Turna Öyküleri / Bölüm 3
Uçarken turnalar göğün mavi ufuklarında kanat kanat, umut ve kızıl şafaklar, altın sarısı göl kıyıları ve derya, deniz, nehir, başak, çiçek, yaprak ne varsa hepsi birden selamlarken onları, biz yerde karınca sürüsü, elleri toprak toprak çatlamış, elleri çark çark parçalanmış insan, ayakta kalmanın derdindeyiz.
Fakat olsun, sen aldırma, uç git gideceğin yere. Yani büyü Turna’m, korkmadan, vazgeçmeden, cesurca aldırma bugün olana bitene. Çünkü büyüyeceğin, yani varacağın yerde kurulmuş olacak “Güneşin Sofrası”. Tabii o sofrada üst üste dağ gibi yığılmış nanê sêlê de olacak. Hem de ballı kaymaklı yağlı…
Isır şimdi, öyle kocaman ısır ki onu yoksul kokan, yoksun kokan açlık kokan, çöl kokan; bazen kir kokan, küf kokan; bazen pas kokan, bu kentlerin sacları, yani sokakları sıcak ekmek koksun. Koksun ki daha çok verilsin ekmeğin ve yarının kavgası.
Öyle bir ısır ki o ekmeği doya doya, tadına vara vara, biz de inanalım bir anlığına, tüm açlık çekenlerin hepsinin doyduğuna. Ama deryada balığın, Afrika’da ikiz doğurmuş ceylanın, Serhat’ta arpa tarlasını yurt edinmiş altı civcivli bıldırcının, çelik fabrikasındaki işçinin, çökmüş, yorgun omuzlarıyla, sararmış yüzüyle yanımızdan geçen orta yaşlı kadının, hepsinin işte, hepsinin bir eksiksiz karnı doysun…
Biliyoruz, bazıları gülüp geçecek, bazıları ham hayal diyecek. Bilmiyorlar, yarını kuracak olanlar onu bugünden hayal edebilenlerdir. Bugünün acıları karşısında umutsuzluğa kapılanlar, zaten yarınları hayal edemeyenlerdir… Yani Turnam yani, bizim güzelce kuşumuz, şimdi öyle bir ısır ki o ekmeği, şöyle tam ortasından, daha bir inanarak tutunalım hayallerimize…
Çünkü bu hayallerdir senin büyüyeceğin, uçacağın, varacağın yer ve orada büyümek, ne şimdiki gibi zor bir işe ne esaslı bir sınava ne bir annenin kalbindeki ayrılık acısına benzeyecek.
Büyümek rüzgâr gibi, sabah güneşi gibi ve akşam serinliği gibi, büyümek mor menekşenin beyazca gözü büyümek parlament gecelerinde denizlerin yakamozu; büyümek, yürekte milyon bedende yek. Büyümek, özgürlük aşkıyla, özgürlüğe büyümek…
Büyümek turnalar gibi çoğul, çocuklar gibi saf û billur ve cevher olan kalplerin hep böyle kalabilmesini sağlayarak büyümek…
Yani esasen, büyümek uzayarak serpilen boyumuza; sarıdan karadan beyaza dönüşen saçlarımıza rağmen, geçip giden yıllara bana ne dercesine omuz silkerek çocuk kalabilmektir…
Büyümek bakışları gül, özlemleri kor, hayatı gür bilerek; büyümek en büyük inatla bütün yanlışlara, büyümek çocuk gibi temiz, turnalar gibi cesur… Büyümek coşkun akan Fırat gibi ırmakçasına büyümek…
Büyümek toprakta nehir olmaktır, akıp akıp durmadan giden…
Büyümek gökte turna olmaktır aşıp aşıp giden…
TURNADAN BIZE-3
Şarkı Söyleyen Serçeler
