Nâzım’la Yolculuğumuz Devam Ediyor

Lise birdeydim Nâzım’ın adını ilk duyduğumda. “Kızıl şair” Moskova’ya kaçmış orada “Rus toprağını öpmüştü. Vatan Haini!” Gazeteler vahşi manşetler atıyordu. Onun şiiriyle tanışmam için on yıl kadar geçecek, 27 Mayıs Anayasasının getirdiği görece özgürlük ortamında şiirleri yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayacaktı. Nâzım Hikmet’ten okuduğum ilk kitap Kuvâyi Milliye’ydi. 60’lı yılların başı. “Onlar ki/ toprakta karınca,/ suda balık,/ havada kuş kadar/ çokturlar” diye başlayan destan aklımı başımdan aldı desem abartmış olmam. O günden başlayarak onun şiirlerini sahneden izleyiciyle nasıl paylaşabileceğimin yollarını düşünmeye başladım. Şiirler yakamı bırakmıyor, beni sahneye çıkar diye yalvarıyordu. 

(…)

Kerem Gibi’den sonra Nâzım, Brecht, Aziz Nesin ve Haldun Taner’in yapıtlarından oluşan iki oyun var: Her Gün Yeni Baştan (1980) ve Merhaba (1989). Daha sonra Mehmet Ulusoy’un yönetiminde gerçekleşen Sevdalı Bulut (1991-1992). Türkiye’deki gösterimlerden sonra, Sevdalı Bulut‘u ertesi yıl Fransız ve Martinik’li oyuncularla Paris’te Fransızca oynadık ve Le Monde gazetesinde Fransız tiyatro eleştirmenlerinin en güç beğenenlerinden biri olan Michel Cournot bizim için “Üç Türk her gece ayakta alkışlanıyor” diye başlık attı. (Nâzım, Mehmet, Genco).

Arkadan bir başka uzun soluklu oyun geliyor: İnsanlarım. Nâzım’ın Bursa Cezaevi günlerini anlatan bu oyun… Yalnız ülkemizde değil New York’ta, Toronto’da, Sydney, Melbourne, Londra, Paris, Amsterdam, Selanik, Kopenhag, Stockholm ve Almanya’nın, İsviçre’nin hemen her kentinde. Fransızca oynadık, Almanca altyazılı oynadık, oynuyoruz.

(…)

Nâzım’la yolculuğumuz devam ediyor. (…) Zaten bu uzun yolculuk öteden beri sadece sahneyle sınırlı kalmadı. 1 Mayıs meydanları şahidimdir. Özellikle 70’li yıllarda Türkiye İşçi Partisi toplantılarında, DİSK gecelerinde, DGM’ye Hayır mitinglerinde, Barış Derneği etkinliklerinde, onun doğum ya da ölüm günü anmalarında hep birlikteydik. Şiirler binlerce kişiye söylendi, binlerce kişiyle birlikte söylendi. Koca bir Taksim Meydanı dolusu insanın bir ağızdan “Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” diye haykırması muhteşem bir olaydı. Ona yaraşan da buydu zaten. 

Gün geldi Kerem Gibi oyunu yargılandı, aklandı. Gün geldi bir gece vakti kelepçeli olarak otobüsle, iki sivil polis eşliğinde İzmir DGM’ye ifade vermeye götürüldüm, demokratik kitle örgütlerinin ortaklaşa düzenledikleri bir gecede şiir söylediğim için. Her Gün Yeni Baştan 12 Eylül sıkıyönetimi tarafından yasaklandı, gözaltına alındım. Orada siyasi polis tarafından hakkımda tutulan bütün raporları içeren heybetli bir klasör gösterdiler bana. Kimi raporlara o koşullarda bile gülmemek elde değildi. Hiç unutmuyorum “Aşık Genco sazıyla çıktı, halkı isyana çağıran türküler okudu” gibisinden yalan yanlış bilgiler. Oradaki memurlardan biri ötekine, “Amirim, pişman olmuş, bir daha yapmayacakmış” dedi, ben sesimi çıkarmadım. Sonuçta Barış 2 davasına eklediler beni, aklandım ama 8 yıl pasaportsuz kaldım. Fazla abartılacak bir şey yok burada. Nâzım’la yolculuğun doğal duraklarıydı bunlar.

