Amerika’da genç nüfusa yönelik yapılan bir araştırma sonucunda bazı gençlerin ABD ile Vietnam arasındaki savaşı ABD’nin kazandığını sandıkları ortaya çıkmış. Bu durumu gözlemlemek için bir araştırmaya gerek olsa da burjuva propagandacıların ya da popüler deyimle burjuva “toplum mühendisleri”nin ellerini ovuşturarak “doğru yoldayız” dediklerine kuşku yoktur.
ABD’li gençlerin bazılarının ABD ile Vietnamlı komünistler arasındaki savaşı ABD’nin kazandığını sanması şaşırtıcı değildir. Çünkü kapitalist toplumun egemen sınıfı olan burjuvazi elinde tuttuğu tüm toplumsal olanakları, kendi sistemini korumak için, uygun gördüğü gerçeği imal etmekte bonkörce kullanıyor; tüm toplumun, ama özellikle de gençlerin ilgi duydukları her alanı politik ve ideolojik bir propaganda alanına çeviriyor. Artık çok geniş bir kitleye hitap eden bilgisayar oyunlarından tutun da sinema, edebiyat, günlük moda ürünlerine kadar her şey kapitalizmi kutsamaya, sosyalizmi ise gömmeye adanıyor; hem de Orwell’ın 1984 romanındaki İGSOS ülkesinin GERBAK’larını kıskandıracak bir azim ve çabayla.
Burjuvazinin toplum mühendisliğinin en faal olduğu sanat alanlarından özellikle sinema dalında Hollywood’un ünü malumdur. Sinemacı kılığındaki burjuva propagandacıları hayal güçlerinin genişliği kadar geniş olan yalan uydurma becerilerini de bonkörce sergilerler filmlerinde. Öyle ki bu filmlere bakarak ABD’nin dönem politikalarını rahatlıkla görebilirsiniz. Bir zamanlar “Vietnam Sendromu” yaşayan ABD sinemasında, bugün Amerikalı fantastik kahramanların dünyayı kurtarma maceralarını izlerken, bu fantastik kahramanların ağzından “Vietnam’da kazandığımız gibi”, “Hiç kaybetmediğimiz” gibi cümleleri ağzınız açık kalarak duyabilirsiniz.
Burjuvazinin “Bir yalanı yeterince tekrar ederseniz gerçeğe dönüşür.” sözünün sahibi Goebbels’in peşinden gittiğini düşünürseniz yanılırsınız. Burjuvazinin has evladı Goebbels bu sözlerle, burjuva sınıfın sosyalizm karşıtı propagandadaki temel düsturunu açık etmiştir yalnızca. Burjuva sınıfın toplum üzerinde ideolojik, politik, kültürel, ahlaki, felsefi vb. egemenliğini sağlama savaşı yalan ve çarpıtma üzerine kuruludur. Hem de ne yalanlar! Burjuvazi bireyi yücelttiğini söyler ve birey özgürlüklerini kutsarken gerçekte bireyi bu toplumun en zavallı şeyi haline getirir. Bu sistemde hiçbir birey kendi kaderine hakim olamadığı gibi, tek başına hiçbir varlık da gösteremez. Ya da örneğin Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal ettiğini söyler. Gerçekte ise bizzat emperyalist burjuvazinin kendisi, dinci faşist örgütleri kurup, eğitip, donatıp Afgan halkının üzerine salmış, Afganistan halkına kan kusturmuştur. Sovyet ordusu Demokratik Afganistan Demokratik Cumhuriyetinin ısrarlı çağrıları ile aralarındaki anlaşmaya dayanarak gövdesini Afgan halkına siper etmiş, Afgan halkını dinci faşist saldırılardan, ABD’nin saldırılarından korumaya çalışmıştır. Buna rağmen genel olarak anlatılan ve hatta kimi sol çevrelerin de inandığı “gerçek” Sovyetlerin “işgalci güç” olduğu olur. Afganistan Demokratik Cumhuriyeti bu dinci faşist örgütlerin ve emperyalist burjuvazinin saldırıları ile dağıtıldığında Afgan halkına kan kusturanlar Beyaz Saray’da ağırlanıp Berlin duvarından alınmış parçalar “ilk darbeyi vuran kurtarıcılara” şaşaa ile hediye edilir. Afganistan kadınların okuyamadığı, sokağa dahi çıkamadığı dinci faşist bir ülkeye döndürüldüğünde bir bakarsınız ABD bütün bunlarla ilgisi olmayan barış ve özgürlük koruyucusu olarak boy verir filmlerde.
Kapitalist sistem, burjuvazi ve proletarya arasındaki antagonist çelişki nedeniyle sürekli çatışmalıdır. Kapitalist toplumda hiçbir şeyden bütünsel olarak bahsedilemez. Kültür, ahlak, felsefe, sanat vb. hepsi bu toplumun iki temel sınıfının çatışmasının arenasıdır. Hiçbir üstyapı alanı tüm toplumun çıkarını ve anlayışını yansıtmaz, hepsi sınıfsal bir nitelik taşır.
Sosyalizm bir dünya sistemi olarak 20. yüzyıla damgasını vurduğu ve kendi sanatsal anlayışını oluşturduğundan (toplumcu gerçekçi sanat) kapitalizm karşıtı sanat ürünleri ile toplumcu gerçekçi sanat ürünleri sosyalist sanat cephesi altında dizilebilirler.
Sanat cephesinde süren ideolojik, kültürel, ahlaki, politik vb. savaşın bugün kendini çok keskin çizgilerle ortaya koyuyor olması bu saflaşmayı da keskinleştiriyor. Öyle ki herhangi bir alanda çalışan sanatçıların iş bulma, eserlerini toplumla buluşturma koşulları bile hangi cephede yer aldığına bağlı olarak şekilleniyor.
Bu kadar keskin bir ayrım ortaya çıkınca, ilk akla gelecek soru “Burjuva sanatın tümü red mi edilecektir?” olacaktır. Bu soruyu sosyalist ülkelerin sanata bakışı ve pratiği yanıtlamış olmasına rağmen yine de kısaca cevaplayabiliriz. Sosyalizm, kapitalizmden daha ileri bir toplumsal sistem olarak, tüm insanlık birikimi üzerinden yükselir, toplumların yarattığı tüm evrensel ilerici mirasın sahibi ve taşıyıcısıdır. Homeros’tan, Gogol’e, Cervantes’ten Balzac’a, Bach’tan Rodin’e kadar…
Tüm bu sanatçılar ve ürünleri, insanlık tarihinin evrensellik barındıran, dönemlerinin karakteristik özelliklerini yansıtan sanat eserleri olarak gerçek değerini sosyalist sanat içinde bulur. Sosyalist devrimci sanat tüm bu insanlık birikimini kendinde toparlar ve daha ileri taşır. Bu nedenle tüm toplumsal sistemlerin tüm ilerici ürünleri sosyalizm tarafından temsil edilir. Bugün adı bir antikomünist propagandaya, rezil bir bencillik ve yozluk ifadesi haline gelmiş olan burjuva sanat tarafından temsil edilemez.
Burjuvazinin sanatı adi bir antikomünist propaganda alanına çevirmiş olmasının en bariz örneklerinden biri edebiyat alanındaki distopyalardır. Edebiyat ve sinemada kendine 20. yy. itibariyle yer bulan distopyalar, burjuva sınıfın kendi matrisini yaratma çabasının en bariz örnekleridir.
Ütopyalar-Distopyalar
Ütopya kusursuz bir toplum idealini ifade eden hayali bir kurgudur. Gerçekçi olmama anlamında, genelde aşağılayıcı bir vurgu ile kullanılan “ütopya” adı Thomas More’un Utopia (1516) adlı eserinden üretilmiştir. 16., 17. ve 18. yy.lara ait ütopyalar yazarlarının ideal topluma ilişkin politik, felsefi, ahlaki vs. görüşlerini içerdiler. Eşitlik istemi, akılcı bir toplum istemi, bu ütopyalarda kendini açıkça ortaya koymuştur. Artık yalnızca var olan sistem içinde düzeltmeler istenmiyor, sınıf farklarının olmadığı, olan farkların da toplum yararına düzenlendiği akıllıca kurgulanmış yeni toplumsal sistemler talep ediliyordu. Bilimsel sosyalizm öncesi ütopik sosyalizm de esas olarak bu ideal toplumu kurma hayallerine dayandı.
Distopyalar (karşı ütopyalar da deniliyor) 20. yy. başı itibariyle oldukça yakın bir tarihte ortaya çıkmıştır. Ütopyalar ideal, eşitlikçi akıllıca tasarlanmış toplum kurguları iken, distopyalar bunun tam tersi kötü, baskıcı, toplum kurgularıdır. Distopyaların oldukça yakın bir tarihte, 20. yy. başlarında ortaya çıkması da tesadüf değildir. Bu dönem kapitalizmin emperyalist aşamaya geçtiği, Engels’in “Kapitalizmde her ilerleme, eşitsizlikte ilerlemedir.” sözünün her gün doğrulandığı, devresel krizlerin derinleşip sıklaştığı, savaş ve sefaletin dünyayı kasıp kavurduğu yıllardır. Kapitalizm ilerledikçe daha çok özgürlük değil ama daha çok eşitsizlik ve barbarlık doğurması burjuva dünyanın geleceğine dair liberal hayallere en büyük darbeyi indirmiştir. Ama distopyaların doğmasının nedeni emekçilerin gelecekten umudu kesmeleri, karamsarlığa düşmeleri değildir. Zira 20. yy. başı itibariyle devrimlerini yapan halklar, büyük bir umut ve azimle sosyalizmi inşaya girişmişlerdir.
Distopyaları doğuran anti-komünist propagandayı farklı bir düzeye sıçratma ihtiyacıdır. Abartı mı, görelim.
- yy. başı itibariyle yazılan belli başlı ütopyaların merkezinde komünist partiler, sosyalizmi kurmaya girişmiş proletarya iktidarı vardır. Zamyetin’in “Biz” (1920) distopyası ile Orwell’in 1943 yılında yazdığı Hayvan Çiftliği ve 1948’de yazdığı 1984 romanlarının her bir satırında karşı devrimci nefret, karalama ve yalanlar öyle bir coşkuyla taşıp durur ki, söz söylerken yapılan edebiyatı bir kenara koyarsanız, açık bir politik propaganda metni ile karşı karşıya olduğunuzu görürsünüz.
Hiçbir yazar amaçsız yazmaz. Ya da sadece kendine yazmaz. Her yazarın onu toplumda okunur kılan bir bakış açısı, dünya görüşü vardır ve her edebiyat ürünü de politik metinlerden daha farklı olarak çeşitli düşüncelerin estetik ifadeleri olarak edebiyat dünyasında yerlerini alır. Distopyalar toplumsal sistem kurguları olmaları nedeniyle politik metinlerden daha az politik değillerdir. Distopyalar tıpkı ütopyalar gibi edebiyat ile politik görüşleri oldukça çarpıcı biçimde birleştirirler.
Bugüne kadar yazılmış belli başlı bütün distopyaları incelediğinizde genel olarak öne çıkan iki özelliği görürsünüz. (Antikapitalist ya da kapitalizmin belli yanlarının eleştirisi sayılabilecek 20. yy. sonu birkaç distopya istisnadır.)
İlki, kapitalizmin, karşısında bir dünya sistemi olarak dikilen sosyalizme karşı ideolojik, felsefi, ahlaki, kültürel, politik vb. propaganda yürütmek; ikincisi ise “kapitalizm kötü olsa da sosyalizmin çok daha kötü olduğuna” toplumu inandırmaktır. Burjuva toplum mühendislerinin toplumsal psikolojiyi şekillendirmede oldukça sık başvurduğu “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” yöntemi de diyebiliriz.
Sosyalist sanat cephesinde yer alan antikapitalist yazarların distopya yazmamış olması da tesadüf değildir. Bunun da en önemli nedeni tarihsel ilerleme fikridir. Tarihsel ilerleme fikri felsefede önemli bir tartışma konusudur. Eskiden yeniye, basitten karmaşığa olan (sosyalist) hareketler tarihsel ilerlemeyi üretici güçlerin gelişmesine, bu gelişmenin önünün açılmasına dayandırırlar. Üretici güçler gelişir, var olan ekonomik ilişkilerle çelişkiye girer ve bu çelişki üretici güçlerin gelişmesinin önünü açan yeni üretim ilişkilerinin kurulmasıyla aşılır ve süreç yeni biçim yeni çelişki ve gelişme ile devam eder.
Sosyalistler üretici güçlerin gelişmesini dizginler hale gelip gericileşmiş kapitalist özel mülkiyet ilişkilerinin ancak toplumsal mülkiyet ile aşılacağını bilirler. Aksi durumda kapitalizmin barındırdığı çelişkilerle insanlığı yok edeceğini, dünyayı yok edeceğini bilirler.
Bugüne kadar ilkel komünal sistemden kapitalizme kadar yaşanan toplumsal sistemler üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çelişmesi ve bu çelişkinin toplumları devindiren temel güç olan üretici güçlerin gelişkinlik düzeyine uygun yeni üretim ilişkilerinin oluşması biçiminde kurulmuştur. Bu, doğa yasaları kadar kesin bir toplumsal tarihsel yasadır.
Tarihsel ilerleme, üretici güçlerin ilerlemesi olduğundan, gelecek, hem üretici güçler hem de üretim ilişkileri açısından daha ileri, insanlığın daha gelişkin bir düzeyi olacaktır. Bu da geleceğin ya sosyalist olacağı ya da gelecek diye bir şeyin olmadığı anlamına gelir. Sosyalizm ekonomik, tarihsel yasaların bilinçli işletilmesinin bir ürünü olarak kurulmaz ise olacak şey burjuvazinin insanlığı ve doğayı yok etmesidir. Sosyalist sanatçılar bu kötü olasılık karşısında sosyalizmin kazanması için tam yeteneklerini seferber ederler ve etmelidirler de. Sosyalist cephede yer alan yazar ve sanatçıların işlevi, bugünün çelişkilerinin görülmesi için insanlığın tüm ilerici birikimini temsil etmek ve şimdiden pek çok nüvesi ortaya çıkmış sosyalist toplum nitelikleri ile yeni kuşakları eğitmek, onlara umut ve ilham olmaktır.
Burjuva sanat cephesi tarihsel ilerleme fikrini yadsır. Gelişme onlar için kötü ile daha kötü arasında gidip gelir. Tabii daha kötü olan da her zaman komünizmdir. Bu nedenle kafası burjuva ufku aşamayan yazar ve sanatçıların bir kısmı distopyalara yönelir ve tüm ruhunu komünizmle savaşa adarken bir kısmı da bunu bilim kurgu ile yapar. Kapitalizmin geleceğine ilişkin daha iyimser olan sanatçılar, bilim kurguda geleceği kapitalizmin evrene yayılmış hali olarak hayal ederler. Dünyadaki pazar, artı-değerin gerçekleşmesi sorunu, başka gezegenlerin ve canlıların sömürüsü ile çözülür o kadar.
Sosyalizmin bir dünya sistemi haline geldiği ve yıldızlara uzanan yolun insanlığın önünde açıldığı yıllarda sosyalist sanatçılar geleceğe ilişkin hayallerini ütopya ya da fantastik eserlerde değil ama bilim kurguda ifade etmişlerdir. “Evrenin Türküsü”, “Kızıl Yıldız” gibi ünlü Sovyet bilim kurguları bunun örneklerindendir. Bu kurguların odağında ise insanlığın evrenin gizlerine duyduğu merak ve ilerleme isteği vardır. Yaşamı güzelleştirerek ilerleme…
Antikomünist Propagandanın Tipik Bir Örneği Olarak 1984 Distopyası
George Orwell’in “1984” romanı antikomünist propagandanın en tipik örneğidir. Ama bu kitabın incelenmesine geçmeden önce kitabın yazarı ile ilgili birkaç bilgi verelim.
George Orwell’in asıl adı Eric Arthur’dur. Hali vakti yerinde bir İngiliz ailenin İngiltere’nin sömürgesi Hindistan’da doğan oğludur. Bu oğul 1922-27 yılları arasında Hindistan İmparatorluk polisi olarak görev yapmış, 1927 yılından sonra bu mesleği fiilen bırakmış olmasına rağmen manen ölümüne kadar sürdürmüştür.
Orwell İspanya İç Savaşından sonra gizli komünist olduğunu düşündüğü 38 kişinin listesini İngiliz polisine vermiştir. Orwell bu tarihten sonraki tüm entelektüel çabasını da sosyalizme karşı savaşa adamıştır.
Orwell 1984 distopyasını 1948 yılında yazmasından önce onu antikomünist propagandada üne kavuşturan “Hayvan Çiftliği”ni yazmıştır. 1943 yılının Kasım ayında başlayıp 3 ayda bitirdiği “Stalin rejimine karşı sert bir taşlama” olan bu roman bir çiftlikte geçer. Bu çiftlikteki hayvanlar insan efendilerini bir devrimle alaşağı ederek domuzları yönetime getirmişlerdir ama domuzlar da insanlardan aşağı kalmaz hayvanlara efendilikte. Kitabın sonunda eski efendileri insanlar ile yeni efendileri bir şölen sofrasında uzaktan izleyen hayvanlar, domuzlar ile insanların yüzünü birbirinden ayıramazlar.
“Hayvan Çiftliği” kitabının yazıldığı tarih özellikle önemlidir. 1943 yılı Almanya’da faşizmin Hitler kılığında Avrupa’yı ezip geçtiği, komünistlerin, Yahudilerin ve emekçi halkların kırımdan geçirildiği ve faşist orduların Moskova kapılarına dayandıkları yıldır. Faşizm halkları kırımdan geçirirken, Orwell tüm “edebi yeteneğini” faşizme karşı yiğitçe savaşan, 20 milyondan fazla evladını bu yolda kaybeden sosyalizme yöneltmiştir. Bu bile tek başına Orwell’in damarlarında dolaşan kanın rengini göstermeye yeter.
Orwell’in “Hayvan Çiftliği” romanı açık bir antikomünist propaganda olduğundan Orwell’in yayıncısı “Bu nitelikte bir genel saldırıyı yayınlamasının mümkün olmadığını” söyleyerek kitabın basımını yapmamış, bu nedenle kitabın basımı “uygun” bir yayıncı bulana dek 1945 Ağustos’una kadar gecikmiştir.
Orwell 1984 romanını 1948 yılında yazmıştır. 1948 yılı SSCB’nin faşizmi ezerek kapitalizmin karşısına dikildiği ve dünya halklarının büyük saygısını ve sevgisini kazandığı yıllardandır. Bu yıllar aynı zamanda dünya burjuva sınıfı tarafından sosyalizme karşı “soğuk savaş”ın başlatıldığı, sosyalizme karşı her alanda yeni bir saldırı dalgasının startının verildiği yıllardır.
1984
Orwell’in 1984 distopyası, Okyanusya adlı ülkede geçer. Yıl 1984’tür. Okyanusya, Komünist Partinin yönetimde olduğu İGSOS (İngiliz Sosyalizmi) sistemi ile yönetilir. Parti ülkeyi demir bir mengene ile yönetirken partinin de başında “Büyük Birader” adı verilen bir lider vardır.
Okyanusya’nın her yerinde “Büyük Biraderin Gözü Üstünde” afişleri asılıdır, gerçekten de tüm toplum sürekli izlenmekte ve sıkı bir denetim altında tutulmaktadır. Okyanusya halkı evleri dahil her alanda, canlı izleme ve dinleme yapan tele-ekranlar aracılığıyla sürekli izlendiği gibi, düşünce perisi de düşünceleri sürekli takip ederek en ufak bir sapmayı dahi şiddetle cezalandırır.
Herhangi birinin herhangi bir zamanda “buhar olması” çok normaldir ve insanlar “buhar olduklarında” tarihten öyle bir silinirler ki bir zamanlar var olduklarına dair hiçbir iz bulunmaz.
İGSOS’ta yönetim dört bakanlıkça sağlanır:
Gerçek Bakanlığı – Haber, eğlence, eğitim ve güzel sanatlar ile ilgilenir.
Barış Bakanlığı – Savaş işleri ile ilgilenir
Sevgi Bakanlığı – Yasa ve düzenle ilgilenir
Varlık Bakanlığı – Ekonomi işleri ile ilgilenir
Bunların yeni söylemdeki karşılığı GERBAK, BARBAK, SEVBAK VE VARBAK’tır. Yeni söylem Okyanusya’nın resmi dilidir. Devrimden sonra parti tarafından oluşturulan bu yeni dilin amacı kullanılan sözcükleri alabildiğine azaltarak bilinç alanını daraltmaktır.
“Sonunda düşünce suçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak. Sözcükler her yıl biraz daha daralacak. Yeni söylem İGSOS’tur, İGSOS yeni söylemdir.” (sy. 77)
Parti, iç ve dış parti olarak iki kısımdan oluşur. İç parti yönetici beyin takımı iken, dış parti devletin yürütme işlerinde çalışan partililerden oluşur. Toplumun geri kalanı ise yönetime ve devlet işlerine yetenekli olmayan, hayvanlarla aynı seviyede görülen proleterlerden oluşur. Partinin proleterlerin durumuna bakışını “Proleterler ve hayvanlar özgürdür.” sloganı özetler.
Kitabın kahramanı Winston, bir dış partili olarak GERBAK’ta çalışır. Görevi partinin çıkarları ve güncel politikalarına göre gerçeği her gün yeniden oluşturmak, geçmiş tarihi de bu yeni gerçeğe göre sil baştan yazmaktır. Yeni bir ‘gerçek’ oluşturulduğunda, eski gerçek tüm arşivlerden kayıtlardan silinir, yerine yeni gerçek eklenir. Bu o kadar sık ve sürekli yapılır ki, bir süre sonra hiç kimse söylenen dışında herhangi bir şeyin gerçekliğinden emin olamaz.
Bireyin otomatlara çevrildiği ve sürekli izlenip vahşi bir baskı altında tutulduğu bu sosyalizmde aşka, sevgiye dayalı ilişkiler de hoşgörülmez. Sevgi horlanır ve cinsellik sadece bir vazife olan “üreme görevine” indirgenir.
Kitabın kahramanı Winston, GERBAK’ta çalışırken bir şeylerin yanlış olduğu fikri kafasında gelişir. Bu düşünce ve ölmemiş insani arzuları ile “gerçek olan” bir şeylere tutunmaya çalışır. Zaman içinde bu durum onu partiye nefret duymaya, sevgi ve cinselliği yaşamaya ve asiler tarafında yer almaya götürür. Winston bu zalim sisteme karşı çıkmaya çalışırken sonunda düşünce polisinin eline düşer ve kişiliği öyle bir ezilir ki, onu insan hissettiren aşkına ihanet eder, “Büyük Birader”in içten bir alkışlayıcısı haline gelir.
Bir eserin sanat eseri olarak belli bir kıymetinin olması için belki kıstaslar gereklidir. Bu kıstaslar bölünmüş, bütünsel olmayan bu toplumun sanat camiasında sürekli bir tartışma konusu olagelmiştir. Yaşar Kemal “Sömürüyü yutan yazar değil insan bile olamaz.” (Alain Bosguet ile Röportaj – Yaşar Kemal Yaşar Kemal’i Anlatıyor) diyor, bir yazarın yazar ve insan olabilmesine dair bir kıstas koyarak. Peki Orwell’in değil “sömürüyü yutmak”, adi yalanlarla burjuva sömürüsünün, sosyalizme saldırısının yanında yer almasına ne demeli? Karşı devrimci propagandayı içten bir coşkuyla yapmasına ne demeli? Peki sömürüyü topluma yutturmaya çalışan “eser”ler sanatsal açıdan nereye konmalı?
1984 distopyasının her bir detayı yalan uyduruma yeteneğinin sınırlarını zorlayarak SSCB ve onun şahsında sosyalizmi karalamak için kurgulanmıştır. Buna birkaç örnek verelim.
Faşizmi ezerek dünya halklarının sevgi ve hayranlığını kazanmış SSCB en prestijli dönemini yaşadığı 1948 yılında nasıl kötülenebilir? Komünistler emekçilerle aynı koşullarda yaşar ve çoğunlukla da emekçilerden daha fazla fedakarlıkta bulunurken, bu partililer nasıl kötülenebilir? Orwell bunun bir yolunu buluyor; İGSOS’ta toplumsal mülkiyet olduğunu ve partililerin lüks bir yaşam sürdürmediğini söyleyen Orwell partilileri, yöneticileri “iktidar fetişisti” olarak sunar.
Malum, burjuva toplumun bireyi, yönetim kademelerini toplumsal bir hizmet alanı olarak değil, kişisel zenginleşme alanı, çıkar edinme alanı olarak görür. Peki, ucunda ekonomik çıkar, kişisel zenginleşme yoksa iktidar neden istenir? Orwell, partinin iktidar, toplum üzerinde bir güç olmanın arzusunu, her şeye egemen olma arzusu ile açıklar. Partinin egemen olabilmek için egemen olma isteği de ancak hastalıklı bir ruh hali, diktatörlük ile açıklanabilir. Orwell okurları “kapitalistler en azından somut, insani bir neden olan ekonomik zenginleşme, iyi yaşam arzusu ile egemendirler” düşüncesine sürükleyerek kapitalizmi insanileştirir.
Okyanusya’da herkes her şeye kıt kanaat ulaşır. “Bu sıkıntı, pislik ve kıtlık, bitmek bilmeyen kışlar, yapış yapış çoraplar, hiçbir zaman çalışmayan asansörler, bir türlü ısınmayan sular, pürtüklü sabunlar, dağılıveren sigaralar, tatsız tuzsuz yemekler nicedir insanın yüreğini daraltıyorsa ve insan yaşlandıkça her şey daha kötüye gidiyorsa, bütün bunlar dünyanın bu düzeninin doğal olmadığını göstermiyor muydu? İnsan bu durumun dayanılmaz olduğunu düşünüyorsa bir zamanlar düzenin şimdikinden çok farklı olduğuna ilişkin anıları olması gerekmez miydi?” (87. syf)
Anlaşılan Orwell’e göre maddi zenginliğin yeterince bulunmadığı ve zamanla toplumsal zenginliğin de artmadığı sosyalist sistem “doğal” değilmiş!
SSCB’nin yaşadığı ‘kıtlık’ ve ‘yoksulluk’ bizzat Çarlık imparatorluğundan devraldığı geri üretim koşulları, emperyalist-kapitalist ülkelerin ambargoları, sürekli çıkardığı savaşlar olmasını bir yana bırakırsak, Sovyetler Birliği’nin tüm bu geri koşullara ve kuşatmaya rağmen olağanüstü bir çabayla olağanüstü bir ilerleme kaydettiği gerçeğini bir kenara bırakırsak, sanırsınız ki kapitalist sistem bir bolluk sistemidir. Hiçbir kapitalist ülkede -ki buna 1948’lerin ABD ve İngiltere’si de dahildir – işçi ve emekçilerin sömürülmediği, bolluk içinde yaşadığı görülmemiştir. O gün de bugün de işçi ve emekçiler kapitalistlerce sömürülmüş, bir avuç kapitalistin elinde biriken devasa zenginliği vitrinlerin dikenli tellerinin arkasından izlemiştir. Kapitalizm, içinde işçi ve emekçilerin her gün açlıktan, bildiğimiz somut açlıktan öldüğü bir ‘bolluk’ sistemidir ve bu Orwell’e çok “doğal” görünür.
Orwell sosyalizmin o kadar düşmanıdır ki faşizme ait özellikleri utanmazca sosyalizme aitmiş gibi sunmakta bir beis görmez.
İGSOS’ta partinin ideal tipler olarak sarışın, mavi gözlü, güçlü kuvvetli delikanlılar ile diri göğüslü kızları sunmasına karşın parti yönetimi altında ancak böceksi, çirkin tipler yetiştiğini söyleyecek kadar romanın her zerresinden yalan ve sınıfsal nefret irini akıtır.
Orwell’in sınıf kini, proletaryayı İGSOS’ta konumlandırışına da yansır. Proletarya İGSOS’ta “proleterler ve hayvanlar özgürdür” parti sloganı ile aşağılanacak kadar yeteneksiz, içgüdüsel, kaba-saba bir sınıftır. Kitabın kahramanı Winston da bu sınıfa karşı mesafelidir. Fakat bu sınıfın tam da “doğasından gelen” güdüsel davranışları nedeniyle belki de “gerçek insan” olduklarını düşünür. Orwell’in proletaryaya duyduğu sınıf kini o kadar güçlüdür ki böylesi bir distopya da bile proletaryaya iyi bir nitelik, toplumsal bir güç atfetmekte zorlanır. Bu yüzden partiye kafa tutan karakterler de proleter değil, geni “elit”tir.
Tarihin ironisine bakın ki 1984 romanı sosyalizmi karalamak için yazılmış ve tam da bu nedenle dünya burjuva sınıfının ilgisine mazhar olarak tanınan bir roman haline gelmişken, 2024 yılında “Büyük Birader” benzetmeleri ABD ve diğer emperyalist-kapitalist devletler, dünya tekelleri için söylenir olmuştur. “Büyük Birader” kapitalist toplumun her bireyini, her yere takılı kameralar, uydular, telefonlar, sosyal medya teknolojileri ile her an her yerde gözetler, denetler. “Büyük Birader”in gözü üstündedir. “Büyük Gözaltı” kapitalist toplumun kendisidir.
1984 yılındaki üç parti sloganını hatırlayalım:
“Savaş Barıştır”, “Özgürlük Köleliktir”, “Cahillik Güçtür”.
İşte bu sloganlar sosyalizmin değil ama kapitalizmin kaidesine büyük bir hakkaniyet ile yazılabilir.
Son olarak 1984 romanına ‘sol’ cenahın gösterdiği ilgi üzerine de birkaç söz söylenmeli.
1984 romanının Türkçe çevirisini Erdal Öz, 1984 yılında yapmıy. Kitap Can Yayınlarından çıkmış. O Erdal Öz ki Deniz Gezmişler ile hapis yatmış, Denizlerin anılarını “Gülünün Solduğu Akşam” kitabıyla büyük bir esere dönüştürmüş yazarıdır. En iyi eserlerini devrimcilerin yaşamlarını anlattığı kitaplarla veren Erdal Öz, SSCB’ye dönük saldırıların en yoğun olduğu 12 Eylül faşist darbesinin yaşandığı yıllarda neden bu kitabı yayınlamıştır?
Bu sol yayıncı ve çevirmenler bu distopyaların “belli bir siyasal çevrenin inanç gözlüğüyle değil de serinkanlı bir bağımsızlıkla okunduğunda -bu da her ne demekse!- dönemin toplumunun bağrında yatan olası tehlikelerin izdüşümü” (Can Yayınları 46. basım, Çevirmen Celal Üster önsözü) olduğunu iddia ediyorlar. Erich Fromm gibi kendini sosyalist sayan tanınmış yazarların “Orwell’in bu yapıtı gibi yapıtlar güçlü birer uyarıdır. Okuyucu 1984’ü yüzeysel biçimde ‘Stalinci barbarlığın’ bir başka tanımlaması olarak yorumlamakla yetinir ve bizi de (Batı) kastettiğini görmezse çok yazık olur.” (Aynı önsözden alıntıdır.) gibi aymazca sözlerini kendilerine dayanak yaparak, bu kitabın edebi değerinden, cesaretinden, insanlık çağrısından vs. bahsediyorlar.
Marks’a “ben Marksist değilim” dedirten Marksistleri anımsayarak “Bunlar sosyalist ise ben sosyalist değilim” demek geliyor insanın içinden. Maalesef günümüzde sosyalizmi burjuva liberalizminden ayıramayan oldukça geniş bir sosyalist sol kesim var. Eric Fromm, bu distopyanın neresinde Orwell’in Batı toplumlarını, yani kapitalist toplumları kastettiğini görmüş, yaşasaydı sormak gerekirdi. Ama kesin olan tüm bu “sosyalist” “sol” kesimin “Stalinci Barbarlığa” düşman olduğudur. Pek çok “sosyalist” proletarya diktatörlüğünün yalnızca kapitalist sınıfa karşı bir diktatörlük olduğunu, buna karşın işçi ve emekçilere daha önce hiç yaşamadıkları bir özgürlük ve kendi kaderine hakim olarak insanca yaşam sunduğunu bilmezden gelir. Oysa bu politik biçim gerek Marks, gerekse Lenin tarafından oldukça anlaşılır biçimde açıklanır ve sınıf savaşının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı ve son diktatörlüğün de yalnızca bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişe hizmet edeceğini her ortalama zihnin anlayacağı biçimde anlatır.
“Teori güzel de, ya pratik?” diyenler mi var. Onlar önce hangi cephede olduklarına karar vermeliler. Burjuva cepheden sosyalist barbarlık olarak gördükleri şey, en özgürlükçü, en demokratik kapitalist dönemden bile milyonlarca kez daha özgürlükçü ve demokratiktir. Tabii işçi ve emekçiler için…
Aziz Nesin, gerçek bir aydın olarak, ömrü mücadele içinde geçmiş bir yazar olarak, bu toplumun entellektüellerini toplumsal sorunların irdelenmesinde korkak olmakla haklı olarak eleştirir. Aziz Nesin “Surname” adlı romanında ciddi bir toplumsal eleştiriye girişmesine karşın, Orwell’ın antikomünist propaganda kitapları “Surname”den daha çok bilinir bu “sol” çevrelerde. Bunun altında yatan temel neden ise bu “sol-sosyalist” aydın, yazar, yayıncıların kapitalizmi eleştirmede korkak oldukları kadar proletarya diktatörlüğüne düşman olmalarıdır.
Bu entelektüel kesim “Stalinci barbarlığı” yererek insanlığa hizmet etmiyor ama emekçilerin kafası ve kalplerini antikomünist propaganda çöpleri ile doldurmaya hizmet ederek, burjuva sınıfın GERBAK’larında heveslice çalışıyorlar.
Ama şu unutulmasın, “yinelenen bir yalan gerçeğe dönüşür” diyen Goebbels nasıl o yalanlarla Nazileri kurtaramadıysa, burjuva sınıfın GERBAK’larından imal ettikleri yalanlar da bu sınıfı kurtaramayacak.
Önsöz Dergisi
54. Sayı