güvenecek adam gerek, insanın en yakını gibisi var mı? Sen orda işçi olmayacaksın ki… Bu sefer farklı, işlerin başında duracaksın. Ama bak, öyle karını çocuklarını bahane edip üç ay sonra kaçmak yok. Ona göre… Onları da alırsın, o tarafını düşünme bulunur çaresi. Sen çocuklarının ikballerini düşün artık, inat etme.”
Kara Ali onları dinliyor dinliyor ama “tamam geliyoruz” diyemiyordu. En son iki gün önceydi, yine büyük abisi aramıştı. “Babam oraları sana emanet etti ama biz kardeşiz oğlum, sen de bize emanetsin. Sen söylemesen de, görüyorum var senin de sıkıntıların. Elin işine gel demiyorum ya, kendi işin sayılır. Hele senin yapamayacağın iş olsa sana ihtiyacımız olmasa bu kadar gel, der miyim? İster miyim kardeşim kötü olsun, dert sahibi olsun. İşler bitince illa döneceğim dersen yolun açık, elbet dönersin. Tamam, babaya sözün söz, valla arkandayım.” demişti.
Buna rağmen o gün “Tamam” diyememiş, Zerre’yi ve çocukların okulunu öne sürerek, neyin zamanını kazandığını kendi de bilmeyerek geçiştirmişti. Oysa, şu ucunu sivrilttiği çubuk etine saplandığında nasıl kanatacaksa öyle saplanıp kanatmıştı meselenin açıklığı. Toprağından olamazdı. Göze alamayacağı tek şey buydu artık. Bu nedenle abisine “tamam” diyecekti ama ne olmuştu da aramaz olmuşlardı?
İçine kurt düştü. “Yoksa benden vaz mı geçtiler? O zaman hepten onlara sığınmış olacağım. Biz sana dedik derler, ne satmaya yanaştın, ne gelmeye, burnunuz dikine gidip aileni de mahvettin. Derler mi derler vallahi… Bu ne kara talihtir böyle. Boşuna Kara Ali dememişler bana. Nenem olacak kocakarı, anam öldüğünde ‘Ali’m, Ali’m! Kara talihlim’ diye dövünüp durmuştu. Adım çıktı Kara talihli Ali’ye. Hakikatten anamla mı gitti talihim? Doğru mu söylemişti kocakarı?”
Kara Ali’yi daldığı düşüncelerden irkilten telefonun sesi oldu. Şaşkınlıkla düşürüverdi telefonu. Bu sefer arayan, meşhur Büyük Proje’nin sahibi, kurtarıcı gibi ortaya çıkan Mehmet’ti. “Hadi bakalım, belki o kadar da kara değildir talihim!” diyerek açtı telefonu.
Mehmet sözünü hiç uzatmadı. Ne hâl hatır sormaya yeltendi, ne amcasını konuşturdu. “Amca, senin yapacağın tek iş biletleri almak. Ben her şeyi hallettim, sen merak etme. Çocukların gidecekleri okulları, kalacağınız evi, hepsini ayarladım. Öyle yanınıza kıymetsiz şeyleri de yük etmeyin, eşya sorunu yok. Bana sadece geleceğin günü bildir, sizi karşılayalım. Tamam mı?”
Kara Ali bu kadarını beklemiyordu. Bu iyiydi ama neden göğsünde bir yumru soluğunu kesmişti? Zorlandı. “Tamam yeğenim. Çok zahmet etmişsin, sağ ol. Yalnız bir emanetçi bulmam şart. Buraları birine bırakmadan olmaz. Bana iki gün ver yeter.”
Mehmet emanetçi için bir şey demek istedi vazgeçti. Bu amcasına ait bir karardı.
“Peki amca, dediğin gibi olsun. Sözüne güveniyorum.”
“Tamam, tamam. Geleceğiz iki gün sonra… Ararım.”
Telefonu kapattı. Her şey sona ermişti işte. Buradan dönüş yoktu. İhtiyar çamın heybetli gövdesine yasladı sırtını, eli ayağı boşalmıştı. Bir süre sonra gözünü açıp yaslandığı çamın uzayıp giden gövdesine dikti gözlerini. Sanki deminden beri burada oturduğunun yeni farkındaydı. Kararından dolayı bu ulu, ihtiyar ağaç onu kınıyor muydu?
“Duydun dimi?” dedi çama. Kasketini çıkarıp saçlarını avuçladı. “Duydun ya, duydun…”
O andan itibaren kulağına Tekkenin zeytinliğindeki ağaçların birbirine “Duydun mu Kara Ali gidiyormuş” deyişleri geldi.
“Duydun mu gidiyor…” “Giden döner mi?” “Gidiyor…”
Kara Ali’nin az emeği yoktu burada. Şirinköy’ün ağaçlar bakımından en kadim, en güzel, en verimli yeri Tekkenin Zeytinliği idi. Buranın ağaçları gibisini başka yerlerde ne duymuş, ne görmüşlüğü vardı.
Derdini yandığı, bakıp utandığı bu ihtiyar, koca çamın yaşı rivayete göre en az dört yüzdü. Buradaki kimi zeytin ağaçlarının çoğu ya bu çamdan da büyük ya da onun yaşındaydı.
Birkaç yıl önce, bu olursa çamın tepesine yıldırım düşmüş, Kara Ali ağacın yandığını görmesiyle kendini dışarı atmıştı. O varana değin sicim gibi boşalan yağmur kurtarmıştı ağacı yoksa ne kendisi kurtarabilirdi ne itfaiye vaktinde yetişebilirdi. Ama hala yarıya yakını kuruydu ağacın. Kaç yıl geçmesine rağmen canlanmamıştı tepesi.
Köylülerden kimi “Tekkeye zarar verir, keselim bunu” dediğinde Kara Ali onları durdurmuş, soluğu arkadaşı Sinan’ın yanında almıştı. “Kurban olam kardeşim, bulursan bir yolunu sen bulursun… Hiç kesilir, kıyılır mı kaç yüzyıllık ağaca?” demiş, devletten koruma kararı çıkarmak için uğraşıp durmuşlardı. Evrağı, pulu, mahkemesi, bilirkişi derken iş uzadıkça uzamış, hala bir karar çıkarmamışlardı ama köylü de artık kesmekten söz etmez olmuştu.
Zeytinliğin ortasında tek başına duran bu devasa çamı üç adam dahi kucaklayamaz, aşağıdan bakan tepesini göremezdi. Öte yamaçlar çamla doluydu ama hiçbiri onun heybetiyle yarışamazdı. Kara Ali, diğer zeytin ağaçlarının buradaki en kadim zeytin ağaçlarından doğduğuna inandığı gibi, öte yamaçlardaki tüm çamların anasının da o olduğuna inanırdı. Hatta boyunun böyle uzun, başının böyle göklerde olmasını zeytinliğe gözcülük etmesinden ziyade, uzaktaki çocuklarına olan hasretine, onları gözetlemesine yarardı. Yıkık tekkenin ne serili postu, ne dervişi kalmıştı, hepsi gitmiş ağaçları kalmıştı. Belki hepsinden önce varlardı. Pek inanmazdı Kara Ali onların insanlarca dikildiğine.
Mırıltıya benzer bir sesle “Ya yine seni kesmeye kalkarlarsa?” dedi, “Tekkenin zeytinliği sen olmadan olur mu?”
Kara Ali, ağaçların “duydun mu” fısıltılarını kulaklarından atıp “yemin olsun döneceğim” dedi. Kendinden emin gür bir sesle yineledi, “Hepiniz bilin, Kara Ali gidecek ama dönecek!”
***
Şimdi işin diğer zor kısmı kalmıştı. Fazla oyalanmadan gidip olanı biteni babaya anlatmalı, iyi bir emanetçi bulmalıydı. Elindeki çubuğu zeytin ağaçlarından birine yasladı, çırparken kullanılır diye. Kasketini düzeltip başına geri geçirdi. Üstüne şöyle bir çeki düzen verdi ki, babasının karşısına derbeder çıkmaya.
Uzun çevik bacakları bir çırpıda mezarlığın kapısına götürdü onu. Mezarın başında sırtından soğuk terler boşaldı. Mezarı şöyle bir temizleyip su döktü. Kalan bir parça sudan yüzüne çaldı. Duasını okudu. Kasketini elinde evirip çevirdi. Fakat yolda gelirken düşündüğü sözler bir türlü dilinden dökülmüyordu. Söyleyebildiği, aklına gelen tüm duaları tekrar tekrar okuyordu. En sonunda söylemeyi planladığı tüm sözleri bir yana koyup, ilk aklına gelenleri söyledi.
“Görüyorsun halimizi baba. Bankalar bir yandan, abimgiller bir yandan sıkıştırıyor.” dedi sıkılarak. Utansa da, dürüst olma gereğiyle, “O değil, zaten ödeyemezsem bugün olmadı yarın haciz gelecektir. Şirinköy’de olup elin toprağında mı çalışayım? Şirinköy’den gayrı yerde nasıl yaşarım? Hepsini geçtim, ahirette senin yüzüne nasıl bakarım? Bunları düşünmüyor muyum sanıyorsun? Verdiğim sözü hiç unutmadım…”
Kederli derin bir iç çekti. Babasından bir ses geldiği yoktu ama onun kapkara gözlerini üzerinde hissetti. Sözlerini tamamlama fırsatı bulamayacağı hissiyle telaşlı, hızlı hızlı konuştu.
