“Zaman akıp gidiyor ve ben hala ciddiye alınacak bir yol kat edemedim.” diye düşündü. Aynı çemberin içinde dolanıp durduğuna mı, yoksa gün geçtikçe uzaklaştığı insanların ona için için güldüklerine mi üzüldüğünün ayırdında bile değildi. “İşte yine zaman!” Gençliğinde açıkça dalga geçip, zaman üzerine bu kadar kafa yormanın boşuna zaman harcamaktan başka bir şey olmadığını yüzüne vururlardı. Yıllar geçtikçe onun yılmadığını ve bu işi ne kadar ciddiye aldığını görenler saygı ve acıma karışımı alaycı bir yüz ifadesi takınıyor, suskunluk fesadına boğuyorlardı. Bu düşünceyle silkelendi, canlandı. “İşte zamanın zaferi!” Sesini duymanın şaşkınlığını yaşadı. Ne kadar olmuştu laboratuvara çevirdiği evinden çıkmayalı ve insanlarla konuşmayalı?
Üniversiteden yeni ayrıldığı yıllarda onu takip eden, evine ders almaya gelen öğrencileri vardı. Nihayet onlarda iş güç, çoluk çocuk sahibi oldular ve unutup gittiler zaman mühendisliği ideallerini. Emekliliği dolmadan, üniversitedeki fizik mühendisliği kürsüsünden bir hışımla ayrılmıştı. Bu yüzden düşük emekli aylığıyla geçimini güçlükle karşılıyordu. Çatı katındaki iki gözlü bu kiralık daire onun hem evi hem laboratuvarı olmuş, sığınağını yıllarca tüm gözlerden saklamıştı. Şimdi tek başına odanın bir ucundan diğerine yürüyor, sürekli beynini meşgul eden sorularının içinde dolanıp duruyordu.
“Bir insanın ne kadar zamanı var ki zaten. 60 yıl mı, 70 yıl mı? Günde 8 saat uyusa 20 yılı uykuda geçiyor. İlk 15 yıl hayatı anlamaya, sonraki 5 yıl karar vermeye ve yolunu çizmeye, 10 yıl denemeye ve yanılmaya derken 30’lu yaşlarına geldiğinde ancak hayat başlıyor. Uyku, yeme, içme, yaşamak için çalışma, temizlik vb. Sonra… Sonra… Kalan 8 ya da 10 yıl… Nasıl bir yanılsama bu…? Yetmiş yaşındaki bir insanın kullanabildiği sadece on yıl… Bazen sonu gelmez bu hesaplar ve sorgularla yatağına giriyor, huzursuz bir uykuyla sabahı ediyordu.
Zamanın göreceliliği, geri konulmazlığı, tekrar edilemezliği, yerinin başka bir şeyle telafi edilemezliği ve genişletilemezliği, bilim, tarih, spor, sanat, insana ve doğaya dair ne varsa her şeyin ölçeği oluşu, tüm çalışmaların merkezine oturtuyordu onu. “Mühendislik en az hata ve en az harcamayla bilimi alana uygulamak değil miydi? Artı değer “işçinin çalınmış zamanı” tanımına kim karşı koyabilir? Tarih, insanlığın sınıflar mücadelesinde aldığı yolu zaman içinde sorgulamıyor mu? Bir spor alanında eşitlik zaman sınırlamasıyla sağlanmıyor mu? Sanatın değeri zamanına etkisiyle ölçülmüyor mu? İnsan dediğimiz doğumla ölüm arasında paylaşan, üreten duygu ve zekadan başka nedir? Ne kadar soyutsa o kadar somut… Doğanın ve insanın ölçeği… Tüm bilimlerin anası… Diyalektiğin ta kendisi…” Düşündükçe coşuyor, heyecanlanıyor, sonra yeniden bu kutunun içinde yalnız kalmış olmasına öfkeleniyor, umutsuzluğun içini kaplamasına engel olamıyordu.
Ama neden?… Neden anlamıyor insanlar onu? Zaman mühendisliği üzerine doktora tezini verip, bu konuda üniversitede bir kürsü açılması gerektiğini söylediğinde Bilim Kurulu’nun alaycı gülüşleri ve iki yüzlü cevapları hala karabasan gibi geliyordu gözlerinin önüne. “Evet haklısınız. Zaman çok önemli bir konu. Ancak fizik mühendisliği kürsüsünün zaten bu konuda çalışmaları var. Şimdilik ayrı bir kürsü oluşturmanın, üniversitemiz adına fayda getireceğini düşünmüyoruz.”
Fizik mühendisliği doktorasını orada bırakıp ayrıldı. İstediği herhangi bir etikete sahip olmak değildi. Bırakmadı çalışmayı. Tezine devam etti. Yüzlerce formül… yüzlerce yazı… Gece gündüz çalıştı. Zaman mühendisliğinin, mühendislikler içindeki haklı yerini almasını sağlayacaktı. Maddenin ve hareketin yasasını, saklı tutulduğu yerden kurtarmalı, insana, bilimin aydınlık yolunu göstermeliydi.
İnsan, doğanın ve kendisinin geleceği için zamanı en yararlı biçimde kullanabilmesi üzerine yeni buluşlar yapmak, zamanı ele geçirmenin aslında yaşamı ele geçirmek olduğunu herkese anlatmak istiyordu. İnsanın yaşam içindeki payını 8-10 yıldan 20-30 yıla çıkarmak, ondan çalınan zamanı yeniden kazanmak zorundaydı. Sanki omuzlarında bütün insanlığın yükünü taşıyordu. Evet, hiçbir bilim dalı kendisini bu konudan uzak tutamazdı. Bütün bilimler değişim süreci içinde incelemelerini yapıyor ve bu konuyu bir ders olarak vermeseler de her dersin içinde zamanı işliyorlardı. Yol hesapları, uzay araştırmaları, bir tümörün büyüme hızı, bir binanın bitirilme süresi, ağaçların ömrü, balıkların yumurtlama dönemleri, fabrikaların üretim kapasiteleri ve daha pek çok örnek onu doğruluyordu. Oysa çok önemli bir sorun vardı. Bu kadar üniversite, bu kadar bilim insanı, insanın zamanının içinin boşaltılması, tüketilmesi sorununu çözmüyor, çözmeye yanaşmıyorlardı bile…
“Tarih akıp gidiyor, insanlar yaşlanıyor ve ölüyor. Doğa ancak kendisini yüzyıllar sonra onarabileceği tahribatlar yaşıyor. Oysa insan tek tek ya da kitleler halinde zamanının nasıl çalındığının farkında bile değil. Milyarlarca insan, gününün çoğunu yaşamak için çalışarak, geri kalanını da televizyon karşısında çürüterek yaşayıp ölüyor. Kendisinden çalınan fazla çalışma saatlerinin, bir ömür olduğunun farkında değil. Yıllarca nasıl uyutulduğunu, için için eritildiğini görmüyor bile…”
“Evet ama” diye düşündü bir gece aniden uykusundan uyanmışçasına; “tüm bunların çözümü üniversitede bir zaman mühendisliği kürsüsü kurmak mı? Zamanı ele geçirmenin formülü üniversite laboratuvarında mı bulunacak? Neden kendimi hep bir kürsüyle sınırladım? 8-10 yılı 20-30 yıla çıkaracak formül bir matematik hesabı değil ki!… Bu bir savaş!…
O güne kadar kendisini bütün çözümlerin merkezinde görürken, aslında ne kadar çevresinde dolaştığını fark etti. Kırklı yılların sonlarında gerçeğe varmak, ayaklarını yere basmış olmak ürküttü onu. Neden sonra toparladı kendisini. Odanın içinde bilindik adımlarla dolaşmaya devam etti. Ama artık tutuk adımlarının önü açılmışçasına hızlanmıştı. “Hayır hayır, zaman harcanmadı. O bu noktaya ulaşmam için bikrim yarattı. Şimdi işin başına geldim, son bir çıkış ararken…”
“Tek tek zaman mühendisleri değil, herkesin kendi zamanının mühendisi olacağı bir dünya”. Bu sözler üniversitedeki ve sonraki dönemde onunla tartışmaktan vazgeçmeyen bir öğrencisine aitti. O zaman bu tartışmaların üzerinde hiç durmamıştı. Bütün cevapların akademik çalışmalarla bulunacağı fikrine öyle kaptırmıştı ki kendisini. Oysa, bu öğrenci, işçinin çalınmış saatlerini ona anlatmak sorunun da çözümün de burada başladığını ona kanıtlamak için ne çok uğraşmıştı.
“Tüm zaman hırsızlıkları aslında bu büyük hırsızlığın üstünü örtmek için planlanmıştır!” İşte hayatın özü! Birden enerjiyle doldu. Dışarı çıkmalı ve o zaman mühendislerini bulmalıydı. Onlara bildiklerimi aktarmalı ve öğrenmeliyim. Paltosunu giydi. Her zaman bir zorunluluktan ya da sıkıntıyla çıktığı kapıdan sanki geri dönmemecesine heyecanla çıktı.
Yağmur yağıyordu. Sokaklar boyunca nereye gittiği konusunda hiçbir fikri olmadan, ıslandığına aldırmadan yürüdü. Kendini aşan sorular, beyninin tüm kıvrımlarından akıp gidiyordu. Yanından geçen insanlar artık onun kitaplarıydı ve o nihayet dev bir laboratuvardaydı. Gencin sesi o günkü canlılığıyla hafızasında beliriyordu. “Binlerce insan bir araya geldiklerinde milyonlarca saat olduklarının ne kadar farkındalar? Fabrikaların üretim güçlerinin, bütün bu sermaye birikiminin, tüm zenginliklerin kendileri olduğunu neden bilmiyorlar? Bir işçinin iki saatte yapacağı işi dört işçinin yarım saatte yapması bir buçuk saat kazandırıyor. Kimler kullanıyor bu zamanı? Bu zamanın biriktirdiği zenginlikler kimlerin elinde toplanıyor? Ve onlar bu hırsızlıklarını nasıl saklıyorlar? Matematikçiler, ekonomistler ya da çalışanlar bu hesabın ne kadar göz kamaştırıcı olduğunun bilincindeler mi?” Düne kadar formüllerin içinde aradığı soruların cevapları ve o cüretli gencin sözleri bir bir açıyordu yolunu. Adımları hızlanıyor onu nereye götürdüklerini artık takip edemiyordu. Bu sorunun akademik yollarla üniversitelerde çözüleceği fikrine o kadar kaptırmıştı ki kendisini, sonunda genci çevresinden uzaklaştırmıştı. “Demek umutların bittiği yerdeymiş umut!”
“Zamanı yaratanlar… İşte zaman mühendisleri… Ama onlara bunu nasıl anlatmalı? Mağazalara girip çıkan bu insanlar aldıkları “marka” için kaç saat çalıştıklarını düşünüyorlar mı? Ellerindeki paranın, yeniden çalınmak için kendilerine bahşedilmiş gibi gösterilen, emek zamanları olduğunun ayırdında değiller mi? Ama nasıl?.. Bir maaşını cep telefonuna yatıran şu adama bir ay boyunca çektiği eziyeti anlatsak ne der acaba? Ömründen yiten bir ay!.. Akşamki televizyon programındaki soytarılıkları hararetle konuşan şu iki kişiye hem izlerken hem de sonradan konuşurken ne kadar zaman, ne kadar beyin hücresi harcadıklarını anlatsak. Takımlarının formalarıyla bağıra çağıra tartışan şu gençlere kendilerini heba ettikleri sektörün ne kadar zenginleştiğini, dolayısıyla onların nasıl fakirleştiklerini rakamlarla ispatlasak?..”
Ne kadar yürüdüğünü bir sıraya oturunca fark etti. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Gece hayli ilerlemiş sokaklar boşalmaya başlamış, işlerinden çıkanlar yerlerini gececilere bırakmıştı, Ne yapmalı, nerden başlamalı, kime, nereye gitmeli? O küçücük odada, kendisine uçsuz bucaksız gelen konu, şimdi dışarıda, sokakta, devasa boyutlara ulaşmış, uzman doktor, bunun karşısında çocuk gibi kalmıştı.
Eve geç vakitte hayli ıslanmış, acıkmış ve yorulmuş olarak döndü. Çorbasını kaşıkladı ve kanepesinde uyuyakaldı.
Sabah kalkar kalkmaz giyindi ve aynı hızla evden çıktı, üniversitede tanıştığı o genci ne pahasına olursa olsun bulmalıydı. Bugün zaman mühendisleriyle buluşma ve insanı kendi zamanına egemen kılma, dolayısıyla insanın ve doğanın gelişimi için zamanın önündeki engelleri kaldırma savaşının ilk günüydü.
Temade Çınar
Önsöz Dergisi / 2.Sayı