İnsanlar hâlâ Nâzım’ı okuyor, onun şiirlerindeki coşkuyu, iyimserliği, umudu ve gelecek güzel günlere olan inancını, mücadele gücünü duyumsuyor mu, önemli olan budur. Onu yasaklamak isteyenler, yargılayıp mahkum edenleri hatırlayan var mı? Ben de onun sesini, özellikle günümüzün gençlerine hâlâ duyurabiliyor muyum, benim için de en önemlisi budur. Karanlıkları aydınlığa dönüştürmek elimizde.

(Genco Erkal’ın Kerem Gibi adlı kitabına önsözden kısaltılarak alınmıştır.)

Genco Erkal

 

YAŞAMAYA DAİR

Genco Erkal’ın oynadığı, uyarladığı ve yönettiği oyunun turnesinin İzmir ayağını izlerken böyle bir coşku ve duygu selini nasıl yazıya dökeriz diye uzun süre düşündük. Nazım Hikmet şiirlerinden oluşan oyunları onlarca kez seyretmiş olmamıza rağmen Genco Erkal bize tekrar ve tekrar bambaşka bir haz yaşattı.

Genco Erkal’ın o muhteşem yorumu ile nasıl mest olduğumuzu belirterek başlamak istiyoruz. Fazıl Say ve Zülfü Livaneli’nin de bestelerini içeren ve bir violansel ve piyanonun eşlik ettiği oyun; genel olarak Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevinde hissettikleri ve elbette saat 21-22 şiirleri ile bizi bizden alan eşi Piraye’ye duyduğu aşkı konu alıyor. Sonrasında sürgün edilişine ve vatan hasretine şahit oluyoruz ustanın. Nazım’ın yaşamı algılayışını 80 dakika boyunca gösteriyor bize. Bize daha önce sorsalar şahsi hayranı olarak kimseyi Genco Erkal’ın yanında sahneye yakıştıramam. Hatta Fazıl Say’ı bile kabullenmekte güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim. Ama Nazım’ın eşi Piraye’yi oynayan Tülay Günal bu hislerimi bir kalemde silip attı.

Cezaevinde geçen aslında durgun ve sıkıcı olmasını beklediğimiz oyunda bir an bile başka bir yöne bakmaya fırsatımız ve dahası isteğimiz olmadı.

Yaşamaya dair, vatan haini gibi artık hayatımızda bile yer etmiş satırları ve elbette Bursa Cezaevi mektuplarından da birkaç satırı içerdi bu güzel eser. Erkal, tabureye zıpladı koştu, durdu ve uzandı. Son derece spontane gelen tavrı ve yaşından beklenmeyecek bir dinamizm ile coşkusuna coşku kattı. Böylece seyircinin bir kısmından şiir mırıltıları duymak mümkün hale geldi. Oyunun içindeydik. Nazım’la yaşadık. Özellikle “ben bir ceviz ağacıyım” derken o gözlerinin parıltısı inanıyoruz ki en arka sıradan gayet net görülebiliyor ve hissedilebiliyordu. Elbette Tülay Günal’ın muhteşem sesi ve oyunculuğundan bahsetmeden geçmemek gerekiyor. Ranzalara tırmandı merdivenlerden koştu ve bize “Tahir olmanın da Zühre olmanın da ayıp olmadığını” söyledi. 

Oyun sona erdiğinde sanki birkaç dakika ancak geçmiş gibi hissedildi. Her birimiz hiç tereddüt etmeden ayağa kalkıp öyle alkışladık muhteşem gösteriyi. Bir gösteriyi, oyunu, filmi veya müzikali değerlendirmenin yolunun biraz daha salon içinde oyalanıp seyircilerin tepkilerini dinlemek olduğu söylenir. Biz de öyle yaptık. Bizi oldukça şaşırtan ve tebessüm ettiren şey ise gözü yaşlı olmayan kimsenin olmamasıydı. Müzisyenlerden birisinin ailesi olduğunu zannettiğimiz çift anladığımız kadarıyla beşinci kez seyrettiği oyunda tekrar ağladı. Elbette ki bu ortak yüreğe biz de dahildik.

Bize bu hazzı yaşattığı ve günlerce ayaklarımızın bulutlarda olma hissini korumayı başardığı için öncelikle Genco Erkal’a sonra Tülay Günal’a ve elbette tüm sahne arkası görevlilerine minnettarız.

Teşekkür Ederiz …

Önsöz 26.Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir