Hava o kadar sıcaktı ki mola verdim. Baruthane tepesinden yükselen, gökyüzünü rengârenk boyayan uçurtmalara ilişti gözlerim. Ateş renkli uçurtmanın gökyüzünde çerağ uyandırırcasına yükselişini diğerleri izledi. Uçurtmalarla birlikte bulutlar dönüyor, bütün evren dönüyordu. Portakal renkli uçurtmayı daha önce buralarda hiç görmemiştim. Dansına daha fazla yalnız devam edemedi. Uçurtmaların açtığı ‘meydan’a o da girdi.
Ezan sesiyle, yeni aldığım, o zamanlar meşhur, kordonları plastik kol saatime baktım. Adliye binasının olduğu sokağa gitmeme vakit vardı. Bir anda kara kuyruklu uçurtmaların yükselişlerini gördüm. Nerede görürsem tanırdım onları. Uçurtma ipine taktıkları jiletlerle uçurtmaları tıraşlıyorlardı. Bağırsam sesim duyulmaz, koşsam yetişemem, ne yapacağımı bilemedim. Biçare gözlerimi kırpmadan bakakaldım. Önce beyaz kuyruklu uçurtma kaydı gökyüzünden, döne döne dansını tamamladı. Onu yeşil ve kahverengi uçurtmalar izledi. Yasemin ve menekşe renkli uçurtmaların kuyrukları dolandı, düşene kadar sarıldılar birbirlerine. Annemin en sevdiği çiçeklerin rengiydi. Ben papatya severim ama falına bakmaya kıyamam. Gökkuşağı renkli uçurtmanın düşmesiyle sayıları 33 oldu. Mavi renkli uçurtmada süzüle süzülę şehri ikiye bölen nehrin sularına erişmek için bıraktı kendini. En son ateş rengindeki uçurtma yalnız kaldı. Son bir çırpınışla rüzgârdan nefes aldı. Suya karışmadan önce toprağı süpürürcesine dokundu. İçindeki çer söndürdü. Aşk ile gül rengine dönüştü, sırlandı. İçindeki yangını söndürmek için suya kavuşmadılar. Sanki özüne dönmekti bütün mesele. Gökyüzünde siyahtan başka renk kalmadı. Epey zamandan sonra geç kalmamak için boya sandığımı omzuma yükleyip Adliye binasının olduğu sokağın yolunu tuttum. O yaz ilk kez âşık olmuştum.
Yıl sonu karnelerini aldığımız günün ertesi sabahıydı. Güneş ışığı odanın karanlığını dağıtmak üzereydi. Yer yatağında beraber yattığım erkek kardeşimi uyandırmadan yavaşça doğruldum. Dış kapının önünde duran boya sandığımı alıp yola koyuldum.
Halk otobüsünde fazladan nefes alacak yer bulunmazdı. Hemen hemen akranım olan arkadaşlarımla Kızılay Çarşı Durağı’nda inip Ustalar Kahvesi’nin bizi bekleyen kaldırımlarına dizilir, saat yedi olduğunda işçiler gelir “boyayalım mı abi?” denirdi. Bu şehrin ayazı da meşhurdur. Yerin soğukluğunu bütün bedenimde hissederdim. Ayakkabı sandığım kendim gibi küçüktü. Fazla ağırlık yapmaması için Kenan abi öyle tasarladı. Boyadığım her çift ayakkabıdan bir ekmek parası kazanıyordum. Herkesin kendi yeri vardı ve orayı kimseye kaptırmamak için kimi zaman uyanık olmak gerekiyordu. Gerekirse kavga da edilirdi. Aramızda adı konulmamış bir yarışın içindeydik.
Ustalar Kahvesi’den ayrılıp adliyenin karşısındaki mıntıkama gittim. Terlikler elimde doğruca müşterilerin olduğu iş hanına girdim. Bir çift kundurayla aşağıya indim. Ayakkabıyı sırasıyla fırçalayıp tozunu alır, boyar, akabinde cilalar, tekrar fırçalar nihayetinde kadifeyle bir güzel parlatırdım. Bu esnada olmadık hayallere kapılır bilmediğim diyarlara gider, büyük adam olur, çocuklara yardım eder, sonunu tamamlamadığım türküler söylerdim. Ayakkabı cilasını sandığın bölmesine yerleştirdiğim sırada sokağın başında kara saçlı kara bir kız gördüm. Özenle giyinmiş temiz kıyafetli kızın elinde İngilizce ders kitabı vardı. Bana doğru yaklaştı, siyah güneş gözlüklerini saçlarının arasına takıştırdı ve elindeki bozuk parayı uzattı. Kendi yaşlarında birisinin çalıştığını görünce büyük kalbi yardım etmek istemiş. Kara kızın masalsı güzelliği karşısında yüreğim bedenime sığmaz oldu. Söylenecek sözler utangaçlığıma çarpıyordu. Yolunu kaybetmiş gözlerim sandığıma sığındı. Sonunda ağzımdan bir iki kelam dökülüverdi. “Ayakkabını fırçalayayım o zaman yoksa kabul etmem.” dedim. Zaten boyalıydı ayakkabısı. Hızlı kıvrak ellerim işin bitmesini istemiyor, zaman dursun, ilerlemesin istiyordu. Kim olduğumuza dair konuşmamıza gerek yoktu. İkimiz de çocuktuk.
Zaman durmadı aktı aktı, önce sol ayakkabı fırçalandı, sonra sağ ayak sandıktan yere doğru adımını attı. Parmak ucuyla yürüyen elim ellerine dokundu. Sadece alınan bozuk para değildi, yakarışıydı kalbimin, “Gitme!” diye haykırmak başka türlü nasıl söylenir.
Tek dilden çıkarcasına peşi sıra “teşekkürler” edildi. Hatırda kalan küçük bir tebessümle kara kız dershaneye doğru yürüdü. Ardından her adım atışına bakakaldım. Kara kızın adını dahi soramamıştım. Gerçi o da adımı sormadı. Ben kara çocuk.
Pazar günü bahçede toplu saç tıraşı olacaktık. Bizim gecekondu bahçenin arka tarafında, girişi mutfak, iki göz odadan ibaretti. Banyomuz ise evin dışında tahtadan çevrili tuvaletimizdi. İki adım önümüzde giriş katında Sinanlar, üst katında Emreler oturuyordu. Ev sahibimiz sınıf arkadaşım Emre’nin babası Davut amcaydı. Davut amca koyun kırpma makasından hallice saç makinesiyle sırasıyla on erkek çocuğu tıraşlayacaktı. İki seçeneğiniz vardı; ya sıfır numara ya da üç numara saç kesimi. Bahçenin her bir yerini güneşten şemsiye misali koruyan asma ağacının altında bu kıyım gerçekleşecekti. Her yaz Japon tapınaklarında dövüş sanatı öğrenen küçük şövalyelere benziyorduk. Ne yapıp edip bu toplu merasimden, ninjaları andıran görünümden kurtulmam gerekiyordu. Normalde pazarları boyaya çıkmazdım. Hem saç tıraşından kurtulma hem de kara kızı görme arzusuyla, Sinanların kedisi bile uyanmadan erkenden boya sandığımı yükleyip kaçtım. Yaz boyunca işe gitmek mecburiyettendi.
Bir saat bazen güne benzer, bitmez zaman yerinde sayar. Gün başka bir günü o kadar hızla kovalar ki bir hafta dünden sonraki gün gibidir. Yine günlerden cumartesi. Adliye sokağından belki yarın gelir umuduyla ayrıldım. Dericiler sokağında müşterimin olduğu iş hanının köşesinde saklanarak etrafı iyice kolaçan ettim. Sobacı, tuğlaların sağlamlığını, yakacak dışında yemek konulacak gözün derinliğini, ne kadar kaliteli olduğunu, değerini hak ettiğini anlatarak fiyattan bir lira aşağıya inmek istemiyordu. Karşısında kabullenmekten başka seçenek bırakılmayan adam pazarlık savaşında çok da ısrarcı olmadı.
Sobacının karşısındaki berber dükkânını korkan gözlerle keşfe devam ettim. Berber ustura bıçağıyla hünerini sergiliyordu. Berberin alışılagelmiş şekilde her fikri onaylayan başı, uzay boşluğunda istemsizce hareket ediyordu. Hâl hatır, ne işle meşgul olduğu faslı bitmiş, her muhabbetin olmazsa olmaz ortak tanıdıkları bulunmuş gözüküyordu. Sıra enseye geldi, topuklamak için tam fırsatıydı.
Hep aynı korku; ya yakalanırsam! Doğulu olduğum koyu tenimden anlaşılıyordu. Bir iki Kürtçe kelime ezberleyenler aynı soruyu soruyordu. “Tu kürdî dizanî?” Evvelce berber de sordu. İkinci soru bu işin burada bitmeyeceğini, bunun başlangıç olduğunu gösteriyordu. “Müslüman mısın?”. ‘Ben de sizdenim, bırak beni’ dercesine “Müslümanım” dedim. “Elhamdülillah Müslümanım diyeceksin imansız!” diyerek tokadı yapıştırdı. Sobacı, sünnetli olmadığımı ortalığa döktü. Kendisini eşraftan sanan, itibarı üç kuruştan fazla olmayanlar da dahil oldu. Zorla pantolonumu sıyırıp baktılar. Tıpkı 1 Mayıs günü Gayrettepe Karakolunda olduğu gibi. Uzun boylu, deri ceketli, safını belli eden bıyıklarıyla koltuğunda oturan genç komiser, kimliğimin önünü arkasını çevirdi, hafifçe ayağa kalktı. Nereli olduğumu artık biliyordu. Üstüne bir de Taksim’e izinsiz çıkmıştım. Beni gözleriyle tarttıktan sonra sorguya başladı. “Müslüman mısın?”. İkinci sorudan başlamıştı. İlk sorunun cevabı henüz gözlerinden kaybolmamıştı, yaş ilerledikçe yüzüme bir nurlanma da gelmemişti demek. Gözlerim “sizden değilim” diyordu. Bir sonraki soru da tanıdıktı. “Sünnetli misin?” Beni sünnet eden mahallenin namı değer sünnetçisi Ustura Cemil’i şahit gösterecek değildim. Sustum. Bu sefer tokat gecikmeli geldi. Havada sallanmam uzun sürmedi. Bir oda dolusu meraklı gözün kontrolünün sonunda; pantolonumu, sağından solundan çekiştirilmiş tişörtümü, kandan yapış yapış olmuş en sevdiğim kot ceketimi, iç çamaşırımı ve bağcıkları bıçakla kesilmiş ayakkabılarımı kucakladım. Anadan üryan nezarethaneye götürülmek üzereyken komiser durdurdu. Yeni bir sual beklerken, gafil avlandım. Bu yediğim Osmanlı tokadıydı.
Defalarca uyandım, uyumak istedim, yorganın altına girdim, saklandım lakin içimdeki korkuyu bir türlü atamadım. Fiskostaki geyikler öne doğru yürüyor ama ilerlemiyorlardı. Perdenin içine işlenmiş yaratıklar her an üzerime atlayıp boğazlayacak zannediyordum. Kafamın içindekilerle cebelleşip durdum. Çok yorulmuştum, sonunda uyuyakaldım. İçimde dolaşan kâbus, günü de esir alacaktı. Karanlıktan beslenen karabasan gündüz uçurtmalara musallat oldu. Gökyüzü kara renge boyandı. Sene 93, Temmuz’un ikisiydi.
Akşam eve döndüğümde babam, annem, kardeşlerim televizyonun karşısına gulbeng tutarcasına dizilmiş dua ediyorlardı. Televizyondan duman yükseliyordu. Yanan otelin kırık camlarından yükselen alevler ocağımızın tam ortasına düşmüştü.
Sabah erkenden kalkan anamın gözlerinin derinliklerinde dolaşan korku günyüzüne çıkıyordu. Bulutlarla taşınan kül henüz toprağa düşmemişti. Oyalı yazmasıyla kelimelerin üstüne düşen yaşı silerken, “sakın Alevi olduğunu kimseye söyleme” dedi anam.
Yalnız değildim, ayakkabı boyayan, simit satan cümle çocuk mayası birlikte yoğrulmuş endişeli öğüdü aldı. “Sakın söyleme!” Öyle ki gazeteciler fotoğrafımızı çekmek istediklerinde bizden yaşça büyük olan Ahmet abi olay mahallinden sıvıştı. Ertesi gün gazetede “arkadaşları oyunda, onlar iş başında” başlıklı haber yayımlandı. Havuzda yüzen çocuk fotoğrafları yanında bizim de fotoğrafımız vardı. Herkesin saçı üç numara, benimki hariç. Anam hâlâ çeyiz sandığında eşsiz bir mücevher değerinde saklar.
Yaz ortasında bizim de bir havuz maceramız olmadı değil. Belediye binasıyla kapalı çarşının ortasında içine dilek tutulup bozuk para atılan küçük fıskiyeli havuzda, biz bozuk paraları toplarken Tarık o zaman yeni yeni popüler olan tasoların derdine düştü. Mehmet abi kardeşinin beş para etmeyen uğraşına kızarak havuza itti. Üstü başı sırılsıklam oldu Tarık’ın. Kahkahamız bekçinin düdük sesiyle kursağımızda kaldı. Havuzun sağına soluna bıraktığımız kıyafetlerimizi kucaklayıp çırılçıplak sıcak sular mevkiine kadar yaklaşık beş dakika tabanlarımız kaba etlerimize değerek koştuk. Şehir merkezinde şaşkın bakışlı gözler, bir grup çocuğun tuhaf atletizm yarışmasına tanıklık etti. Anlaşıldığı üzere bu yaşa kadar üryan geldik, gidiyoruz.
Birbiri ardı yaz günlerinde normalde dağınık olan saçlarımı kara kızın gördüğündeki gibi yana taradım. Defalarca geç kalacağım diye olmadık zamanda boyanan ayakkabıları yetiştirmek için alnımdan gözlerime akan terleri sildim. Hafta sonları dershaneye geldiğini bildiğim halde her gün hiçbir randevu olasılığını kaçırmadan olmam gereken yerde, vakitten bir saniye bile eksiltmeden hazır ve nazırdım. Adı neydi bilmiyordum, görsem nasıl seslenecektim bilmiyordum. Sadece aklımda kalan siyah güneş gözlüklü, hafif kıvırcık saçlı, elinde İngilizce ders kitabı olan kara bir kız.
Ezan sesi araba seslerini bastırıyordu. Adliyenin orada her zamanki yerimde heyecanımdan eser yoktu. Durma noktasındaydı kalbim. Okul hafta başında açılacaktı. Kararımı verdim, hafta sonu gelmeyecektim. Son defa dershaneye doğru baktım. Bulutlardan izini sürdüm. Soluksuz yağmurun sürüklediği küçük taşların ardında aradım. Gelmeyeceğini bile bile. Sokak bomboştu. Kırtasiyeci abla kirlenmiş camını siliyordu. Eskimiş dikiş makinesinin sesi şaşaalı zamanından uzak, emekliye ayrılmaktan başka şansı olmayan detone solist kadınları andırıyordu. Lokantada halinden memnun olmayan mübaşirler içlerine bağırıyor, tabldot yemeklerini yazgılarının bir gereği olarak yiyorlardı. Şipşak dayı gözlerini nüfus müdürlüğünden gelecek olan avlarına dikiyor, sokağı işgal eden ayakkabılar ise arkalarından iz bırakmıyordu. Sokakta onsuzluk vardı. Aramaktan vazgeçmiş gözlerim iki müşterinin bıraktığı siyah ayakkabılardaydı. Bir solukta şehrin en işlek caddesinden karşıya geçtim. Aynı nefesle boya aldığım malzemeci dükkânından çıktım. Tabureme oturdum. Önce ayakkabılara cila sürdüm. Çakmağı ateşledim ve eylemime başladım. Arkeolog titizliğinde kazıma işlemini tamamladım. Mavi ile kırmızı boyaları yeni aldığım süngerle birbirine karıştırıp harmanladım. Sonra sarı renkli boyanın kapağını açtım. Ayakkabılar bir sihirbaz marifetiyle boyadıkça değişti, güzelleşti. Sokak Yasemin ve Menekşe kokuyordu. Ayakkabıları oracıkta bıraktım. Hayattan iki çift terlik ve iki ekmek parası alacaklıydım.
Eve gitmeden doğruca, lakabı kasap olan berber Şevket amcanın dükkânına vardım. Koltuğa oturdum. Sualini beklemeden üç numara dedim. Zira çocukluğumun vazgeçilmez saç kesimi alabros ya da Amerikan modeli bu dükkâna uğramamış, Şevket amca tarafından gavur icadı sayılmıştı. Çocuklarını dükkâna getiren babalara çarşıyı kastederek, ‘aşağıya götürün orada tıraş ettirin’ diye azarlardı. Kırpılan saçım beni terk ettikçe küçük dükkânın yer yer kırık, çatlamış fayans döşemelerinin üstünü kapatıyordu. Aynaya baktım. Her şey kabak gibi ortadaydı.