Sıcak Karlar: Adsız Kahramanlara Bir Ağıt

“Duygularıyla nasıl baş edebileceğini, nasıl ağlanacağını bilmezdi o. Neyse ki kendisinin verdiği emri, her ne olursa olsun son kurşun tükeninceye kadar çarpışmak emrini yerine getiren bu askerlerin önünde duyduğu acıyı ve minneti belirten gözyaşlarını dökmesine rüzgâr yardım ediyordu. Umutlarını yitirmeden çarpışmışlar ve ölmüşlerdi askerler; çoğu da karşı saldırının başlamasından bir iki saat önce ölmüştü.”

 

1996 yılının sonbaharı olmalı. O büyük ölüm orucundan sonrası yani. İkinci Dünya Savaşına dair çokça okuduğumuz dönemler. Simonov’un külliyatı, Kazakeviç, Fedin, Bulgar partizanlar, Ehrenburg, Seghers, Apitz, Malaparte, Pelivier, adı duyulmamış çokça yazar, kitap… Koskoca bir kuşağı yiyip bitiren koca bir savaş… Büyük kahramanlıklar, ihanetler… Her altüst oluş döneminin kaçınılmaz kutupları. İnsanı iliklerine kadar sarsan insan öyküleri… 

Ziyarette yeni kitaplar gelmiş. Kırmızı kapaklı bir kitap da var aralarında. Çok net hatırlıyorum, Yar Yayınlarından. Adı çok dikkat çekici: Sıcak Karlar. Bilim-kurgu adı gibi. Yazarı Yuri Bondarev. Hiç duymamışız o güne kadar. Bize tamamen yabancı.1

Stalingrad içinde geçmeyen Stalingrad savaşı. Neyse, bu kısma sonra geliriz. 

Kitapta yazar hakkında bilgi var mıydı, hatırlamıyorum. Sonrasında da Bondarev kimdir, nerededir, ilgilenmedim. Yarım asır öncesinin savaşına bizzat tanıklık etmiş ve yazmış birinin hala yaşıyor oluşu aklıma bile gelmediği için belki de, bilmiyorum. 

Sıcak Karlar’ın ardından Bondarev’in bir de Kıyı’sı geçti elimize. Onu da bir solukta okudum. İki etkileyici ve güzel kitap olarak kaldı belleğimin bir yerlerinde. Dile kolay, neredeyse çeyrek asır geçmiş o kitapları okuyalı. Kahramanlarının çoğunun adlarını bile unutmuşum. Olay örgüleri kalmış aklımda. Bir de savaşa entelektüel yaklaşımın çok belirgin oluşu her iki kitapta da. Ve çok canlı, çok içinden anlatmayı başarmış olması yazarın. Aklımda böyle kalmış.

Zindan savaşları, ölüm oruçları… Öyle yoğun bir dönem yaşamışız ki, merak edip bakmamışım bile Bondarev’in kim olduğuna. Bu haliyle belleğimin arka sıralarına atmışım Bondarev ve o iki romanını. Derken, çeyrek asır sonra, bir akşam Twitter’da bir Rus hesabında gördüm Bondarev’in adını. Uzun bir aradan sonra eski bir tanıdığa rastlamış gibi meraklandım. 96 yaşında aramızdan ayrıldığını yazıyordu. Bunca aradan sonra rastladığım eski bir tanıdığı kaybetmiş gibi hissettim.

Demek bugüne kadar hayattaymış. Sovyetler’in dağılışını, sonrasını yaşamış. Nasıl bir tutum almış acaba Sovyetler’de karşı-devrim olurken? O cepheden cepheye koşan topçu teğmeni, nerede, neler yapmış, neler hissetmiş, neyi savunmuş… sorular, sorular. 

Merakımı yenemedim. Hızla internette gezinmeye başladım. Çok kısa bir şekilde aktaracak olursam…

Bondarev, henüz 17 yaşında Moskova önlerinde savaşa katılan bir Komsomol üyesidir. 18’inde topçu okulundan teğmen olarak mezun olur. Cepheden cepheye koşar, defalarca yaralanır, her defasında iyileşir iyileşmez cepheye döner. İki defa cesaret madalyasıyla ve Stalingrad’ı savunanlara verilen madalyayla ödüllendirilir. Daha sonraları çok sayıda ödül almasına rağmen ömrünün sonuna değin en çok gururlandığı ödüller, askeri hizmetlerinden ötürü aldığı bu madalyalardır. 

Bondarev sosyalist gerçekçiliğin sıkı savunucusudur. Son anına kadar bu çizgiye sadık kalmıştır. Sovyet Yazarlar Birliği yöneticilerindendir. Romanlar, öyküler, film senaryoları yazmış, sinemayla ilgilenmiş bir sanatçıdır. 1944’ten itibaren parti üyesidir. Bir politik militan olarak sanatçıdır. Sovyet ülkesinin yılmaz savunucusudur. Soljenitsin ve Saharov’ı kınayan mektuplarıyla ve Yevtuşenko’nun maketini yakmasıyla hatırlanır. Hasımları onu Sovyetik olmakla suçladığında bundan gurur duyduğunu açıkça ilan etmekten vazgeçmez. 