“Abimgiller Mehmet’in aldığı Büyük Proje’ye çok güveniyor. Bu işten iyi kazanacağımızı söylüyorlar. Abime inanıyorum baba. Kazanıyorlar da, epey mal-mülk yaptılar orada. Hiç yüzüne bakmıyorlar buradaki bağın, zeytinliğin. Ben yine de onların haklarını elimden geldiğince gönderiyorum. Fakat olmuyor baba. Çok, çok borç birikti, kapanmıyor. Abim bilmiyor bu kadarını. Yoksa biliyorum ‘sat’ der. Ben de işte bir umut borçları öderim. Belki biraz da olsa hani birikim yaparım diyorum, gidersem… Bu sefer Zerre ve çocukları da yanımda götüreceğim. Nerden baksan üç yıl, yoksa götürmezdim. Ama vallahi döneceğiz baba. Hele Zerre’yi görsen hiç razı değil gitmeye. İkimiz de çaresiz kalmasak gider miyiz? Ben böyle olsun ister miyim? Nasıl çalışıp çabaladığımızı Allah biliyor… Bir gün olsun tembellik etmedim. Hep çalıştım. Ben daha iyi olacak deyi gözlerken…”
Kara Ali’nin duyguları artık isyan noktasındaydı. Düzenden, bankaların imansızlığından, mazotun pahalılığından, vergilerin ağırlığından, devletin çiftçiyi yeteri desteklemediğinden, zamlardan ve daha aklına hücum eden nice şeyden bahsedecekti ki, bütün şikayetlerini yuttu. Gücenmiş, kızmış babasına bunları sayıp dökecekti de ne olacaktı! Bunları anlatırsa bağışlanacak mıydı, bunu mu umuyordu? Boşuna…
Babasının dizinin dibine çöker gibi mezarının ucuna çöktü. Kendini toparlayıp, sakin, durgun bir sesle, usul usul konuştu. “Diyeceğim o ki baba, çaresizim, korkuyorum… Sen olsan yine böyle mi olurdu bilmiyorum. Ama artık bundan sonrasına bakmak gerek. Hani diyorum, güvenebileceğimiz birini bulsak, biz gelene değin sahip çıksa buralara daha iyi olmaz mı? Hiç öyle birine emanet etmeden gidilir mi… Yokluğumuzu fırsat bilenlere gün doğar sonra…”
Bu son söylediğinden pişman olmuştu ama iş işten geçmişti.
“Senin de bildiğin, güvendiğin biri olsun istiyorum. Hem benim de başka türlü içim rahat etmez. En azından sana olan hürmetinden emin olayım, o zaman sözünü yemez. Biz gelene ocağımıza göz kulak olsun, varsın bahçeyi kendine eksin ama viran olmasın… Zeytinliklerin hepsi olmaz biliyorum. Zahmeti de masrafı da çok ya, Tekkeninkileri toplatmak gerek. Oranın zeytini çok değerli.
Tabii asıl mühimi emanetin ağırlığını bilen biri olması… Varsın işler de kalsın… yeter ki daha fazla sana karşı mahcup, yalancı çıkmayayım.”
Sustu, babasının ‘olur’unu almak umuduyla onun kıymet verdiklerini düşündü. Ama çoğu ya ölmüş, ya elden ayaktan düşmüştü. Sonra aklına caminin imamı geldi. Babasından küçüktü ama araları iyiydi üstelik imam da babasını pek rahmetle anardı.
“Ne dersin baba, imama emanet edeyim mi?” Çömeldiği yerden kalktı. Babasını mı yoksa kendini mi ikna etmeye çalışıyordu belli değildi.
“Senin arkandan çok dualar okudu. Hala da adın her geçtiğinde “Ne mübarek adamdı baban” der. Onunla hiç kavga ettiğinizi görmedim. Sana bir kötü sözünü de duymadım. Emanetin kıymetini bilecek hayırlı bir Müslüman varsa, kanımca odur.” derken son sözünü nerdeyse imamın lafzıyla söyledi.
Kara Ali onu biraz daha övdükten sonra, “Ama işte… olur mu ki… bilemedim şimdi… Bir iş çetrefilleşti mi imam efendi ‘benim camide işim var’ deyip gider, bekle ki namazı, niyazı bitsin. Dahası da var. Şefik bey ona ne yaptıysa artık, işin içinde o varsa imam efendinin terazisi bozuluyor. Geçen Ali Osman’ı oyuna getirmiş Şefik Bey. Anlatılanlara bakılırsa, haklı olan Ali Osman. Kahvede dert yanıyordu. İmam efendi de hazır oradayken, ‘Sen ne diyorsun bu işe?’ dedi. Ne dese beğenirsin! ‘Unutmayın ki, Şefik Bey Şirinköy’e hizmet ediyor. Herkesin arada kusurları olur. Sana gelince Ali Osman, ne yapalım senin imtihanın da böyleymiş. Allah’ın bildiği bir iş var ki, başına bu gelmiş. İnsan kaderini yaşar, sakın olan isyan etme.” dedi.
Şaştık kaldık. Ali Osman’ın isyan ettiği yoktu ama ne yani, hakkını da mı aramasın?
Yok yok… İmam efendi iyidir de, biri kalkıp toprağımıza çökse -hele bu Şefik bey olursa diyecekti, vazgeçti- ben de o acıyla imama kötü söz söylesem, ne de olsa din adamıdır, durduk yere hem günaha gireceğim, hem işler sarpa saracak…”
Bir an kulağına imam efendinin edebileceği sözler geldi. O titrek, tiz sesiyle, “Dünya malına bu kadar tamah etmek nedir? Kapımı çalan sendin, şimdi bana mı hıncın? Toprak zati Allah’ındır. Senin dahi sahibin o’dur. Bunları bilemeyecek kadar zındık, cahil misin de kalkmış hesap soruyorsun?” diyordu.
Kara Ali irkildi. “Yok, yok, olmaz! Hem onun mevlitlere gitmekten, ibadet etmekten fırsatı kalmaz ki… Kalsa da, ayıp şimdi imam efendiyi ahiret işlerinden alıkoymak…” dedi.
Kim var, kim yok diye yeniden düşünmeye başladı. Kasketini çıkarıp şöyle bir karıştırdı kumral saçlarını, oradan dökülüverecekmiş gibi insan suretleri. Kimini daha baştan elemişti elemesine, bu kez de elemedikleri arasında imam efendiye benzer kusurlar görüyordu. Uzayan bu sessizlikte babası, Şükrü amcasını hatırlatmış gibi sessizliğini bozup, “Yok, yok!” dedi.
“Şükrü amcam da olmaz. Niye dersen… Üzüleceksin şimdi. İnsanlar çok değiştiler, bildiğin gibi değil. Şükrü amcalarla geçen yıl, küçük Göl’deki bahçe yüzünden kavga ettik. O taraflara otel yapılıyor. Kendi toprağını da oraya katmak istiyor ama arada bizimkiler var. Bu da onun işini bozuyor. ‘Eee, ben de haklıyım. Bu kadar verimli toprağın ne diye satayım? Ne toprağımı satarım ne de buradan geçmenize müsaadem var.’ deyince, çok sinirlendi, Şefik beyle bir olup üstüme geldiler. Öyle işte…”
Kara Ali babasını üzmemek için dahasını demedi. Olay çok büyümüş, karakola, oradan mahkemeye çıkmışlardı. Alı Osman’ın karısıyla Zerre olanlara tanıklık etmese, makinaların önüne geçmeseydi bahçenin yarısı kullanılmaz hale gelecekti. O gün bugündür konuşmuyorlardı.
Aklına Zerre’nin dayı oğlu Hasan geldi. Pek mert, çalışkan bulurdu onu. “Ama…” dedi yine, “Hasan sattı zeytinliğini, Küçük Göl’deki şantiyede çalışıyor. Doğruysa eğer otelden hisse almış. Hadi diyelim beni kırmamak için kabul etti. Adam nasıl yapsın inşaatta çalışırken? Ona üründen hisse vereyim desem, yetmez ki derdine. Zaten ‘gel sen de sat gitsin hepsini’ diyor. Kötülüğünden demiyor, biliyorum da… Aramız bozulmasın şimdi.”
Zerre’nin Hasan’a düşkün olduğunu söylemedi. Asıl derdi Zerre’yle bu nedenle arasının tatsızlaşmasıydı.
“İnsan var, var da kimi benim gibi biçare işte… Ancak yetişiyorlar dertlerine, köstek değil, destek olacak biri gerek. Yalnız güvenle de olmaz, hakkımı kendi hakkı gibi gözetmeli. Pabuç bırakmasın Şefik beylere… Boynum sana karşı zaten eğri daha da eğilmesin…” derken yüzü aydınlandı Kara Ali’nin. Aklına öyle biri geldi ki, eliyle dizine vurdu, “Nasıl düşünmedim?”
“Ya, insan gözünün önündekini en son görürmüş derlerdi, vallahi doğruymuş. Buldum bu kez. Dinle, sen de hak vereceksin. Mustafa amcayı diyorum, Gök Mustafa. Sen onu seversin. ‘Adamı öldürseler ne yalan-dolan bilir, ne hıyanet’ demiyor muydun? Gök Mustafa amca ihtiyarladı elbet kendisi bakamaz. Ama oğlu var. Ortancasını diyorum. Hani ben yarlarda olan Sinan’ı.
“’Bir kızım olaydı verirdim. Çok çalışkan, saygılı, yaman bir delikanlı, aynı babası’ diyordun… Ziraatı bırakınca ikiniz de kızmıştınız. Öyle bitirmişti okulu.
“Sinan var tabi ya, hay Allah… Birisine söz verdi mi, geriye dönüp bakma artık. Hiç aksini görmedim. Namuslu, dürüst, hakkaniyetli, yılmaz. Evlendi ya… evlenmez olur mu, o da evlendi. Bir kızı var, bıcır bıcır. Kim bilir belki bir gün böyle hısım oluruz…”
Pek keyiflenmişti Kara Ali, babasıyla mutabık bir emanetçi bulmaktan. Üstelik Gök Mustafa’nınkiler de Tekkenin zeytinliğinin içindeydi.
“Hiç zorlanmazlar. Hem Sinan işin ilmini de biliyor. Ona kalsa bütün Tekkenin Zeytinliğini birleştirmek lazım, daha az masraf olurmuş. Doğru söylüyor da kooperatif kurmak için önce burada bir zeytin toplama işleme merkezi olmalı… Zeytinyağı fabrikası da olsa. Bak o zaman Şirinköy’de kimse satar mı zeytinliğini?”
Güldü Kara Ali “Zerre de sevinecek buna” diye geçirdi aklından. Sinan’ı da karısını da pek severdi Zerre.
“Mustafa amcaya da tembihlerim. Bana hayır demeye gönlü razı olmaz. O istemez ya, zeytinliğin giderlerinden kalanı da teklif ederim. Biliyorum ikisi de kabul etmez. Mustafa amca hele pek kızar, ‘zati borç-harç yüzünden gidiyorsun, günahtır’ der. Ben yine de ısrar ederim.
“Birinin derdi olmaya görsün, Sinan bu, yapabileceği bir şey varsa yapar. Büyük-küçük olsun herkesi sever, sayar, işlerine koşar. Ya şu Şirinköy’ü Sinan gibi düşünen var mı hele. Burada Şefik beyin karşısına çıkıp dobra dobra konuşan tek insan. Karadır gözü, haksızlığa hiç gelemez.”
Sustu Kara Ali yıldırım hızıyla kafasından geçen düşünceler, coşkulu heyecanını gölgeledi. Yüzü düştü, omuzları çöktü birden. Bulduğu en iyi çözümü an’da kaybetmek öyle ağır geldi ki, dizlerinde derman bulamayıp mezarın kenarına bıraktı kendini.
“O da solcu olmayaydı…” dedi kederindeki gizi açığa vurarak. “Ben yokken onu terörist diye içeri atsalar, ucu bana dokunur. Kime ne anlatacaksın. Hele Şefik Bey, dünden hazır hepimizi hain ilan etmeye… İşine gelmeyen her şeyde ‘Sinan’ın aklıyla karşıma çıkmayın’ demiyor mu? Kendi yaptıklarına bakmaz, her taşın altında Sinan’ı arar. Tabi kuyruk acısı büyük. Tekkenin Zeytinliğindeydi gözü, hepimizi aklı sıra uyutacaktı. Sinan deşince meseleyi, düştü gözden. Ama n’oldu… Çapanoğlunda düzen biter mi? Bir de vekil olup çıktı başımıza. Ondan sonra zaten, ne yaptı etti, o kadar itirazı boşa çıkardı. Karayazı’a ocak açtırdı. Onun yüzünden Karayazı’daki zeytinlikler mahvoldu. Yoksa Hasan satar mıydı zeytinliğini! Yahu Şirinköy’ün dibine ocak açtırmak ne? Olacak iş mi… Ta nerelerden mühendisler geldi ‘bunun yarardan çok zararı olur’ dediler, dinletemediler. Haklılık kar etmiyor ki…”
Kara Ali babasıyla konuşmayı çoktan bırakmış, nerdeyse unutmuştu mezarlıkta bir başına olduğunu. Karşısında Sinan varmış gibi kâh ona kızıyor, kâh vicdanı arasında bocalıyordu.
“Ah be kardeşim, ah be… Ne olacak şimdi? Ne var bu kadar hükümetin adamlarıyla dikleşecek. Her şeyin doğrusunu da demeyiversen olmuyor muydu? Bak olan sana oluyor. Günlükçülerin hakkını savundun diye kardeşin bile sana gönül koymadı mı? Düşün ki, el daha neler demez, neler yapmaz.
“Ya Küçük Göl’e inşaat yapıyorlarsa sana ne? Senin arazin bile yok orda. Şirket senden biliyor toprağını satmaya yanaşmayanları. Baksana Şükrü amcam düşman oldu bana. Şefik beyin kuyruğundan ayrılmıyor. Şimdi bir de her şeyi sana emanet ettiğimi duysalar, senin de, benim de başıma ne işler açarlar. Korkusu kalmamış bunların.
“Kendine acımıyorsun küçük kızına acı. Yoksa ben senden daha güvenilir has kimi bulabilirim. Kızdığıma bakma, iyiliğin için diyorum.
“Yahu, sana kaç kez dedim, bari git vekil ol, bizim de bir adamımız olsun. Sen ne biçim adamsın, anlamadım ki… ona da itiraz ettim. Tövbe tövbe… “Ahırım daha temiz” dedin. Kötü mü diyorum. Senin gibiler olsa belki işler bu raddeye gelmez.”
Kara Ali bu tartışmaları Sinan’la o kadar yapmıştı ki, onun neler söyleyeceğini biliyor, kafasının içindeki Sinan’ın itirazlarını bastırmak isteyip bastıramadıkça da sinirleniyordu.
“Düzen de düzen… Tamam anladık, düzen kapitalist, hak da hukuk da onların… Her şeyin sahibi onlar. Para da onlarda, güç de… Anladık. Ama nasıl olacak bu iş kardeşim? O yol olmuyor, bu yol olmuyor…
“Ya allasen, devrim devrim diye tutturma şimdi… biz daha birlik olmayı beceremiyoruz. Hadi biz dediğim gibi küçük mülkiyetçiyiz de, şehre gittiğimde gördüm işçileri. Onların arasında bile birlik yok. Eyleme çıkmıyorlar da n’oluyor, polisin gazı-copu ortalığı toz duman ediyor. Slogan at dur, ne fayda… Aynı biz… Biz burada polise-jandarmaya söz geçirebiliyor muyuz? Emir böyleymiş. Ula o emirler niye hep bize karşı? Bize gelince yasa, yasa oluyor da Şefik’e gelince niye olmuyor? Bizim isteğimiz suç oluyor da, niye onunkiler hizmet? Benim verdiğim vergiden, bankaya ödediğim faizden üç-dört ben daha çıkar. Haram zıkkım olsun. O Şefik’in aylığı bile bizden çıkıyor, daha doymuyor. Bizi bu hale getirmeleri için üstüne para ödüyoruz resmen ya…”
Kara Ali kulağında Sinan’ın gülen sesini duydu; “Gördün mü” diyordu, “sen de biliyorsun bu iş yama vurmakla olmaz. Çamurlu suda paklanamazsın.”
Etrafına bakıp Sinan’ı aradı, kimse yoktu. Uzaktan, Şirinköy’ün camisinden imamın tiz sesi geliyordu. İkindiyi okuyordu. Ümitleri kırılmış, çaresiz hissetti kendini.
“Olmadı be baba… Çıkamadım işin içinden. Meğerse halimiz çoktan harap olmuş.” Diyecek başka bir şey bulamadı. Öylece sıralı mezarlara baktı. Çocukken kaybettiği anası, öte yanda dedesi, ninesi, büyük amcası… Ölüm sırasına göre dizilmişlerdi. Her birinin toprağını temizleyip su döktü, ruhları için dualar okudu.
Aklı karmakarışık mezarlıktan çıktı. Biraz yürüdükten sonra tepedeki Mürsel beyin birkaç yıl önce yaptırdığı büyük konağı gördü. Kafasının içindeki karmaşadan kaçarcasına “Konak da ne konak oldu ha,” dedi, “her yer ayağının altında. Mürsel bey büyük olan her şeyi ne çok seviyor…”
Düşüncesini ispatlarcasına, “Eski camiinin yerine büyük camiiyi yaptıran da o. Kimileri ne gereği var, eskisi bize yetiyor dese de, bir bildiği var demek ki. Mezarlığa da anıt gibi hayratlar yaptırdı. Parası var adamın. Kim derdi Mürsel bey bir gün gelecek böyle zengin olacak. Eskiden defterdarlıkta baş muhasebeciydi. O zaman da kötü değildi durumu ama şimdi başka…
“Adamın aklı zehir gibi, yoksa maliye işinden başkente danışmanlığa atanır mıydı? O da yaşlandı, başkentten çok burada yaşıyor. Acep bıraktı mı danışmanlığı?”
Yolda dalgın, kendi kendine Mürsel beyin zenginliğini hesap ederken yürürken nerdeyse jipin altında kalacaktı. Arabayı hemen tanıdı, Mürsel beyinkiydi. Duruma pek sinirlense de “Ya kardeşim, hadi ben körüm, sen benim arkamdan geliyorsun. Oldu mu şimdi?” demekle yetindi.
Şoför durup arabadan çıktığına göre, Mürsel Bey siyah camların arkasındaydı. Tam da düşündüğü gibi oldu, arabadaydı Mürsel Bey, hem de yanına çağırıyordu. Gitmemek olmazdı.
“Nasılsın Ali? Gel, çekinme. Kusur bizim. Gideceğin yere götürsün şoför.”
Kekeledi, ne diyeceğini bilemedi. “Sağ olun Mürsel Bey. Üstüm başım hiç uygun değil. Ben rahatsızlık vermeyim.”
“Estağfurullah oğlum. Bin, bin!”
Nasıl oturacağını, ellerini nereye koyacağını şaşırdı. Daha önce de Mürsel beyin böyle karşısında oturmuştu ama o zaman toz toprağa bulanık değildi. Bir sıkıntıyı konuşmak istemiş, Mürsel Bey de onu konağa çağırmıştı. Gördüğünde hayran kaldığı bahçede oturmuşlar, karşılıklı kahve içmişlerdi. Mürsel Bey yine böyle pek kibar, ilgili davranmıştı.
“Nerden böyle? Mezarlıktan mı?”
“Evet. Babamı ziyaret edeyim, dua okuyayım dedim.”
“Aferin, aferin! İnsan ölmüşlerinden duasını sakınmamalı. Bir gün hepimizin gideceği yer orası işte. Ne oldu, hayırdır? Pek durgun, sıkıntılı görünüyorsun. Bir hastalığın, derdin yok ya?”
“Dert mi? Dert var elbette ama çözeceğim inşallah.”
“Bu yıl ekonomide biraz sıkıntılar var ama sıkmayın canınızı, düzelir bunlar. Bu ülke ne badireler atlattı, güvenin hükümetinize. Şükür her şeye rağmen çok işler başarıyorlar. Şirinköy’de kalkınıyor. Yeni iş sahaları açılıyor. Bu oteller bitsin, bak o zaman turizm de gelişecek.”
Mürsel Bey konuşuyor, Kara Ali susuyordu. “Demek konaktan bakınca böyle görünüyor Şirinköy” dedi içinden. Ayıp olmasın diye dinler gibi yapıyordu ama bir karşılıkta vermiyordu.
“Anlaşıldı, senin canın iyice sıkılmış. Derdini söylemeyen derman bulamaz. Söyle, belki yapabileceğimiz bir şey vardır. Çekinme.”
“Ne deyim, nasıl deyim bilemedim ki…”
“Bilemeyecek ne var?! Yapamayacağımız bir işse, zaten derim, kusura kalma, bu beni aşar… ölüm yok ya ucunda.”
“Şehre abimgillerin yanına gideceğiz bir müddet. Bir müddet dedimse işte birkaç yıl. Biriken borçları ancak böyle ödeme çaresi bulabildim. Sonra da döneceğiz. Kaldığımız yerden devam.”
“Yani?!”
“Bir emanetçi arıyorum. Biz gidince buralara göz kulak olsun.”
Az daha Şefik’e kaptırmasın diyecekti ki, tuttu kendini. Burada Şefik’in çekindiği tek kişi Mürsel beydi ama bir türlü anlayamıyordu. Mürsel bey gerçekten habersiz miydi Şefik’in yaptıklarından. Tekkenin Zeytinliği işinde Mürsel Bey kendilerinden yana olmuştu ama Şefik’i de vekil yaptıran Mürsel Bey olduğu söyleniyordu.
“Ne yaptın, buldun mu birini?”
“Yok Mürsel Bey, aklım hiçbirine yatmadı. Babam rahmetli buraları bana emanet edip gitti, satamam. Zaten ben de istemiyorum. Ama işte yokluğumda birileri de buraları sahipsiz sanmasın.”
“Dert ettiğin şeye bak! Sen izin vermeden kim ne yapabilir? Her şeyin bir kanunu var. Polisi, yargısı var. Ne olabilir, en kötü durumda, kötülük yapanı verirsin mahkemeye. Kimsenin ettiği kimsenin yanında kalmaz.”
“Öyle diyorsunuz da, iş mahkemeye kalmasın işte.” Mahkemeye düşmemiş adam böyle görüyor demek, diye geçirdi içinden Kara Ali. “Hayırlı olsun, küçük kızınız hakimlikte yükselmiş.” dedi konuyu değiştirip.
“Sağ ol, şükür. Devlete, millete hayırlı olsunlar, bir baba daha ne ister. Ee, ne yapacaksın peki? Yolculuk ne zaman?”
“İki gün sonra. O zamana kadar… İşte…” Kara Ali pazara çıkmış alacaklı gibi şöyle bir baktı Mürsel Beye. “Kabul eder mi ki acaba” diye geçirdi içinden.
“Hayırlısı ne ise o olur inşallah. Dert etme bu kadar.”
“Mürsel Bey? Size emanet etsem olmaz mı?”
“Nasıl? İlahi! Ben çiftçilikten ne anlarım, nasıl bakayım, olur mu hiç? Vardır senin yakın ahbapların, bulursun birini acele etme.”
“Mesele tanıdıklar eş dostlar değil Mürsel Bey. Sizin yeriniz herkesle bir mi? Adınız yeter. Kim sizi karşısına almak ister. Size bunun yükü olmaz ki, emrinizde o kadar çalışan var, arada kolaçan etseler de olur.”
“Bilemedim şimdi… Bunun vebali var. Düşüneyim. Belki birini görevlendiririz. Ama bak, söz vermiyorum. Sen yine hesabına uygun birini ara tara, mutlaka çıkar.”
“Bu saatten sonra çıkmaz Mürsel Bey. Yalnız… Sonunda söylemeye karar verdi… Şükrü amcamla Şefik beye hiç güvenmiyorum. Zaten onlar da çekinirlerse bir sizden çekinirler.”
“Böyle mi diyorsun… Bak şimdi… nasıl olur acaba?”
“Düşünün elbet. Kim bilir belki de karşılamamız tesadüf değil de, Allah’ın bir hayrıdır.”
“Tabi olabilir. Ama işte…” Mürsel Beyin sözünü şoförü kesti. Şirinköy’ün meydanına gelmişlerdi, buradan nereye gideceğini soruyordu.
“Dahasına gerek yok kardeşim, ben burada ineyim.” dedi Kara Ali. Şoför Mürsel beye bakıp yanıt bekledi.
“İyi tamam Ali öyle diyorsa… Ama bak Ali kardeşim şimdilik kimseye bir şey söyleme, bir düşünelim… Sen de düşün.”
İki gün sonra eşyalar toplanmış yola çıkmışlardı. Ama Zerre hala küstü Kara Ali’ye. “Mürsel beyden başkası mı kalmadı” diye kızıyordu.
Kara Ali kararını savunarak aynı şeyleri söylüyordu.
“Ya adamın oğlu başkomiser, kızı hâkim. Herkes karşısında el pençe. Mal-mülk desen var, elinin kolunun yetişmediği yer yok. Bizim malımıza mı tenezzül edecek. Bizim insanımız korkar böylelerinden. Şansımız varmış adam bizi yüzüstü bırakmadı, diyeceğine kızıyorsun. Sen bakma Sinan’a… İyi, has, mert ama dik kafalılıkta üstüne yok onun. Ona bıraksaydım hiç olmazdı. Tamam, kapandı gitti konu… Yeter.”
II.Bölüm
Kara Ali’nin artık gerçeklerden kurtulamayacağı saat işliyordu. Örtülerin çekildiği o ilk dakikada Kara Ali’nin yüreği korku ve panikle dolmuş, adeta deliye dönmüştü. Gözü bir şey görmez halde şantiyeden çıkarken, bekçi arkasından bağırıyordu. “Ali Bey nereye, bugün nakliye kamyonları gelecek, ne yapalım?”
Bekçi ne olduğundan habersiz, o sokakta yitip gidene kadar seslendi bu hiç de normal değildi. Bir buçuk yıldır bir gün olsun Ali Bey’i böyle selamsız, habersiz, hem de malzemelerin geleceği saatte çekip giderken görmemişti. Telefonla şansını denedi. Yok. Ardından iki nolu şantiye sorumlularından Rıza Beyi aradı. Ne de olsa Ali Bey’in abisiydi. Durumu ve gözlemini çar çabuk aktardı.
