-I-
Edebiyatın genel evrenidir, hiçbir yapıt boşluğa doğmaz. Edebiyatın süreklilik haline sonradan eklenir. Bu dünya ve içinde olan yaşam bizden önce de düşünülmüştür. Bütün yapıtlar kendilerinden önceki yapıtlarla yapılmış bir muhabbetin izini taşır. Çağdaş edebiyatta da bu böyledir. Bunun her zaman kasıtlı bir konuşma olması da gerekmiyor. Yine de metinlerin kendilerinden önce üretilmiş metinlerle konuştuğunu söyleyebiliriz. Durum böyleyken yapıtın önüne üç seçenek çıkıyor.
Yapıt kendinden önce yazılmış metinleri destekler ve büyütür: Gogol-Dostoyevski-Kafka örneğinde olduğu gibi. Dostoyevski Gogol’den aldığı değersizlik duygusunu büyütür ve yeraltı insanına dönüştürür. Yeraltı insanı olma hali, kişinin kendini başkasının karşısında ezik hissetmesi, kendini var edememesidir. Kafka da Dostoyevski’den aldığı yeraltı insanı kavramını böcekleştirir.
Yapıt kendinden önce yazılmış metinlerin önünü tıkadığını düşünür:
“Ölmüş kuşakların geleneği” diyordu Marx, “yaşayanların üzerinde bir kabus gibi çöker.” Sadece tarihte değil edebiyatta da böyledir. “Ölmüş kuşakların geleneği ölmüş yazarlara dönüşür.” der Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da Selim’e şu cümleyi söyletir: “Gorki’yi kendime benzetmek isterdim, ama rıhtımda un çuvallarını bir taşıyışı var, nerde bende o kuvvet.”
Yapıt kendinden önce yazılmış metinlere itiraz eder ve başka bir bakış açısı kazandırır. İtirazlar doğrudan yapılamaz. Yapıt bittiğinde metnin evreninden anlaşılır.
Yazar kurar. Okur ne yaptığını düşünür. Bir kitabı okurken ne yapıyoruz? Ne yaptık bu yazılarda, Nazım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Leyla Erbil, Cemil Meriç vs. okurken…
Bu yazı edebiyat evreninin üçüncü durumuna dairdir. Okuru düşünmeye, karşılaştırma yapmaya, metinleri çarpıştırarak ikili okuma yapmaya davet ediyor. Fikirsel problemleri bir başka yazarla karşılaştırmak…
Söz okurun diyerek başlayalım. İlk durağımız Kemalettin Tuğcu ile Orhan Kemal olacak. Şehir caddelerini dolduran sokak çocukları edebiyata 80 yıl önce Kemalettin Tuğcu’nun romanlarıyla girmişti. Zavallı Çocuk, Izdırap Çocuğu, Küçük Çırak gibi onlarca romanıyla yoksulluk algısını işledi Tuğcu. Hikayelerinde yoksulluğu bir sınıfsal problem olarak değil, çocuğun erdemleri sayesinde üstünden geleceği bir kişisel talihsizlik olarak anlatır. Gelinen nokta fakirlikte bir hayrın olduğudur. Tuğcu çocuğu “Yuvadan Uzakta” kitabında “üzülme anne” der “Allah bizi fakir düşürdüyse, bu bir bakıma benim hakkımda hayırlı olacaktır…”
Orhan Kemal’in çocuklarına dönebiliriz şimdi. “Dünyada Harp Vardı” kitabında “Çikolata” öyküsünde yoksulluğun acımasızlığını anlatan daha iyi bir öykü bulmak zordur. Mahallede, şekercinin vitrininin önündeyiz. Vitrinde renk renk kağıtlara sarılı çikolatalar vardır. Yoğurtçunun kızı, kaldırım kenarında buruşturulup atılan gümüş kâğıdı görür ve Tuğcu çocuğunun hiçbir zaman yapmayacağı şeyi yapar. Kâğıdı yalar. “Bereketli Topraklar Üzerinde”de “Bu Allah da hep onların Allahı mıdır nedir? Fakir fukaraya garz tekmil” sorusunu görürüz. Tuğcu hikayesi talihsizlikten talih, yoksulluktan kuvvet doğacağını müjdeler. Orhan Kemal hikayesinde yoksulluğa isyan vardır.