Bir tutam şeker koyun bahçe duvarının dibine, koşarak gelir hemen karıncalar, hem de binlercesi neşeyle küçük antenlerini oynata oynata. Antenciklerle konuşuyorlar. Antenciklerle gülüyor, gülümsüyor, sevinç çığlıkları atıyorlar. Hemencecik bir yol inşa ediyorlar. Evlerinin olduğu yerden şekerin olduğu yere. İnce bir ip gibi uzanıyor duvarın dibindeki bu yolda karınca kervanları…
Hiçbiri diğerinin şekerini almaya çalışmıyor. Bu yüzden de hiçbiri kendine ait olanı korumak için kavga etmek zorunda kalmıyor. İtişme yok, yer kapmaca yok, emir veren yok. Sadece her biri geliyor, şekerden bir tanesini alıyor ve sonra evine dönüyor…
Çok sürmüyor, duvarın dibindeki kervan yolunda kervan sayısının artması. Bu öyle bir yol ki, eli boş gelenler keselerinde hiç altın taşımadıkları halde çıkınları dolu dolu dönüyor…
Zaten hiçbiri götürdüğü yiyeceği tek başına yemezmiş. Bunu yeni öğrendim. Karıncalar evlerine götürdükleri her bir lokmayı birlikte yiyorlarmış. Ev dediysem ev değil aslında, kocaman bir karınca ülkesi ve orada milyonlarca karınca birlikte yaşıyormuş. Ama karınca ülkesinde ne polis varmış ne gardiyan ne eli tüfekli askerler. Zengin yokmuş fakir de, patron işçi de… Orada sadece mutluluk varmış.
Birlikte çalışıyor, her bir lokmayı birlikte yiyorlar. Aç gözlülük çıkınca aradan ne kavga kalıyor ne açlık. Bölüşerek paylaşarak çoğaltıyor karıncalar; yemeği, sevinci ve mutluluğu. İnsanlar da birlikte çalışıyor ama bazıları her şeyi kendisine alıyor. Onların yüzünden diğerleri ne tam olarak yemeklerini paylaşabiliyorlar, ne sevinçlerini, ne mutluluklarını… Bazıları zengin, bazıları fakir… Bazıları hapiste, bazıları hapishane yapıyor. Paylaşa paylaşa mutlu olan karıncaların aksine paylaşmaya paylaşmaya mutsuz oluyor insan.
Keşke bütün insanlar mutlu olsa… Mutluluk çok güzel bir şey. Milyonlarca karınca birlikte mutlu oluyor da bir apartmanda yaşayan bir avuç insan mutlu olamıyor. Bu çok saçma değil mi? İnsan uçak yapıyor, gemi yapıyor, hatta uzaya bile gidiyor ama mutlu olamıyor. Bir tutam şekerle milyonlarca karınca mutlu olabiliyor ama bunca şeyi yapan, altı milyar insan mutsuz. Kimse bunun nedenini sormuyor mu acaba?
Zaten bazı şeyleri hiç mi hiç anlamıyorum, mesela bunca insan açlık çekerken ekmeğin, sütün parayla satılmasını. Aç çocuklar süt içemiyor ama marketler süt dolu. Bence paylaşmak lazım sütü, ekmeği, arabayı ve bütün oyuncakları… Çünkü insan paylaşmadan mutlu olamaz. Mutlu olmadan mutluluğunu da paylaşamaz. Mutluluğunu paylaşmadan hayallerini de paylaşamaz. Hayallerini paylaşmadan da birlikte yaşayamaz…
İşte bunlardan dolayı ben nanê sêlê’yi paylaşıyorum. Bazen insanlarla, bazen sokak kedileriyle, bazen serçe kuşlarıyla; havalandırmanın bir köşesine ufaladığım ekmekleri koyuyorum. Ben biraz uzaklaşır uzaklaşmaz, cıvıldaşa cıvıldaşa hemen ekmeğin başına toplanıyorlar. Şarkı söyleyerek oynaşa oynaşa birlikte yiyorlar, her bir lokmayı.