Rıza Bey telaşla bir nolu şantiye alanına doğru giderken, telefonla kardeşine ulaşmaya çalıştı. Nafile! “Acep çocuklara bir şey mi oldu” diyerek Zerre’yi aradı. Yok, herkes iyiydi. Çaresiz oğlu Mehmet’i aradı. Belki onun verdiği bir göreve gitmişti Ali.
Mehmet Bey bu kısa bilgiyi hiç hayra yormadı. Şehir dışına gidiyordu. Aracı otoyolun kenarına çekip o da önce amcası Kara Ali’yi, sonra Zerre’yi aradı; “amcam eve gelir gelmez beni arayın. Acil ona ulaşmam lazım.” dedi. Öyle ya, Kara Ali başka nereye gidecekti… Şirinköy’e dönecek olsa bile karısına muhakkak uğrardı. Ama bu adama ne olmuştu da işleri yüzüstü bırakıp gitmişti? En iyisi dönmek, deyip yolculuğu yarıda kesti. Hislerin onu pek yanıltmazdı. Kesin bir şey vardı. Şirinköy’e dönmeye karar vermişse onu mutlaka yakalamalıydı. Fakat birdenbire nasıl olur, ne öğrenmiş olabilirdi ki…
Bir saat bile geçmeden babası Rıza geri aradı. Bu sefer haberler daha kötüydü. Birinci şantiyede isyan çıkmıştı ve Ali hala ortalıkta yoktu. “Geçen sefer Ali durdurmuştu. Bari sen çabuk buraya gel” dedi Rıza Bey çaresizce.
“Allah kahretsin! Tamam, geliyorum zaten. Yolda kaza olmuş ona takıldım. Sen diğer şantiye sorumlularını, müdürleri de ara, herkes orada olsun. Polisle ben konuşurum siz sadece işçileri sakin tutmaya çalışın.” diyen Mehmet telefon kapandıktan sonra Kara Ali’ye seslenmeye başladı. Lanet olsun bu adamın yapacağı işe… Yüzüstü bıraktı bizi yine. Neredesin be adam? Karısı da kendisi gibi, hala aramadı. Yoksa… yoksa ortalığı sen mi karıştırdın amca?”
Mehmet’in kafasında kırk tane düşünce aynı anda dolanıyordu. Az öncesine kadar amcasının gerçekleri nerden, kimden öğrendiğini, hepsinden önemlisi işin ne kadarını bilip bilmediğini kafasında tartarken, nasıl bir tavır takınacağını planlarken, şimdi amcasının bu isyandaki parmağının ne olduğunu düşünüyordu.
Yoksa her şeyi daha önceden öğrenmişti de kendisinden intikam almak için susmuş, işçileri mi körüklemişti? Sonra da Şirinköy’e gidip… Yok! Onun kafası bu kadar planlı işlere çalışmaz. Başka bir şey var altında.
Mehmet zamandan kazanmak için alternatif yollar ararken, telefonla her şeyi an an öğrenmeye çalışıyordu. İşçiler kamyonları şantiyeye almamış, yolu da trafiğe kapatmışlardı. Polis şeflerine ise müdahale için kendisin beklemelerini söylüyordu. Ama Ali’yi bir türlü aklından çıkaramıyordu.
“O kadar söyledim, amca dedim sendika gelirse bu proje bitmez. Zaten demirin tonu olmuş kaç para… İşçiye yumuşak davranma, senden korksunlar… Gidiyorsun amele gibi çalışmaya kalkıyorsun, onlara da gün doğuyor, arkamızdan iş çeviriyorlar. İşi savsaklamalarına müsaade etmeyeceksin. Boş kalmasalar hiç sendikaya vakit bulabilirler mi? Yok ya… hata yaptım. Bu adamda patronluk kumaşı yok.”
Oysa Mehmet, Kara Ali daha önceki isyanı durdurduğunda onu tebrik etmiş, övgüler düzmüştü. Ama bir süre sonra Kara Ali yakınmaya başlamıştı. “Yeğen işçilere söz verdim, sorunlar çözülecek dedim. Şimdi bana düşman gibi bakıyorlar, yalancı diyorlar. Çok gücüme gidiyor. Hadi kendimi geçtim, kazalar da çok arttı. Üstelik mesaisini tam alamayanlar da varmış. Bana diyorsun, onları hiç yalnız bırakma, molalarda da tepelerinde ol. Gidiyorum… tamam ben ordayken sendika lafı hiç geçmiyor ama ne desem, ne anlatsam hep bir laf sokuyorlar. Onlara diyorum ben Şiriköy’ü anlatıyorum, siz de kendi memleketlerinizi anlatın, gülelim sohbet olur, hasretimizi gideririz… Yok, artık bir şey anlatmamı bile istemiyorlar. Alıyorlar, tabldotlarını çıkıyorlar. Ya, bana sen ne yüzsüz adammışsın dediler. Bir şey yap artık, onlara da yazık.”
Mehmet ise Kara Ali’nin bu yakınmalarına “Sana saygısızlık yapanları söyle, iş akdini feshedelim.” çözümünü öneriyordu.
Mehmet bu konuşmaları anımsadıkça onun isyanda parmağı olabileceği fikrine geri dönüyordu. “Aklı sıra isyandan önce şantiyeden gitti ki, kendini aklayacak. Göreceğiz bakalım amca bey…”
Zerre’yi yeniden aradı. Hayır. Yoktu. Ama Zerre’nin sesinde her zamankinden daha belirgin bir soğukluk hissetti. Yosa o da mı işin içindeydi…?
“Yenge, amcam hemen şantiyeye gitsin. O çıktıktan sonra orda isyan çıkmış. Ne yaptıysa gitsin düzeltsin. Unutmayın ki, hiçbir yerde, bu kazandığı parayı kazanamazdı. Şimdi beni yüzüstü mü bırakacak!?”
Zerre sakinliğini korudu. “Nerde bilmiyorum ki… hiç böyle yapmazdı… Hem kimseyi ateşe atmaz o.” deyip bitirdi konuşmayı.
Zerre, her şeyden ve herkesten daha fazla merak ediyordu Kara Ali’yi. Şimdiye çoktan evde olması gerekirdi. Alnından kaşlarına inen, üç siyah su damlasına benzer benleri iyice karardı. Evdeki beklenmedik misafirine döndü, “Acaba Sinan abi, Ali’yi buldu da…”
Tamamlayamadı sözlerini…
“Dur, Sinan’ı bir daha arayım. Ben de merak ettim şimdi. Hayır! Açmıyor!” dedi beklenmez misafir olan Sinan’ın karısı. Hapisten daha yeni çıkmışlardı ve aylarca yatmalarına sebep gizli tanığın kim olduğunu öğrendiğinde de yüzleşmeye gelmişlerdi. Aynı anda Belkıs Zerre’ye, Sinan da Kara Ali’yle görüşecekti. Ama şimdi Kara Ali’nin bu ani kayboluşuna Sinan’da eklenmişti.
“Sence Ali nereye kayboldu? Ben geldiğimde sen onu arayıp haber vermiş miydin? Ya da Sinan’ın onu görmeye gideceğini söylemiş olabilir misin? Lütfen bana doğruyu söyle…”
“Aşk olsun Belkıs. Seni görünce şaşkınlıktan, sevinçten Ali mi geldi aklıma! Hem herkes Kara Ali’yi arıyor, eve gelir deyi bekliyorlar dediğimde; sen ‘belki Sinan’la çıkmışlardır, ama sen bir şey söyleme, demedin mi? Birbirlerine kötü bir şey yapmış olmasınlar Belkıs?!”
“Yok canım, beni de telaşlandırma şimdi! Sinan onu bulsa bile, bir kabahati yokken ne yapabilir… Olsa bile ikimiz de Kara Ali’nin yanlıştan döneceğine inanıyoruz. O yüzden görüşmeye geldik.”
“Çocuklarımın üzerine yemin ediyorum Belkıs, size böyle bir kötülük yapmaz, yapmamıştır. Mutlaka bir karşılıklık olmuştur. Gelse bir… kendin sorar, anlarsın… Kara Ali işte… onun kurnazlığı da, varsa kötülüğü de en fazla kendinedir. Ama yo, gerçekten yemişse böyle bir halt, önce ben kırarım kafasını, çocukları da alır giderim… arkadaşlarını iftirayla hapse düşüren adamı neyleyim… Ay yok, imkân yok. Biliyorum ben, yapmaz…”
“Zerre canım, bence de yapmaz. Ama düşün, acaba tehdit edilmiş olamaz mı?”
“Tehdit! Kim? Ne için? Onun ne bir sırrı vardır ne de örtmeye çalıştığı kabahati.”
“Öyle değil… Hani belki biri, bizim aleyhimize gizli tanıklık yapmazsa, karına, çocuklarına şunu yaparız çekmiştir. O da korkmuştur… Şimdi bizim çıktığımızı da duyup saklanmış olamaz mı?”
“Sen ne diyorsun Belkıs? Anlattım ya… Sizin hapse düştüğünüzü öğrendiğinde Ali ne kadar üzüldü. Mustafa amcayı aradı, teselli etti. Demek Mustafa amca da sonra Ali’den bildiğinden açmadı telefonlarını… Vah Ali’m… Hiçbir şeyden haberi yok, niye kimseler benimle konuşmuyor diye dövünüp durdu.”