***
İstanbul birçok şaire konu olmuş bir şehir. İstanbul’u anlatan şairler arasında Ahmet Muhip Dıranas ve Vedat Türkali de vardır. Dıranas “Yağma” şiirinde İstanbul’u burjuvazinin şehri olarak ve eski günleri özlemle anarak anlatır.
Boğaz’ın bir kıyısında, aydınlık
Pencerelerde -her bulutun yolu-
Bir mevsim, seninle baş başa kaldık
Yaşadıkdı bir zaman İstanbul’u
…
Hani o masal dünyası yalılar,
Hani o kayıklar ki kızca beyaz,
Hani o kadınlar ki sevdalılar,
Renk renk şemsiyeler altında bin yaz?
Vedat Türkali, romancılığıyla bilinen bir yazar. Onun belki de bilinen tek şiiri “Bekle Bizi İstanbul”dur. Vedat Türkali işçilerin ve kavganın şehri İstanbul’u yazar.
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bulutların ardında damla damla sesler
…
Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi baskı makinesi
Haramilerin elinde
Ve mahzenlerinde insanlar bekler
…
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
…
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
***
Tanpınar okurları onun geçmişi hep “saltanat” “azamet” “hazine” “ihtişam” “haşmet” “fetih” sözcükleriyle anlattığını fark etmişlerdir. Geçmişi “zafer ve ganimet çiçeği” olarak anlatmaktan hiç vazgeçmedi. “Beş Şehir” kitabında yitik geçmişi “hayatın ahenk içinde olduğu mesut çağ” olarak imgelerken, bu imgeyi Osmanlı’nın fetihçiliğiyle özdeşleştirir.
50 kuşağından olan Leyla Erbil “Hallaç” kitabında “Kutsal Aile” öyküsünde geçmişi özlenen olarak değil hesaplaşılması gereken bir okumayla koyar. Kutsal aile öyküsünde Erbil beş kişilik bir ailenin kendi aralarında yaptığı bir sohbet ile gerçekleştirir hesaplaşmayı. Tarihçi bir baba, sönük karakterde bir anne, oğul, yatalak bir nine ve bebek… Nine muhabbetin ortasında şu cümleleri sayıklar, “Cebeciler kethüdası Mustafa Ağayı, cebeci başlığa… Deli Ömer Paşa’yı Midilli muhafızlığına…Bahri Mehmet Paşa’yı Kıbrıs valiliğine tayin ettim.”
Öykünün sonunda bebek kendini babasının kucağından yere atar ve bağırarak şu cümleler dökülür ağzından, “Baba, bana Viyana’yı kuşat… Baba bana Kırım’ı, Kıbrıs’ı, İran ve Irak’ı al! Baba bana taaa Asya’nın ortasından kopup geldiğimiz yerlere gideceğim bir at al!”
Tanpınar’la devam edelim. 1953’te Tanpınar Paris’tedir. Çinli, siyahi insanları görünce, mektuplarında şunları söyler, “-Meğer ben ne kadar beyaz ırk taraftarıymışım. Zerre kadar bir şey anlamıyorum Avrupalı olmayandan. Bana antropolojik tuhafiye eşyası gibi geliyor…” Bir başka mektubunda “Atilla beni burada bir zenci romancı ile Baldwin bilmem neyin Baldwin’i tanıştırdı… Benim huylarımı bilirsiniz: Öyle Zenci Çinli filandan pek hoşlanmam. Bana hilkatin acayiplikleri gibi gelir. Ben âri ırkındanım.”
Nazım Hikmet “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” kitabında Tarantu Babu’ya Mektuplar Destan şiirinde İtalya’da faşizmin nasıl yükseldiğini, bu yükseliş karşısında basının Mussolini’ye nasıl destek verdiğini ve nihayetinde İtalya faşizminin Afrika’yı işgale hazırladığını İtalya’da bulunan Afrikalı bir gencin sevgilisi Tarantu Babu’ya yazdığı mektuplar üzerinden anlatır. Uzun bir destan şiiridir. Biz sadece bunu Tanpınar’la karşılaştırmak için bu bölümü seçtik;
Geliyorlar Taranta – Babu,
seni öldürmeğe geliyorlar.
Karnını deşip
barsaklarının
kumun üstünde aç yılanlar gibi kıvrandıklarını
görmeğe geliyorlar.
Seni öldürmeğe geliyorlar Taranta – Babu
…
Oysaki, ne onlar seni tanır
ne onları sen
Ve ne keçilerin atlamıştır
onların çitlerinden.
Cemil Meriç “Bu Ülke” kitabında halkı “Yığın kadındır. Irzını teslim edecek bir zorba arar. Çobansız rahat edemeyecek kaz sürüsü” diye tanımlar. Halka duyduğu nefreti de kadınlıkla özdeşleştirir.
Nazım da halkı her şeyi yaratan olarak tanıtır “Onlar” şiirinde.
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
…
Destanımızda yalnız onların maceraları vardır.
…
Ve onlar için
Zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur denildi.
Cemil Meriç hep bir aydınlanmacı olarak tanıtıldı eleştirmenler tarafından. Mazlumun sesini haykırdığı anlatılır. Esir düşmüş ve aşağılanmış halkları anlattığı birçok eleştirmen tarafından dile getirilmiştir. “Mağaradakiler” kitabında şöyle konuşur Cemil Meriç, “Eğer insan İslam değil ise, eğer insan hidayete ermemişse ve bütün ruhunu İslamiyet’e vakfetmemişse dünyada benimsenebilecek bir ideolojidir Marksizm.” Cemil Meriç Marksist olma koşulunu böyle koyar, daha sonra aynı kitapta böyle devam eder; “Maddecilik Avrupa’da kilisenin hisarlarını yıkan bir dinamit, Asya’daysa bir ihanet.” sonra da “Marksizm bir ihanet-i vataniyedir” diyecektir.
Nazım Hikmet 19 Yaşım şiirinde okuyucusuna şöyle seslenir:
Seslenebildiğiniz kadar ses-
-lenin
24 saatte 24 saat Lenin
24 saat Marks
24 saat Engels
Yüz dirhem kara ekmek,
20 ton kitap
Oku
Yaz
Boz
Bağır
Bütün kuvvetinle nefes al…
etinde
iskeletinde ihtilal…
-II-
“Çekiç seslerinin gaza tekbirleri ve zafer naralarıyla, kılıç nal şakırtılarıyla, yarıştığı muzaffer, mesut devir.” İstanbul
“Büyük ve mübarek rüya” Paris Tesadüfleri
“Bir ırkın büyük rüyası” Tablolar Önünde
“Irkımızın gizli bir nabız gibi atan tarihi” İnsan ve Cemiyet
Tanpınar “devam zinciri” kırılmış bir iktidara sanatın gücüyle bir “mesut çağ” ve o iktidara bir hasret fikri hediye etmek ister. Geçmişten hep bir “masal ülkesi” olarak söz etmiştir. Peki bahsettiği geçmişte ne var? “Muzaffer”in içinde daima iktidar dehşetinin olduğu, bunun aynı zamanda bir köleleştirme tarihi olduğu, “devam zincirinin” aynı zamanda bir felaketler zinciri olduğu… Bunların hiç izi yoktur Tanpınar’da.
Walter Benjamin, Tanpınar’dan 9 yaş büyük Berlinli edebiyat eleştirmeni, kültür tarihçisi ve edebiyat estetikçisidir. Naziler iktidara geldiğinde 1933’te Berlin’i terk etmek zorunda kalmıştır. Adorno onu Amerika’ya çağırdığında “Avrupa’da hala savunulacak şeyler var.” diyerek çağrıyı geri çevirmiştir. 1940’ta bir mülteci grubuyla birlikte İspanya’ya geçmeye çalışırken o sırada sınır kapanır. Hitler faşizmine teslim edilme korkusuyla intihar eder. “Tarih Kavramı Üzerine” kitabında Benjamin “Hâkim sınıfın aleti durumuna düşmek. Geleneği onu hükmü altına almak üzere olan konformizmin elinden çekip almak, her dönemde yeni baştan girişilmesi gereken bir çabadır.” der.
Yine aynı kitapta; “Hükmedenlerin hepsi de kendilerinden önce galip gelmiş olanların mirasçısıdır” der ve devam eder, “o halde galip ile duygudaşlık daima hükmedenlerin işine yarar.”
“Hiçbir ezen kültürü yoktur ki aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın.” Yukarıda söylediklerinin toparlanışıdır Benjamin’de bu cümle. Okur bu cümleyi Tanpınar’ın çekiç seslerinin, gaza tekbirleri, zafer naralarıyla, kılıç nal şakırtılarıyla yarıştığı muzaffer, mesut devir gibi ifadeleriyle karşılaştırsın.
Benjamin’de geçmiş, aynı zamanda bir felaketler zinciri, bir talan alanı, bir yıkıntılar toplamıdır. Ezenin kültür tarihi, bir zenginliğin değil, başka anlatıları bastırarak, unutturarak oluşturulmuştur. Tanpınar’ın “devam zincirini” düşünüp kendini iyi hissettiği an, Benjamin’in dehşetle irkildiği andır.
***
Hayatı boyunca hep iki şeye karşı çıktı Peyami Safa. Bunlardan biri komünizmdir. “Sınıf yok, milli gövde var” diyordu. Karşı çıktığı ikinci şey ise farklı kültürler ve farklı inançlardı.
Fatih Harbiye kitabında “Allah’a bağlı tarihimizin ruhuna ve geleneklerine sadık kalmak“ diyordu. Nitekim Fatih Harbiye’nin “sentez” toplantısında Ziya Gökalp “müderris şeref bey” olarak yerini alacaktır. Safa’nın “Allah’a bağlı tarihimizin ruhuna ve geleneklerine sadık” dediği şeyin Müslümanlık ve Türklük olduğunu ayrıca söylememize gerek yoktur herhalde…
Yaşar Kemal dört ciltlik “Bir Ada Hikayesi” romanında farklı kültür ve inanca sahip insanları bir adada toplar. Adaya her gelen kültürünü ve inancını da getirir. Kendinden önce adaya gelmiş insanlara kültürünü ve inancını anlatarak tanıtır kendini. Ve adaya gelen her kişi veya kişiler adadaki yaşantıya, kültürleri ve inançlarıyla farklı farklı güzellikler katar. Şu cümleler Bir Ada Hikayesi’nin birinci cildi “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” kitabından;
“Yezidiler günde üç kere, bir sabah güneş doğarken, bir de tam öğleyin, güneş tepedeyken bir de gün batarken yönlerini güneşe dönerler, dualarını okurlar. Onların bizim gibi bellenmiş duaları da yok. Her isteyen çoluk çocuk, genç olsun şeyh olsun yüzünü güneşe döner ve dua ederler. Dünyanın en güzel şiirleri sanki o dualardan çıkmıştır…”
Tanpınar; “Türk tarihinin büyük hatırası” “Türk ırkının gizli bir nabız gibi atan tarihi” “Türk ırkının güzellik rüyası”nı, Cemil Meriç; “nal sesleri” ile “tekbir sedalar” ile “kılıcından kelle damlayan atlıları” “biz devlere kılıç bir de iman yaraşır…”ı, Peyami Safa; Türk ırkının “uzak ve yakın bütün zaferlerini“ “elinde tüfek gönlünde imanı”nı anlatmaktan hiç vazgeçmediler.
Bütün bu anlatılarda yatan şey “fetih” duygusudur. Hayalleri, rüyaları geçmişte olduğu gibi hep başka yerleri fethetme arzusuyla doludur.
Yine Yaşar Kemal, yine “Bir Ada Hikayesi” romanı… Bir adada yaratılan yaşam hikayesi. Yaşar Kemal’in ütopyası. Aynı zamanda bir anti savaş kitabı. Yaşar Kemal Bir Ada Hikayesi’nde Dengbeje söyletiyor. Dinleyelim;
“Geldik dünyanın öteki ucundan… İnsanlar mutluydu, ağız dolusu gülüyordu. Sen insanoğlusun. …senin yüreğin ağzına kadar sevgi doluydu. Savaşı yarattın, yaratmaz olaydın… Karşındakini öldürürken sen kendini de öldürmüyor musun… ağzına kadar çiçeklerle gün ışığıyla bin bir renkle doluydu bu dünya… bin bir kuşla bin bir sesle… hepsini öldürmedik mi… Sen yaptın bu işi, kendi kendine sen yaptın. En çok adam öldürenleri kahraman sen yaptın. Onları kahraman yapıp başına taç yaptın, mutlu mu oldun? Katilleri insanoğluna örnek gösterdin … Al başına çal bu örneği.”