29 Haziran 1988’deki 29. Parti Konferansı’nda, kürsüden Gorbaçov’un Perestroyka’sını şiddetle eleştiren odur. İniş takımları olmayan bir uçağa benzetir Perestroyka’yı. Sovyet tarihine yönelik eleştirileri kınar. 1991 Temmuz’unda Gorbaçov yönetimine (bu karşı-devrimci güruha) karşı Sovyet yurttaşlarına seslenen aydın bildirisini imzalayanlardandır. Ki bu bildiri karşı-devrimciler tarafından, Soyuz grubunun ağustos ayındaki komünist müdahalesini kışkırtmakla suçlanacaktır. 

Dönemin koşulları ilginç bir şekilde Rus milliyetçileriyle kimi komünist çevreleri ittifaka yöneltir, Bondarev de bunlardan biridir. “Ulusal Kurtuluş Cephesi” türünden oluşumlarda yer alır. 1994’te 70. doğum gününde Yeltsin tarafından ödül verilmek istendiğinde bu ödülü reddeder Bondarev. Yeni döneme ayak uyduran döneklerle uzlaşmaz. Ödünsüzdür, militan bir şekilde sosyalizme bağlıdır. Ne bir ödenek dilenir ne çizgisinden taviz verir. O, tüm hayatı boyunca Nazizm’e karşı Stalingrad’da canı pahasına siperlerde tutunanların safındadır. Kanının son damlasına kadar sosyalist anavatanı savunanların arasından hiç ayrılmamıştır. 29 Mart 2020’de, Moskova’da, 96 yaşında bu dünyadan ayrılır. 

Bu bilgilerle karşılaşmak mutlu etti beni. Öte yandan bu ihtiyar komünistin ölümüne üzüldüm. Derken “Sıcak Karlar”ın filmi çıktı karşıma: Горячий снег, 1972 Sovyet yapımı. Heyecanlandım. Senaryoyu yazanlardan biri Bondarev’in kendisi. Acaba kitabın tadını verecek miydi? Mesela “Sakindi Oranın Şafakları” diye incecik bir kitap vardır. Cephe gerisinde kadın askerlerden oluşan bir hava savunma birliğinin hikayesi. Yaşanmış bir öyküdür. İçiniz burkulur, gözleriniz dolar okurken. Filmini yapmışlardı. Son derece başarılı. Romanı neredeyse tamamen aktarmayı başaran bir yapım. Neden olmasın, belki Sıcak Karlar filmi de böyle güzel olmuştur? Oturdum, izlemeye koyuldum. 

Kitap tren yolculuğu ile başlıyordu, film o yolculuğun bittiği yerle başlamış. İzledikçe kitabı hatırladım. Önemli görülen her şeyi vermeye çalışmış film. Güzel de bir film. Etkileyici. Ama eksik olan bir şeyler vardı sanki. Kitabı aldım elime, yeniden okumaya başladım. 

Bir kitapta yüzlerce sayfada anlatılan şey, sinemada nasıl da kısacık dakikalara sığdırılıyor! Bu çok bilinen olgu üzerine daha önce düşünmediğimi görünce şaşırdım. Karakterin iç dünyasının dehlizlerinde gezebilmek, edebiyatın bir ayrıcalığı. Sinemada da vardır sanırım bunu yapmanın yolları. Ama bu film, bu açıdan yüzeyde kalmış. Kitabı okuyunca anlıyor insan. 

Savaş, sınırsız şiddet eylemidir. İnsan karakterinin en uç özelliklerini döker ortaya. En yüce özellikler de en aşağılık davranışlar da çıkar açığa. Erdemlerle yücelir, korkunç bir bencillikle karanlıklara batar insan. Savaşta hepsi vardır. 

Kimi kitaplar, filmler vardır, savaşları kahramanlık destanları olarak sunar. Özenir okuyan, izleyen. Oysa en haklı savaşlar, devrimci savaşlar bile, arzulanır değildir. Olmamalıdır. Bir zorunluluk, kaçınılmazlık olduğu için ve olduğu oranda haklıdır devrimci savaşlar. Devrimci amaçlarla yürütülen savaşlarda yüce duygular çoğunluktadır. Ama savaş bu, dedik ya, sınırsız şiddet eylemi. Parça parça kemirir insanı aynı zamanda. Kötürümleştirir. Şolohov’un Bonçuk’u, Gregor’u gibi. 

Bondarev şöyle anlatıyor durumu. “Savaş yolundan geçmiş, bireylerin çoğu savaş sırasında yitip gitmiş bir kuşaktanım ben. Yaşıtlarım Stalingrad’da, Kursk dolaylarında, Zeyelovski tepelerinde öldüler. Kardeşim savaşın son günlerinde Berlin önlerinde öldürüldü. Savaşı yazmaya başlayışım, belki de cephe dönüşü, tozlu siperlerde, savaşın geçtiği uçsuz bucaksız tarlalarda yatıp kalmış olanlara, daha doğrusu kuşağıma karşı bir borçluluk duymamdandı. 