Zerre’nin anlattıkları doğru fakat eksikti. Sinan’ların hapse girdiğini duyunca Zerre’ye “Bak, kızıyordun bana, niye Sinan’a emanet etmedin, diye… Gördün mü?” demişti.
Zerre hatırladıklarıyla anlık bir şüpheye düştü. Kara Ali, yoksa daha baştan bir planın içinde miydi?
“Hayır, imkânı yok. Bu kadar kötülüğün içinde olamaz. Yanlışlık var. hele bi gelsin, siz konuşun, anlarsınız… açık eder zaten, beceremez böyle yalanları…”
Belkıs, Zerre’ye neyi ne kadar söylemesi gerektiğini düşündü. Bununla bile alt-üst olmuşken başka şeyler fazla mı gelirdi… Peki ama Sinan niye açmıyordu telefonu… O da kendi şüphe ve endişelerini bastırmaya çalıştı. Gür ve uzun kıvırcık saçlarını tepesinde topladı. Gamzeli yanaklarına bir tebessüm kondurup konuyu değiştirdi.
“Hayırlı olsun, bu daire sizin mi?” dedi.
“Yok… Mehmet’in dairelerinden biri ama kira almıyor sağ olsun. Zaten çoğu gitti azı kaldı… döneceğiz Şirinköy’e… Burada evi ne yapalım… Dönelim de Allah’ın izniyle… çok bunaldım Belkıs… ben alışmışım çalışmaya. Şirinköy’de zaman kalmıyordu dinlenmeye, burada duvarlar üstüme geliyor. Şimdi bahçede olsam neler neler ekmiştim… Ali diyor ki, döndüğümüzde artık bankalarla, şirketlerle ilişiğimizi keseriz… Hani turist gelecekmiş ya Şirinköy’e… Biz de diyor, turist pazarı kurarız, yaptıklarımızı kendimiz pazarda satarız. Turistler organik, yöresel şeylere pek rağbet ediyormuş… O kadar yapar, o kadar kazanır diyor…”
“Ne satacaksınız pazarda?”
“İşte bakacağız. Ben bahçeye ona göre şeyler ekerim. Benim reçellerimi herkes seviyor… öyle çeşit çeşit ekerim… Sonra el yapımı zeytin, zeytin yağı yaparız… Tekkenin Zeytinliğinden insanlar bir zeytin yesinler hele, bayılırlar. Buraya geldiğimizden beri marketlerden aldığımız hiçbir şeyin…”
“Dur, dur! İyi, güzel diyorsun da… Zerre’ciğim küçük Göl’deki bahçeyi niye sattınız o zaman?”
“Ne diyorsun Belkıs!? Ne satması!?”
“Nasıl? Kara Ali sana söylemeden mi sattı?”
“Ali mi satmış?! Kara Ali?! Hani benim kocam Ali mi satmış?! Ya sen ne diyorsun bacım, Kara Ali ölür, gene satmaz. Kime satmış, kim almış… Ya hatırlamıyor musun bahçe yüzünden amcasıyla bile mahkemelik oldu. Bu adam bir tek ağacı satmamak için kalkıp gurbete geldi. Belkıs gözünü seveyim ne diyorsun sen… geldiğinden beri hiç iyi haber vermedin… Bir buçuk yılda bu adam o kadar mı değişti… yapmayacağı işleri mi yapar oldu… Hele sen söyle bakayım kime satmış?”
“Kim mi? Mürsel beyin aldığı söyleniyor… Küçük Göl’deki otellerin tesisini oraya kurmuşlar…”
“Mürsel Bey mi? Ah Ali, ah! Seni kara yazılı, bahtsız! Biliyordum bu adamın onu oyuna getireceğini… Dedim… bu adama itimadım yok dedim… kesin bir çıkarı var ki sana iyi görünüyor dedim… Şefik, Mürsel’den korksa n’olur, o da Mürsel’in bir adamı değil mi, dedim… ilk aylar yüzüne gülse, telefonlarına çıksa, işlerini halletse de pek güvenme dedim… Bak bir yıldır seninle konuştuğu yok, sekreterinin iyi demesi beni işkillendiriyor dedim. Ama yok… Mürsel beyin mala mülke mi ihtiyacı var, dedi… koskoca Mürsel Bey, benimle telefonda sohbet edecek değil ya, dedi… Adam makam, mevki sahibi iye yalan söylesin, dedi… Al sana makam, mevki… al sana mal-mülk… Nasıl olmuş bu? Nasıl ikna etmiş Kara Ali’yi de almış orayı…”
Zerre dövünüp duruyordu… Belkıs onu sakinleştirmeye çalışıyor ama teselli edecek bir söz bulamıyordu. Demek hiçbirinden haberi yok, diye geçirdi içinden… Nasıl bunca şeyden haberi olmamıştı… Kesin Tekkenin Zeytinliğinin başına gelenleri de bilmiyordu. Bu kadarını da benden öğrenmesin, diye sustu Belkıs. Ortalıkta bir şeyler döndüğü kesindi. Kara Ali ortaya çıkınca anlaşılacaktı… Ya Kara Ali’nin de bunlardan haberi yoksa… Olabilir mi? Kendilerinin hapse düşmesi, Ali’nin bahçeyi satması neredeyse aynı zamanlara denk gelmiş gibiydi. Üstelik Ali sadece kendilerinin başına iş açmamıştı. Murtaza’nın karısı da ortalıkta Ali’yi suçluyordu, Tekkenin Zeytinliği içinde… Gerçekten Kara Ali bu kadar değişmiş miydi yoksa Kara Ali’nin üzerinden mi oynanmıştı oyunlar.
Sonunda Sinan, Belkıs’ı aramıştı. Zerre’yi dinlenmesi için bırakıp mutfağa gitti.
“Neredesin Sinan? Niye açmıyorsun telefonu?”
“Canım, niye geldim, ne işler oldu burada. Duymamışım. Sen hala Zerre’de misin? Ali de orda mı?
“Ali senin yanında yok mu? Görmedin yani… Evet, evdeyim ama… buraya hemen gelsen iyi olur. Sanırım her şey düşündüğümüzden daha karışık…”
“Peki canım, denerim. Burası da karışık. Ben şantiyenin kapısındaydım. Bekçi, Ali’nin gittiğini ama dönmesi gerektiğini söyleyince, bekledim. Sonra her şey çok hızlı gelişti. İşçiler eyleme başladı. Kamyonlar geldi, durdurdular, yolu kestiler… Sonra her zamanki gibi polisler geldi. Daha müdahale yok ama işçiler pek kızgınlar…”
“Ya sen durumu bilmiyor musun? Ne işin var eylemde. Zaten denetimli bırakıldık. Gözaltına alınma sakın…”
“Canım, eylem beni buldu, ben ne yapayım… ama dikkat ederim merak etme. Zerre, Ali’yi aradı mı? Biliyor mu geldiğimizi?”
“Ya gel konuşalım… Kimse Ali’ye ulaşamıyor, nerde olduğunu bilen de yok”
“Ne diyorsun bu duruma… Birileri haber uçurmuş olabilir mi?”
“Kapatıyorum ben, gel konuşuruz.”
Sinan’ın aradığı dakikalarda Mehmet Bey polis amirleriyle konuşuyordu. Bu sefer isyan daha büyüktü. Diğer şantiyelerdeki işçilerde katılmıştı. Bu haliyle bin kadar işçi eylemdeydi. Polis şefinin önerisi, işçileri sakinleştirecek birinin çıkıp konuşması, yolun trafiğe açılmasıydı. Şimdi bile bekliyorlarsa, Mehmet Bey gibi bir iş adamını zor duruma düşürmemek içindi. Ama Mehmet Bey şantiyede müdahale edilmesini istiyorsa, prosedürleri biliyordu, karar ona aitti.
Mehmet bey son kez durumu kafasında tarttı. İşçilerle kendisi konuşacaktı. Bir megafon alıp polislerin arasından seslendi.
“Arkadaşlar! Arkadaşlar ben Paşazade inşaatın sahibi Mehmet Boztepe’yim. Kim olduğumu biliyorsunuz. Aranızda birçok işçi arkadaş beni yıllardır tanır. Bende hiçbir işçinin hakkı kalmamıştır. Bundan sonra da kalmaz. Görüyorum çok kızgınsınız. Ne olduğunu inanın ben de bilmiyorum. Olayı duyar duymaz şehir dışından atlayıp geldim. Yolda polis arkadaşlarla görüştüm. Benim işçilerimin burnu kanasın istemiyorum, sakın müdahale etmeyin geliyorum dedim. Sağ olsunlar onlar da çok anlayışlı davrandılar.
“Arkadaşlar! Sizden tek ricam yolu açıp şantiyeye dönmeniz. Temsilcileriniz kimlerse söz veriyorum araya kimseyi sokmadan doğrudan ben görüşeceğim. İnanın bu raddeye niye gelindi bilmiyorum. Bana iletilen bir şey olsaydı, ben zaten çözerdim. Ama bu şekilde çözemeyiz. Birbirimizi anlayalım istiyorum. O yüzden temsilcilerinizi ofisime bekliyorum. Bakın yolu açın, şantiyeye dönün diyorum. İşbaşı yapın demiyorum. Bugün ayrıca izinlisiniz, ücretinizden de bir kesinti olmayacak. Bankayla da konuşacağım, bu ay eksikliklerle birlikte maaşlarınız tam ve erken yatacak. Ama böyle eylemle, isyanla olmaz. Burada birbirimizin düşmanı değiliz, hepimiz eşitiz. Lütfen polislerimizi daha fazla zor durumda bırakmayalım.”
Mehmet beyin bu uzun konuşmasının ardından, sorumlu polis amiri de yumuşak sert bir konuşma yaptı. Temsilci grup işçiler arasında küçük bir yoklama sonucu yolu açmaya karar verdi. İşçiler şantiyeye sloganlarla dönerken, Mehmet Bey de ofisine geçti. Temsilcilerle görüşmeden yapması gereken toplantılar vardı: Müdürler, şantiye sorumluları ve “iyi işçiler”. Her şeye el atmasının ayar çekmesinin zamanı gelmişti. Sonra da hiç beklenmeden, hemen temizlik yapacaktı. Buna amcası Kara Ali de dahildi… Onun böle kaçarcasına, hiç kimseye haber vermeden gidişini avantaja çevirecekti. İşçilerin taleplerini bilmiyorsa suç onun da, zaten kaçıp gitmesinin arkasında bu olmalıydı. Yalanının açığa çıkmasından korkmuştu. Buna herkesin kolayca inanacağını düşündü. Zaten insanlara duymak isteyecekleri, inanabilecekleri basit şeyler söylemek yeterdi. Gerisini kendileri tamamlardı. “Evet, her açıdan bir temizlik olur. Herkes ayağını denk alır” dedi kendi kendine. Bekçiyi arayıp amcası Ali geldiği anda bildirmesini ve hiçbir yere bırakmamasını tembihledi.
Sinan eve gittiğinde, Zerre bu eski dostu gördüğüne sevinemedi bile… Kırık dökük cümlelerle bazen utangaç, bazen kızgın hala bir şeylere açıklık getirmeye, kendi de anlamaya çalışıyordu.
“Zerre, yorma kendini. Ben sana inanıyorum. Sana bir tek sorum var, iyi düşün öyle cevap ver. Geldiğinizden beri Kara Ali’de bir tuhaflık hissettin mi?”
Zerre de saatlerdin bunu düşünüyordu. Her şeyin altında o varsa, nasıl hiç anlamamıştı? Bu kadar yalanı dolanı, ihaneti yapmıştı da nasıl ruhu duymamıştı? Ya babasına verdiği sözden nasıl dönebilmişti?
Düşünüyorum, yok Sinan abi. Aklı fikri geri dönmekteydi. Şirinköylüler onunla pek gönülsüz konuşurlarken bile, buna üzülmesine rağmen onlara hiç kötü söz söylemedi. Şu an bir çöp almadı biliyor musun ama herkesi düşündü. Gitmeyi düşünen adam nasıl ihanet etsin size, bana, babasına, en başta da kendine… Bunlar nasıl oldu, Ali bunları duyarsa ne der, bilmiyorum.” dedi Zerre.
Belkıs’ın duruma ilişkin kısa özeti, çıkarımları, tesadüf gibi görünen bazı olayları birleştirmesi de, Sinan’ın kafasında Kara Ali’yi aklıyordu. O halde neden Kara Ali ortalıkta yoktu? Bu eski can dostu için endişelenmenin vakti gelmemiş miydi? Gece yarısı olmuş, çocuklar yatmıştı, Zerre, Belkıs, Sinan’sa mutfakta oturuyorlardı.
“Zerre, yoksa bizim Kara Ali, Mürsel’in ona yaptığını duydu da peşine mi gitti?” dedi Sinan.
“Bu saatten sonra peşine düşse ne olacak? Ne haysiyetimiz kaldı ne ekeceğimiz toprak. Bundan sonra ne yaparız, nasıl yaparız bilmiyorum” dedi Zerre.
“Böyle söyleme” dedi Belkıs. “Sen hiçbir suçun olmadığı halde, haysiyetin için üzülürken, onlar haysiyeti de nasıl olsa paraya alırız diye yüzlerinde bir tek çizgi oynamadan ne büyük şerefsizlikler yapıyorlar. Belli ki bizden çok korkmuşlar. Kara Ali’nin, senin inadını kıramayacaklarını, korkutamayacaklarını anlayınca başka tuzaklar kurmuşlar. Sanıyorlar ki biz anlayamayız, göremeyiz. Görsek de baş edemeyiz, katlanırız… Dimdik dur Zerre, yıkma kendini. Ali çıksa ortaya daha emin olacağız.” Sinan onu tamamlamak ister gibi söze girdi.
“Kara Ali’nin bir hatası varsa, o da Şefik’e bakıp Mürsel’i aklaması, inanması onları iyi politikacı-kötü politikacı, iyi patron – kötü patron diye ayırması… Oysa adlarının, sanlarının önemleri bu kadar. Tek tek tümü bir sınıfı ve onun hizmetkarlarını oluşturuyor. Kabul ediyorum bu anlaşılması zor bir durum. Karşımızda tek tek insanlar varmış gibi oysa sistemin kendisi var.
Ya neyse, konuşuruz bunları da, aklıma ne geldi… yoksa bizimki olanları bir yerden duydu da kederden, utançtan içmeye mi gitti? Eğer öyleyse var mı git…”
“Ali dışarda içmez ki… beğenmez diğer rakıları… Gelirken yanımızda incir rakısı getirmiştik. Şantiyeden fırsat bulup geldikçe bir iki ondan içerdi. Kalanını da aylardır içmiyor. İnanmazsın belki ama Sinan çıksın, o zaman birlikte içeceğiz demişti.”
“Bak Belkıs Hanım, görüyor musun… Senin böyle arkadaşların var mı?” diyen Sinan, Belkıs’ı daldığı düşüncelerden koparmak istedi… Pencereden sokağın ıssızlığını gözleyen Belkıs birden “Şu Ali değil mi?” dedi, “Ya şurada! Bir süredir kaldırımda oturuyor. Gelin buradan bakın!”
Sinan hemen kalkıp fırladı. Gerçekten Kara Ali bedbaht bir halde kaldırımda oturuyordu.
“Kaçak! Ne oturuyorsun burada? Evin yok mu senin?” dedi sertçe Sinan. Ardından da güldü.
Kara Ali, Sinan’ı tanıdığı anda boynuna sarılıp çocuk gibi ağlamaya başladı. Durduramıyordu kendini. Konuştuğu sözler ağlamasına karışıyor, hepsi anlaşılır, bir tam cümle etmiyordu. Ama Sinan anlamıştı.
“Hanımlar pencereden bizi izliyor. Oturalım şuraya da düzgünce anlat. Vay be ben de sanıyorum bana hasretin depreşti o yüzden ağlıyorsun! Şimdi sakin sakin anlat bakalım…”
“Ben Zerre’nin yüzüne nasıl bakacağım Sinan? Mürsel beni ayakta uyutmuş. Bahçeyi olduğu gibi otele katmışlar. Şantiyede işçiler benimle dalga geçtiler… Senin o övdüğün Mürsel Bey hangisiymiş göster, dediler. Karşıma bir fotoğraf çıkardılar. Fotoğrafın altında da Mürsel Bey’i öven bir yazı… Otelin açılışı olmuş bugün… Baktım, baktım… bu otel bu kadar nasıl büyümüş şaşırdım… Sonra anladım… tüm bahçeyi almışlar… hem de benim iznim, haberim olmadan… kan beynime sıçradı… bu halimi gören işçiler “ya” dediler, “makam, mevki deyip kediye ciğeri emanet eder misin? Sen burada bize karşı patronu savun, onun yerine patronluk tasla, orda seni…”
Yine ağlamaya tutulmuştu Kara Ali… “Zerre beni bırakıp gitse hakkıdır. Onun yüzüne nasıl bakacağım… Dedim Mehmet’e gideyim işin aslını öğrensin… Hizmetçisi açtı kapıyı, şehir dışına çıkmış… Telefonumu da şantiyede unutmuşum. Şantiyeye döneyim abimlerin haberi var mı bakayım dedim… Ortalık karışmış… polislerden geçit yok… En iyisi dedim, gideyim Mürsel’i bulayım, çekip alnından vurayım… Onu da yapamadım…”
“Deli! Tatar Ramazan mı olacaksın başımıza!? O bile tek tek vurup kırmakla başa çıkamadı… Sen Kara Ali olarak kal! İnatçı, dürüst. Ee, biraz da gözü açık, mücadeleci ol… başımla beraber… Zerre’nin haberi var olanlardan. O da çok üzgün. Senin satmayacağına hepimiz iknayız. Nasıl olduğunu bilmiyoruz ama belli çevirmişler bir dolap… Hep birlikte konuşalım anlayalım iyice…”
“Ya kardeşim sana da geçmiş olsun. Çok şükür çıkmışsın. Belkıs yenge de çıktı dimi?… Şükür şükür… Nasıl oldu peki? Şefik mi yaptı?”
“Bak hala Şefik diyor…”
“Yoksa buna da mı Mürsel yapmış… Valla öyle desen inanırım artık…”
“Hala Şefikmiş, Mürsel’miş, Ahmet-Mehmet’miş… Bunlar aynı, aynı. Ama sana kötü bir haberim var. Çıktık da hakkımda gizli tanık bulmuşlar. Adama bir senaryo yazdırmışlar ki sorma… O yüzden kaldım bu kadar içerde…”
“Sana Şirinköy’den kim bu hainliği yapar ki…? kimmiş bu adi şerefsiz, bulalım çeksin ifadesini… Avukatlar bulamaz mı? Başkentte de artık tanıdık birileri yok ki… Ama söz, bulalım ben çıkacak karşısına… Şefik’in adamlarından biri değilse neyim… Zaten hınçlıyım.”
“Tesadüfen de olsa ben buldum kim olduğunu. Ama adamın hiçbir şeyden haberi yok…”
“Nasıl olmaz ya!?… Kesin garibanın biridir, sana kendini acındırmıştır, sen de kıyamamışsındır… Ben çıkacaktık ki karşısına. Bari çekecek mi ifadesini…? Korkutsaydın biraz gözünü. Kimmiş, ben tanıyor muyum?”
“Sorma tanıyorsun… hem de çok iyi tanıyorsun… Durum karışık biraz. Misal sen böyle bir şey yapsan ‘ben yaptım, der miydin?”
“Kabul etmiyor mu suçunu? Tabi gizli tanık olmasından belli… hem adi hem korkakmış…”
“Diyorum ya, adamın karşısına çıktım; bir şeyden haberi yok gibi davrandı. Beni kardeşi gibi karşıladı, boynuma sarılıp ağladı. Aynı sana anlattığım gibi, gizli tanık olayını söyledim, gizli tanığa demediğini bırakmadı. “Gel” dedi, “birlikte arayalım, senin devan benim davam.”
“Vay yüzsüz, adi vay…! Demek bir de utanmadan böyle dedi. Sinan! Olum! Kim var bizim etrafımızda böyle utanmaz bir tanıdık? Ya, Çolaklardan Memiş diyeceğim ama o fırıldağın bile utanması vardır. Hatırlıyor musun, bahçe olayında, önce Şükrü amcamın -kederli yutkundu tuttu gözyaşını- tanığı olmuştu. Orda bile değildi. Sonra sen konuşunca düzeltti. O zaman gördüm Memiş’in bile utanması varmış…”
“Sen olsan utanırdın zaten, dimi?”
“Ya… niye örneği benden veriyorsun, hiç tanımıyormuş gibi… Değil yüzüne bakmak, muhitinden bile geçemezdim. Zaten öyle bir şerefsizlik yapmışsam, vur beni daha iyi.”
“Tehdit edilmişsindir belki, zorla yaptırmışlardır. Karınla, çocuklarınla tehdit etmişlerdir. Olamaz mı? Buna rağmen de mi vurayım?”
“Sen beni tanıyamamışsın Sinan! Elbet, kimse istemez karısıyla çocuklarıyla sınanmayı… Nasıl yapardım o zaman? Valla bilemiyorum… hariçten gazel okumak kolay tabi, doğru diyorsun… Ama herhalde sana gerek kalmadan ben vururdum kendimi…”
“Hayat tatlı Kara Ali vurmazdın.”
“Ya tamam belki vuramazdım ama imkânı yok öyle de yaşayamazdım. Sen benim en yakın arkadaşımsın… Kolay mı bu ihaneti yapıp, bir şey yokmuş gibi yaşamak…”
“Tamam, peki sen yapsaydın der miydin? Sorumu yanıtlamadın.”
“Utanırdım. Utancımdan konuşamazdım. Belki ben de itiraz ederdim. Ama senin karşında direnemez, söylerdim. Neyse ödeyeceğimiz kefaret, sana bırakırdım.”
“Peki o zaman soruma cevap ver. Niye hakkımda gizli tanık oldun Kara Ali?”
Kara Ali donmuş gözler Sinan’a baktı. Sabahki şokun üzerine bu ikinci şokla kalbinde bir sancı hissetti. İkisi de kirpiklerini kırpmadan, adeta birbirlerinin zihnini okumaya çalışır gibi bakıştılar.
“O şerefsiz ben miyim yani?” diye kekeledi Kara Ali. “Şaka! Dimi? Ağzından çıkanın farkındasın dimi? Allah’ıma, kitabıma, çocuklarımın üzerine yemin ederim, ben yapmadım öyle bir şey. Ne karakol ne savcı… Bir buçuk yıldır şantiyede yatıp kalkıyorum, eve bile, güç bela gidiyorum…
“Sinan, ben yapmadım o şerefsizliği…! Sana nasıl ispatlayayım…! Sen bir yol göster, ne yapmam gerekiyor…? Nereye istiyorsan oraya gidelim… avukata, karakola, savcıya… Nasıl olur böyle bir şey, kafayı yiyeceğim artık. Aklım almıyor, nasıl olur!
“Ben yapmadım Sinan! Yemin olsun… Bir şey söyle… inanmıyor musun bana…?”
Tüm bu süre boyunca sokağın ilerisinde park etmiş Mehmet bey, onları izliyordu. Kara Ali’nin şantiyeden niye kaçtığını o da, otelin açılış haberlerini izleyince anlamıştı. Buraya gelme nedeni de, bu işte kendi parmağı olmadığına Kara Ali’yi inandırmaktı. Mürsel beyden hesap sormak artık kendi işi olacaktı. Böylece Kara Ali’den aradığı vekaleti de alıp her şeyi kapatabilecekti.
Ancak Kara Ali’nin yanında Sinan’ı görünce arabadan inmedi. Demek bırakılmışlardı. “Gizli tanığın kim olduğunu bilmiyorlar herhalde. Yoksa birbirlerinin boğazına sarılırlardı” diye geçirdi aklından. Ama her şey bitmişti artık. “Sinan eskisi gibi arkasına Kara Ali’yi, ötekileri de almayı başarıp, gökleri inletse de, Mürsel bey de, ben de alacağımızı aldık. Bitti.
“Eee, Kara Ali Bey. Biz burada yıllarca dişimiz, tırnağımızla zirveye çıkalım, sen bir inat uğruna milyonların üzerinde yatıp, yıllarca bize engel ol… Tarım yapacakmış paşam…! Hiç aklı yok bu adamın ya…! kimin ihtiyacı varsa onun tarımına… Doğrusu, Mürsel Bey akıllı adam. Duvardan önce hangi taşları çekeceğini iyi biliyor…”
Mehmet bey, beylerin aklıyla övünüp durur, sonraki hamlelerini tartarken, Sinan’la Kara Ali kol kola eve geçtiler.
Kara Ali, Zerre, Sinan ve Belkıs neredeyse sabahlamışlardı. Uyku baskın geldiğinde kafalarını yastığa koymalarıyla gözlerini açmaları bir oldu.
Sinan’a gelen telefon depremi haber veriyordu. Abisi ağlamaklı bir sesle anlatıyordu. “Felaket kardeşim, felaket. Mahvolduk. Hacer’le çocuklar yanımda ama kardeşim İsmail’le babama ulaşamıyorum. Her yer zifiri karanlık, her yer inliyor. Acil yardım gerek. Ben burada hiçbir yere ulaşamıyorum.” diyordu.
Birkaç saat içinde felaketin Şirinköy’de kalmadığını dehşetle görmüş, çocukları birbirine emanet edip, Kara Ali’nin abisinin arabasıyla yola çıkmışlardı. İnternetten öğrenebildiklerini birbirleriyle paylaşmanın dışında neredeyse konuşmuyorlardı.
Kara Ali birden, daha fazla içindekini tutamayıp sordu:
“Mürsel’in konağı yıkılmış mı?” dedi. Bekledi. Kimse cevap vermeyince, “Belkıs bacım sen bak internetten görünüyor mu? Mürsel’in konağı yıkılmış mı?” diye ısrar etti
Belkıs, “Hayır!” dedi. Bir süre sonra ekledi: “Otelin bir kısmı yıkılmış.”
“Konaklar böyle yıkılmaz Ali. Yıkılsa da yaparlar. Ama emekçiler yıkarsa…” dedi Sinan, zoraki gülümsedi.
“Demek Şirinköy’e böyle dönecektik ha…” dedi Kara Ali.
Gerçekler eninde sonunda kendi varlığını apaçık ortaya koyacaktı. Örtülerin ucunu kaldırın rastlantılar gibi görünür insana. Oysa başlangıçta sadece bir rastlantı olan yaşama imkânı bulur bulmaz kendi gerçekliğini hazırlayarak zorunluluğa dahil olur. Ve Kara Ali için gerçeklerin saati acımasızca işlemeyi sürdürecekti. Konaklar yıkıldığında gerçekler yeniden ama yeni ve bambaşka halde işleyecekti.
Önsöz Dergisi
52.Sayı