***
Ve son karşılaştırmalı okumamız. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna kitabını başka birçok yazarın metinleriyle çarpıştırmaya çalışacağız.
Tanzimat yazarları Asya’yı erkek, Avrupa’yı kadın olarak kişileştiren bir evlilik metaforunu benimsediler.
Şinasi, “Asya’nın akl-ı piranesi ile Avrupa’nın bikr-i fikrini izdivaç ettirmekten”, Namık Kemal, “Şark ve Garb’ın fikri kemal ve bikr-i hayali arasında yapılacak bir evlilikten” söz eder.
Burada akl-ı pirane (yaşlı akıl) erkeği, bikr-i fikir (bakir fikir) ve bikr-i hayal (yeni hayal) kadını temsil ediyor. O halde Asya’nın olgun aklıyla Avrupa’nın bakir fikirleri arasında evlilik olacaktır. Yani Asya kemale varmış kudretli erkek, Avrupa ise fethedilmeyi bekleyen genç bakire bir kadın.
Tanzimat romanının başından bu yana varlığını hep koruyan bir klişe vardır. Kadın göz, erkek ruhtur. Kadın beden, erkek ruhtur. Kadın içinde bulunduğu hayattan uzaklaşmaya çalışır, asıl hayatını romanlarda yaşar. Erkek yine ruhtur. Sadece züppe erkekler bu kalıbın dışındadır. Ki züppeleşmek kadınlaşmaktır zaten onlara göre.
Tanzimat edebiyatının Doğu-Batı sentezi anlattığımız bu iki durumla tamamlanmış olur. Avrupa kadınsa o zaman maddedir. Asya erkekse o zaman ruhtur.
Peyami Safa’nın romanlarında züppeliğin yakınlarındaki kadın eğitim görmüş, yabancılarla yakın ilişkiler kuran, piyano çalan, roman okuyan kızdır. Bu kadın karakter halis adamla züppe olan arasında yani Doğulu ruhla Batılı madde arasında bocalar. Ama sonunda tercihini ruhtan yana kullanır. Yerel olanı seçer. Doğu-Batı sentezi mutlu sonla gerçekleşmiş olur.
Sabahattin Ali Kürk Mantolu Madonna kitabında romanın kahramanlarından Raif Efendi gençliğinde Almanya’ya gider. Bir gün orada bir sergide ressam Maria Puder’in kendi fırçasıyla yapmış olduğu portresini hayranlıkla izler ve portredeki kadına yani Maria Puder’e aşık olur. Daha sonra Raif efendiyle Maria Puder arasında güçlü bir bağ oluşur. Bu arada Maria sadece bir ressam değildir, keman çalan ve şarkı söyleyen biridir. Raif için şaşırtıcı bir kişiliktir. Maria güçlü bir kadın karakterdir. Erkek egemen dünyada tek başına kalabilmiş ve hayatını sanatla daim ettiren bir kadındır. Yani her şeyiyle güçlü bir kadındır. Raif Efendi ise silik bir karakterdir.
Kürk Mantolu Madonna kitabı aşkın işlendiği bir kitaptır, doğru, ama sadece bu kadar mı? Metni daha yakından çözümlediğimizde Sabahattin Ali’nin kendinden önceki yazarların kurduğu Doğu-Batı okumasına bir itirazı görülecektir. Doğu-Batı sentezinde; Doğu erkek, aklı başında olgun ve güçlüdür. Batı güzel alımlı genç bakire bir kadındır. Sabahattin Ali bu senteze tam zıt bir kurgu kurarak itiraz eder. Bizce Sabahattin Ali kendisinden önceki yazarlara bu anlamda enfes bir cevap vermiştir.
Sinan Özgür
Önsöz Dergisi 55. Sayı