Hani bazen bazı insanlar şöyle diyor; yemeğini ye oynama!” ya da “yemeğini ye sonra oynarsın” Galiba böyle diyenler serçeleri yemek yerken hiç görmemiş. Eğer lokmalarını onlarla paylaşsalar, balkonun bir köşesine birazcık ekmek ufalayıp koysalardı o zaman sofraya böyle çatık kaşlarla oturmaz, şarkı söyleyen serçeler gibi mutlu olurlardı. Bazı insanlar hiçbir şeyi paylaşmıyor. Onlar sadece kendilerini ya da kendi çocuklarını seviyor. Ne başka insanları umursuyorlar ne şarkı söyleyen serçeleri ne karıncaları…
Eğer böyle olmasaydı o zaman insanlar karıncalar gibi mutlulukla çalışır ve serçeler gibi şarkı söyleyebilirlerdi. Dahası annem ve arkadaşlarının dört yanına bu duvarları örmez, her yere bu dikenli telleri çekmez, üstümüze bu demir kapıları kilitlemezlerdi; ama yapıyorlar çünkü kendilerinden başkasını önemsemiyorlar.
Bazıları çevrelerinde mutsuz ya da üzgün insanlar olsa bile mutlu olabiliyor. Ben mutlu olmayı seviyorum fakat yakınımda biri üzgünse hiç mutlu olamam. Başkaları mutsuzken mutlu olmak nasıl bir şey bilmiyorum. Acaba siz biliyor musunuz?
Son bir şey daha söylemek istiyorum ya da sormak… Ben size bunları anlatırken, üstümüze demir kapıları kilitleyenler bana yine kızdılar. Niye mi? Karıncalar ve şarkı söyleyen serçeler için biraz şeker ve biraz ekmek koyduğum için!.. Fakat ben bunu yapmaya devam edeceğim. Yapmazsam aç kalır, mutlulukla koşuşturan karıncalar ve şarkı söyleyen serçe kuşları…
BIZDEN TURNAYA
Biz de Mutlu Kentler Kuracağız
İnan bize Turnam, inan o mutlu kentler, kurulacak elbet bir başka türlü umutla. Hem de harcına sevinçler katarak, hani şimdi çok alışkın olmadığımız sevinçlerden, üstelik bol bol. Duvarlarına emek, sokaklarına sevda, evlerine aşk, çatılarına kuş cıvıldayışları, parklarına gülümseyen çehreleriyle çocuk masumiyeti ve meydanlarına özgürlük rüzgarları doluşacak.
Otobüsleri sakin, metroları dertsiz, durakları gamsız, tiyatroları hınca hınç dolu okulları çiçek bahçesi… Bu kentlerde durduk yere gülenlerle değil durduk yere kaşlarını çatarak, ciddileşenlere deli denecek!
Bu kentlerde ağaçlar içinde sokaklar, kuşlar içinde ağaçlar, sevinçler içinde insanlar olacak.
Mutluluk olacak esas yükleri, peronlara yanaşan uçakların, garlara giren trenlerin otobüslerin, limanlara demir atan gemilerin mutluluk olacak… Kavuşmalarla dolup taşacak havaalanları, limanları, istasyonlar… Değişecek hareket noktalarının klasik öyküsü, kaygısızca atılacak bütün o ilk adımlar…
Mutlu kentlerde kurulacak yepyeni yaşamlar. Biz de mutlu karıncalar gibi kervan kervan gideceğiz işimize, şarkı söyleyen kuşlar gibi ve çok daha dinç döneceğiz geriye, daha da mutlu… İş de bölüşülecek, ekmek de, süt de, elma da… Ve sen istersen elbette oyuncaklar da…
İşte ancak o zaman, paylaşılır mutluluklar paylaştıkça çoğalarak…
İşte o gün, pay edilir hayaller, pay ettikçe gerçekleşerek…
İşte o an, gül dalında başka bir şarkıya başlar bülbül ve söyledikçe uzar gider ömrü…
İşte ancak o gün, başka türlü açar kanatlarını turnalar ve uçar giderler tan vakti ya da akşamüstü kızılına doğru…
İnan Turnam inan; bu lanetli zamanlardan geriye hiçbir iz kalmayacak. Kurunca mutlu karınca kervanları gibi çalışarak, kurunca o mutlu kentleri; kurunca o kentlerden mutlu ülkeleri ve o mutlu ülkelerden o mutlu dünyayı, ne şu an dört bir yanımızı saran bu duvarlardan bir iz kalacak, ne onları yapanlardan bir nişane; ne dikenli tel, ne demir kapı, ne üstümüze kilitleyenlerden bir eser.
İnan bize turnam, o gün geldiğinde ne karıncaları unutacağız, ne kedileri, ne kuşları. Öylesine çok ihtiyacı var her bir hayatın her bir diğerine, içlerinden biri eksilse eksilebilir binlercesi. Birinden vazgeçmek vazgeçmektir kendinden.
Öylesine çok koruyarak seveceğiz ki onu, öylesine temizleyeceğiz ki kirinden lekesinden; adeta yeniden doğacak, bütün hayatların tek yuvası dünyamız.
İşte o zaman bunu gören serçeler şarkı söyleye söyleye, cıvıldaşa cıvıldaşa gelecekler, hiç korkmadan avuçlarınıza konacak, hatta omuzlarınıza tüneyip uyuyacaklar güven içinde…
O gün gelecek, katar katar mavilerde yol ala ala uçarken turnalar; biz avuçlarımızda şarkı söyleyen serçelerle seyredeceğiz onları…
TURNADAN İNSANA-3
İnsanı Gördüm
Ben ateşler içinde yananları gördüm, kar içinde donanları, göçüklerde tükenenleri, dizleri bükülmüş kın içinde yürekleri, ağlayanları ağlatanları gördüm…
Kılıç kuşananları gördüm; bir taşa bir gülü kazıyanları; sararmış yüzleriyle yorgun insanları, göçleri, sürgünleri, umutsuz seferleri, dağları aşıp gidenleri…
Ben ateşten doğanları gördüm, kar boran içinde yol alanları, can evinden vurularak yerle bir olduktan sonra selviler gibi yeniden doğrulanları…
Azraile kafa tutanları gördüm, ağıt yakanları; dağı deleni, dağa yenileni…
Kervanlar gördüm nice nice çöllerde sonuna kadar geçip gittiler… Gemiler gördüm azgın dalgalar içinde yine de yeni ufuklara vardılar… Nehirler gördüm dağ gibi setleri yıkıp geçtiler…
Ben insanı gördüm, insan için dövüşenin içinde, insanlığından vazgeçeni gördüm insanlığa karşı dövüşenin içinde…
Deryalar gördüm deryalar içinde, civanlar gördüm kan ter içinde, yenilmeyenler gördüm zindanlar içinde…
Zümrüdü Anka’yı gördüm, gördüm onu umut içinde, umudu gördüm insan içinde, insanı gördüm isyan içinde…
Bundandır kanatlarımı insan için gerişim. Bandandır; sevdasına ses verişim. Bundandır; umuduna sarılışım…
İNSANDAN TURNAYA
Turnayı Gördük
Seni gördük, kar içinde donanların gözlerinden.
Kın içindeki yüreklerin değil ama bir taşa bir gülü kazıyanlarınkinde.
Seni gördük ateşler içinde, o ateşten doğduğumuzda gördük seni, vurulduğumuz yerden selviler gibi boy verdiğimizde, kar boran içinde kaldığımızda…
Ağıtlar yakılırken gördük seni, kahramanlık türkülerimiz söylenirken; susanların değil ama haykıranların gözlerinde…
Kervanlarımız dizilirken yolculuklara gördük seni, dalga dalga deryalarda yol aldığımızda, nehirler gibi taştığımızda; o varılmaz sanılan ufku geçtiğimizde, zindanlara baş eğmediğimizde…
Haykıran kadınların zılgıtlarında gördük seni, işçilerin ırmak misali yollara taştığını anlarda… Amed Dağkapı’da bir civanın okuduğu bir şiirde gördük seni…
Biz de gördük Zümrüdü Anka’yı, gördük umut içinde, gördük bir turnanın gözlerinde, gördük bir çocuğun sevincinde…
Bundandır; kanatlarına umut deyişimiz… Bundandır, sevdana can verişimiz… Bundandır, adına türküler yakışımız… Bundandır; cihana seninle seda ve sevda salışımız…
Ergül Çiçekler / Esra Soyaktaş
Önsöz Dergisi 55. Sayı