(…)

Yapıtı canlandıran, sıcaklığını veren insan soluğudur. Savaş üzerine yazmamın bir başka nedeni de kahramanlarımı, ahlaki değerlerin olağanüstü biçimde yoklanabildiği, en karışık, en dramatik durumlarda görme isteğimdir. Böylesi durumlar savaşta doruğunda değil midir?”

O yüzdendir savaşları, yıkımları derinden yaşayan kuşaklar, köşe bucak kaçar yeni savaşlardan. Bondarev’in Sıcak Karlar’ı da Kıyı’sı da bu türden kitaplardır. 

18 yaşında bir topçu teğmeninin, Kuznetsov’un birliğinin temele konduğu bir çarpışmanın hikayesidir Sıcak Karlar. Bir yanıyla bu teğmen, 18 yaşındaki Bondarev’in kendisidir. Savaşa 17 yaşında Moskova cephesinde katılmış, ardından topçu okulunu bitirip teğmen olmuş bir Komsomol üyesidir Bondarev. Anlatılan muharebe ise, Nazi General Manstein’in zırhlı birlikleriyle Kızıl Ordu arasında Mişkova ırmağında gerçekleşen 24 saatlik bir kanlı çarpışmadır. Bir insanın bütün bir ömrünü, kişiliğini altüst eden bir 24 saatin hikayesi!

1942 yılı Kasım’ı. Nazi ordusu güney cephesinde güç durumda. Stalingrad’da Mareşal Paulus 330 bin kişilik ordusuyla kuşatılmış, güneydeki birlikler de kuşatılma tehlikesinde. Sovyet karşı saldırısı ilerliyor. Savaşın artık dönüm noktasıdır. Alman genelkurmayı Stalingrad’da kuşatılan birliklerini kurtarmak, kuşatmayı yarmak için General Manstein komutasında bir orduyu harekete geçirir. Hava kuvvetlerinin desteğinde 450 tank, zırhlı taşıyıcılar, topçu birlikleri ile Stalingrad’a gitmektedir Alman ordusu. Yeni oluşturulan bir kolordu General Bessonov komutasında Manstein’ın zırhlı birliklerini engellemek göreviyle harekete geçirilir. Bir taraftan zamana karşı bir yarıştır bu. Alman birliklerinin geçiş noktası olan Mişkova nehrine önce kimin ulaşacağı hayati önemdedir. Kızılordu oraya Alman birliklerinden önce ulaşmak, düşmanı orada durdurmak zorundadır. 

Romanın da filmin de üzerine oturduğu temel budur. Ama… romanda tek tek kahramanların duygu ve düşünce dünyasında, geçmişlerinde gezinti yaparken, filmde tüm bunlardan mahrum kalıyoruz. Film, daha ziyade olay akışına yoğunlaşmış. Pek çok ayrıntı dahil tüm olayları verebilmek için, kitaptaki farklı olayları mekânsal ve zamansal olarak birleştirme yoluna gitmiş. Bu açıdan olayların çok büyük kısmını aktarmayı başarmış. Hollywood’un “action movie”lerinden farklı olarak Sovyet sineması, savaşın ağırlığını, insan üzerindeki etkisini son derece doğal bir gerçeklik olarak sunmayı da başarmış. Fakat çeşitli kahramanların iç dünyalarını, geçmişlerini verememiş. Bir de… Bondarev, romanda topçu bölüğünün komutanı üzerinden olumsuz karakteri tüm çirkinliği içinde çarpıcı bir şekilde verirken, filmde kurgu değişmiş. Drozdovsky adlı komutanımızın bu çirkinliği epey törpülenmiş. Romanda nefret ettiğiniz karakter, filmde olumsuz özellikleri olan, ama sıradan bir karaktere dönüşmüş. Bir çeşit sansür müdür, başka bir gerekçesi mi vardır, bilemiyorum. 

Keza romanda General Bessonov’un geçmişine, Kremlin’de Stalin’le görüşmesine dair bir bölüm var. Filmde ise tüm bu kısımlar tamamen buharlaşmış. Brejnev döneminin tipik özelliklerindendir “Stalin’in buharlaştırılması”! Olumlu veya olumsuz hemen hiç bahsi geçmez. Romanda kimi Kızılordu subaylarına dair olumsuz olan özellikler de filmde görünmüyor. Korkan asker ve subaylar filmde hiç yok. Yani o subaylar var ama korkularıyla birlikte değil. Tüm bu ve benzeri yönler, filmin etki gücünü düşürüyor. Roman okuyucuyu tamamen sarıp sarmalar ve savaşın dehşetini sarsıcı bir şekilde sunarken, kahramanların iç çelişkilerini, yiğitliklerini ve korkularını, erdemlerini ve kötücül yönlerini elden geldiğince yansıtmaya çalışırken, film bu konularda ne yazık ki yüzeysel kalıyor. 

Hayır, burada filmi ve kitabı tamamen anlatacak değilim. Sadece okumayan ve izlemeyenlerin mutlaka okuması ve izlemesi gerektiğini söyleyeyim.

 

Önsöz Dergisi
44.Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir