Antikomünizmin Uzun Tarihi

Antikomünizmin uzun tarihi komünizmin tarihi kadar eskidir; her dönem farklı içerikte ve farklı sınıf bağlamında karşımıza çıkar. Köleci toplumda köle sahiplerinin, feodal dönemde aristokratların ve kapitalizmde burjuvazinin egemenliğine karşı açılan her bayrakta mutlaka kızıl renkte bir köşe bulunur. Servete karşı erdemi, bireyciliğe karşı ortak yaşamı ve bizzat bu dünyaya ait bir cenneti resmetmesiyle ütopik-nostaljik özellikler sergileyen bu kızıl bayrağın tarihin derinliklerindeki izini sürer Ernst Bloch “Umut İlkesi”nde. Ve bu bayrağın karşısına çıkarılan beyaz bayrak, egemenlerin bayrağı, ütopik komünizmin özgürlük hayallerine aynı sacayağıyla cevap verir; mülkiyet, aile ve din. Proleter devrimler yüzyılı olan 20. yüzyılda, bu üçlüye yeni bir halka eklenecektir: Saf demokrasi!

Bloch, arkeolog titizliğiyle işlediği dev yapıtında (Umut İlkesi) komünizmin izlerini Antik Yunan kentlerine kadar kovalar. Orada, servete karşı insani erdemi yücelten Solon devrimleriyle karşılaşır. İdealizmin babası Platon’da bile, özellikle onun Politeia’sında, Rönesansa dek uzanan bir “komünist metin etkisi” görür. Yine aynı kölecilik döneminde, köleci efendilere karşı yükselen öfkenin temsilcisi Stoacılar, “insan türünün birliği” düşüncesi üzerinden, erken Hristiyanlığın komünist meltemine esin ışıklarını düşürmüştür. Ama meltem çabuk sönecek, egemenlerle uzlaşmanın soğuk rüzgârı, komünist esinleri donduracaktır.

Bloch’un iddiası odur ki, henüz yaşarken İsa, kendi krallığını öteki dünyaya değil bu dünyaya ait görür: “Ey sen!” diye seslenir yoksullara, “kasırgaya tutulmuş ve teselli bulamamış düşkün. İşte güzel renkli horalarla taşlarını yerine koyacağım ve gök yakutlarla temellerini atacağım.(…) Salah (iyileşme) ile pekişeceksin, sıkıntıdan uzak olacaksın, çünkü korkmayacaksın; ve yılgınlıktan uzak olacaksın, çünkü sana yaklaşamayacak.” (Aktaran Bloch, age, cilt I, s.599) Erken Hristiyanlığın bu çağrısı, Roma İmparatorluğu’nun darmadağın ettiği göçebe toplumlara özgü yarı-komünal yazarın düşlerini yeniden canlandırıyordu ve köleci egemenlerin nefretini üzerine çekti. Bloch haklıysa, Golgotha tepesine kurulan çarmıh, köleci dönemin komünal nostaljiye karşıtlığının bir simgesi sayılmalıdır. Tıpkı 70 yıl önce çok daha açık ifadelerle özgürlüğün ve ortak yaşamın bayrağını yükselten Spartaküs ve yoldaşlarının, Roma’nın kapılarına kadar onlarca kilometrelik çarmıh zincirinde katledilmeleri gibi.

Antik çağın Bernstein’ı, kilisenin de kurucusu Pavlus’tur. İsa’nın ölümüyle, onun bu dünya için öngördüğü Salahın Krallığı, gökyüzündeki “öteki dünya”ya havale edilir. O çağdan 18. yy.’ın ütopyacı sosyalist Weitling’e kadar erken Hristiyanlığın özgürlük meltemi ne vakit dünyevi mücadelenin bayrağı haline gelse karşısında ilk önce Hristiyan Kilisesini bulmuştur. İki bin yıla yayılan tarihiyle kilise, tarihin farklı dönemlerinde karşımıza farklı biçimlerde çıkan komünist ütopyanın baş düşmanı olagelmiştir. Tıpkı İslamiyet’in halifeliği gibi!.. Kilise ve halifelik, insanlık tarihinin en köklü, en kurumsal antikomünist örgütleridir.

Köleciliğin yıkılışı ve feodalizmin egemenliği ile birlikte komün farklı bir içerikte karşımıza dikilir.

Gelişen üretim araçları, bunların yapımında uzmanlaşan zanaatkarları topraktan kopardı ve şehirlerde topladı. Kırla rekabet içindeki zanaatkar şehirler, giderek kendi belediyeleri, silahlı birlikleri, kendi amblem ve bayraklarıyla birlikte, Papalıktan ayrı kiliseler kurmaya giriştiler. 12. ve 13. yüzyılın tamamına yayılan kanlı mücadeleler Komün adıyla anılan özerk şehirlerle feodal beyler arasında cereyan etti. Marx, 27 Temmuz 1854 tarihli mektubunda, zamanın krallarının komünlere karşı çıkardığı fermanlardan örnekler verir. Kilise papazları da her fırsatta, komünleri aşağılamak üzere iş başındadır.

Uzun tarihleri boyunca kilisenin ve aristokrasinin, her kentli ve köylü ayaklanmasında karşılarına çıkan komünleri modern çağda, kapitalizmin egemenliği altında, proletaryanın bayrağı üzerinde ilk tanıyanlar olmaları tesadüf değildir. Genç burjuvazi, bu modern çağda büyüyüp serpilmenin, refahın tatlı meyvelerini mideye indirmenin sarhoşluğu içindeyken, artık dişleri dökülmüş olsa da burnu iyi koku alan yaşlı kurtların modern proletaryanın günlük kavgası içindeki komünist tehlikeyi tanımaları çok sürmedi.

İngiliz kraliyet bahçelerindeki çimler öylesine muntazam biçimde, cetvelle ölçülü bir sırayla ve aynı boyda büyürler ki, durumdan etkilenen turistler kraliyet bahçıvanına sormadan edemezler: “Nasıl yaptınız bunu?” Bahçıvanın cevabı ibretliktir: “200 yıl boyunca biçerek.” Taş kafalılığı ile Marx’ı çileden çıkaran İngiliz işçilerin hikayesinin özetidir bu cevap.

İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu kitabında E.P. Thompson, yüzyıllara yayılan bu biçme hareketinin, kanlı iç savaşlarla geçen son yarım yüzyılına mercek tutar. Modern büyük sanayinin ürünü işçilerin “kendilerine özgü, teori, kurum, disiplin ve topluluk değerleri olan kolektif öz bilinçleri”yle (age, s. 516) biçimlenen savaşımları, pek çok kez silahlı isyanlara varmıştı. Thompson’ın dediğine göre o dönem (1790-1840) İngiltere, en az iki kez bir toplumsal devrimin eşiğine gelmiştir. 1832’de işçiler Perloo’da kıyımdan geçirilirler. Milis üniforması içindeki toprak sahipleri, papazlar ve küçük mülk sahibi kentliler, elli yıl sonra Paris Komünü’nde sergilenecek vahşetin provasını yaparlar. Ve en başından beri egemenlerin baş silahı Metodist Kilisesi’dir. Thompson metodizmin gerici kimliğini ifade edecek kelime bulmakta zorlanır:

“İnsan hayatının bundan daha esaslı bir şekilde düzeninin bozulabileceği, kişiliğin her yönünde kendini ifade edebilecek olan kendiliğindenlik kaynaklarının kirletilebileceğini düşünmek zordur. Neşe, günah ve suçla ve acı (İsa’nın yaraları) iyilik ve sevgiyle ilişkilendirildiği için artık her türlü dürtü tersine çevrilmiştir. Ve bir insan ya da çocuğun, acılı, meşakkatli ve kendi kendini inkâr eden işler yaptığı zaman Tanrı’nın gözünde inayete mazhar olabileceğini varsaymak doğal sayılmıştır. Meşakkatli işler yapmak ve acı çekmek zevk almanın bir yoludur ve Mazohizm ‘Sevgi’dir. İnsanın böyle yaşayabileceğini düşünmek aklın alabileceği bir iş değildir ama Metodistlerin pek çoğu bu konuda ellerinden geleni yapmışlardır.” (age, s. 454)

Antikomünizmin özündeki “insan kıyıcılığı” görmek için Nazileri beklemeye gerek yoktur. Metodistler, vaazlarıyla o toplama kamplarını arazide değil, bizzat insan bedeni içinde kurmak için, özgür insanı ve özgür kişiliğini Mazohizmle insan bedeninden ayırabilmek için işbaşındadır. Kitabını 1960’larda Holokost’un dumanı henüz tütüyorken yazan Thompson’ın Metodist vaazlar karşısında düştüğü dehşetin bir sebebi vardır.

Tüm çalkantı ve altüst oluşlara rağmen, 19. yüzyıl boyunca antikomünizmin burjuvazide kurumsal bir kimlik kazanmadığı söylenmelidir. Nesnel ve öznel, komünizmin koşulları henüz kendini göstermemiştir. Burjuva toplumun çelişkilerini erken dönemde fark eden ama çözümün maddi anahtarlarına sahip olamadıkları için tüm deha dolu esinlerini ütopyalar üzerine kuran sosyalistler, kısmen bu az gelişmişlikten, kısmen de “ancien regime”nin acımasız tepkileri yüzünden, konspiratif yöntemleri benimseyen gizli sekter biçiminde örgütlenmişlerdir. Bu nedenle, burjuva sınıfın gözünde, bir kez örgütleri açığa çıkarılıp dağıtılmayagörsün, akşam gidip rahatça uykuya dalabilecekleri bir geçici tehlikeden öte anlam taşımamıştı. Aynı gevşek rahatlıkla, kızıl paranoyasını “ancien regime”in ihtiyar kurtlarına bırakabilirlerdi. Engels, 1840’larda bir anda salgın haline gelen komünizme karşı ilk ajitasyonu papazların yürüttüğünü söyler. Proletaryanın tarih sahnesine ilk kez bağımsız sınıf kimliğiyle çıktığı, ama sonuçta küçük-burjuva demokratların korkaklığıyla gölgelenen 1848 Devrimleri bile, burjuvazinin bu havasını değiştirmeye yetmedi. Marx ve Engels’in gıyabında yargılandığı ünlü “Köln Komünistler Birliği” davası, Prusyalı Junkerler tarafından yürütülür ve gazeteleri her gün “Kızıl Deniz Geçilmeli” manşeti atarken, Engels’in deyişiyle “feodal tepki öylesine pervasız ve körcesine gelişiyor ki, bütün bu ürkütme kampanyası burjuvazi üzerinde en küçük etki yapmıyor”du. (Seçme Yazışmalar, C.I, s. 58)

Aydınlanma mirasının ışığı ellerinde olduğu, demokrasinin güvertesini tüm gövdeleriyle kapladıkları, buhransız-bunalımsız bir iktisadi gelişmenin dünya çapında büyümesi hizmetlerinde bulunduğu sürece, burjuvazi için antikomünizm kimi zaman ani parlamaları solduracak bir güvenlik kilidi, kimi zaman susku fesadıyla geçiştirilecek bir rüzgâr olarak ele alınabilirdi. Ancak 19. yüzyılın son otuz yılı ve onu izleyen elli yıla damgasını vuran gelişmeler, burjuvaziyi, antikomünizmi ruhban sınıfın vaazlarına ve aristokratça paranoyalara terk edemeyecek bir kurumsal işleyiş haline getirmeye itecekti.

İlk ve belirleyici darbe, Marksizmden geldi. Burjuvazinin elinden aydınlanmacılığın ve bilimin ışığını alıp proletaryanın üzerine doğrultan Marksizm, geriye sadece zavallı mazeretçiler topluluğundan oluşan vülger iktisatçıları, kötümser felsefeciler ve dekadan sanatçıları bırakarak, burjuva sınıfın entelektüel yanlarını kuruttu. İkinci adım Paris Komünü’nden geldi. Proletarya, yalnızca ütopyalar için kavga etmeyi değil, eski toplumun üzerine yepyeni bir toplum kurmaya yetenekli olduğunu kanıtlamıştı; dahası, susku komplosuna boğulan Marksizm, tüm temel tezlerinin tanıtını Komün’de bulmuştu. Öyleyse güvenlik kilidini uzun süreliğine açmak kaçınılmazdı. Kıta Avrupasının her yerinde I. Enternasyonalciler için yıllara yayılan sürek avı başladı. Bismarck Almanya’sı, çok geçmeden, Sosyalistlere Karşı Yasa ile antikomünizme kurumsal bir boyut katan ilk ülkeydi.  

Ama modern büyük sanayi ile kurtuluşunun maddi zeminini bizzat yaratmış; bu zemini nasıl kullanacağını Marksizmden öğrenmiş bir proletaryayı, eski günlerdeki gibi sürek avları ve yasaklamalarla, cemaat (sekt) günlerine döndürmek mümkün olmadı.

Marx, Paris proletaryası yenilirse, hareketin elli yıl aksayacağını söylüyordu. Haklı çıktı. Proletarya, ikinci bir komün için 47 yıl bekleyecekti. Ve geçen sürede, kapitalizm emperyalist aşamaya ulaşarak dünyanın yeniden paylaşımı için kendi aralarında amansız bir yarışa girerken; proleter hareket uzun ve barışçıl bir soluklanma dönemi geçirecektir.

Birinci Paylaşım Savaşı’ndan burjuvazinin burnu öylesine kanla doluydu ki, Ekim Devrimi’yle karşısına dikilen tehlikenin kokusunu alamayacaktı. Aksi halde, kendi aralarındaki kavgaya son verip, birleşerek Bolşevik iktidarın üzerine yürürlerdi. Savaş, burjuva iktidarları öylesine güçten düşürdü, emekçilerde öylesine yüksek bir öfke biriktirdi ki, Bolşeviklere hayati önemde zaman kazandırdı. Fakat yıllar önce Engels’in uyardığı gibi, proletaryanın karşısına “tek bir gerici sınıf gibi” dikilenler arasında, proletarya diktatörlüğünden ürken küçük burjuvalar da vardı. Uzun ve barışçı dönem boyunca Marksizmin karşısına, kendi sermaye çıkarları ve saf sınıf kimliğiyle çıkmaya cesareti olmayan egemen sınıf, küçük burjuva hamhalat demokratlardan, antikomünist yelkenleri şişirecek bir fırtına bekledi. Bir kuru bağırsaktan ne kadar esinti çıkabilirse, o kadarıyla yetinmek zorunda kalacaktı.

Denebilir ki, dünya burjuvazisinin “çalışmadığı yerden” kopup gelen proleter devrim, onu bir bekle-gör politikasına itti. Bu geri ülkedeki bu ilk deneyim nasıl olsa bir duvara toslayacak ve dağılacak, komünizmin salt bir ütopya olarak kâğıt üzerinde güzel göründüğü, ama pratiğe ve insan doğasına uygun olmadığı ilk ve son kez kanıtlanmış olacaktı. Duvara toslayan kendileriydi: 1929’da yıkımın eşiğine gelen kapitalist dünyaydı, sosyalizm ise artık dev adımlarla ilerliyordu. Burjuvazinin bekle-gör taktiği, buhranın ateşinde son buldu. Antikomünizm bayrağı, en ırkçı, en zalim ve aynı ölçüde en kaba biçimiyle faşizmin burçlarından yükselecekti. 

Faşizmin diğer burjuva devlet tiplerinden ayrı olarak, bir “açık terörist diktatörlük” biçiminde örgütlenmesi, antikomünizmde, hiçbir ikiyüzlülüğe veya ezeli-ebedi bir geleneksel kutsiyete başvurmaksızın, doğrudan katliamcı, ırkçı bir çizgiyi mümkün kılıyordu. Bunun, açık terörist baskı altında aklı felç olmuş halkların uzağındaki ülkelerde mide bulandıran bir etki yaratması kaçınılmaz. Çok değil on yıl sonra antikomünizmin dinamosu haline gelecek ABD’de, 1938’de yapılan anket, finans oligarşisini yerinden zıplatmıştı. Olası bir Almanya-SSCB savaşında kimin zafer kazanmasını istedikleri sorulduğunda, katılımcıların %83’ü SSCB yanıtı vermişti. Burjuvazi antikomünizmi faşizmin ellerine bırakmanın sonucunu yaşıyordu, bomba kendi ellerinde patlamıştı. Daha kötüsü, bir faşist gibi görünme tehlikesini göze almadan, kimse açıktan antikomünist söyleme girişemezdi. 

  1. Dünya Savaşının tüm akıl dışı çılgınlığına sahne olan Avrupa, antikomünizmi yeraltına, gizli polis ve istihbarat servislerinin karanlık koridorlarına doğru itelerken, komünizm topraktan kalktı, zirvelere yerleşti. Komünist partiler kıtanın en kitlesel partilerine dönüştüler, faşizmin iktidarını taşımakla lekelenmiş halkları bu utançtan kurtardılar. 1942-43’teki partizan savaşında yüz binleri örgütleyen ve sıradan bir köylüye Mussolini’yi ayaklarından astıran komünistler, savaş sonrası İtalyan siyasetinin ve daha baskın ölçüde, entelektüel yaşamının ana taşıyıcısı oldular. Aynı durum, antifaşist savaşta on beş bin üyesini Nazi mangaları önünde kaybettikten sonra “tüfekliler partisi” unvanı kazanan Fransız KP’si için de geçerliydi; felsefe, bilim, edebiyat, resim, sinema vb. hiçbir alan yoktu ki komünistler söz sahibi olmasın. İngiltere’de ise tarihin en kanlı antikomünistlerinden olan Churchill, zaferin büyük komutanı olmanın keyfini süremeden, ilk seçimde İşçi Partisi karşısında hezimete uğramıştı. Artık iyice anlaşılmıştı ki, sıra sıra zafer madalyaları Avrupa’da antikomünizmi ayakta tutmaya yetmiyordu. Nasıl ki, 70 yıl önce I. Enternasyonal Amerika’ya sürgün gitti, şimdi antikomünizm kıta değiştirmek zorundaydı ve bunu bizzat Churchill yapacaktı. Emperyalizmin kadim ve tecrübeli sözcüsü, çok taze ve çok acemi gördüğü ABD’de aldı soluğu. Savaşta ölenlerin anıldığı Arlington Mezarlığı’nda, o ünlü konuşmasını yapar. Tarih 5 Mart 1946’dır ve dünya politika literatürüne “Demir Perde” kavramı girer. 

Churchill, yıkılan kentlerini onarması için SSCB’ye yüklü bir kredi paketi hazırlayan Truman yönetimini uyarır: “Sizin güvenliğinizin sınırı New York sahillerinden değil, Avrupa’nın ortasından başlar.” Mesaj alınmıştır, kredi paketi hemen geri çekilir, işgal bölgelerinde alelacele bir Federal Alman Cumhuriyeti ilan edilir. Böylece “Demir Perde” çekilmiş olur. Sonrası, tam bir çorap söküğü: SSCB de Demokratik Almanya Cumhuriyetini ilan eder, Truman Doktrini ve Marshall yardımları perdeyi kalınlaştırır. Ve nihayet NATO, antikomünizmin kurumsallaşmış ifade olarak Avrupa’nın kalbinde yükselir. Faşist dönemin sokağa çıkarıp afişe ettiği ve korkunç bir mide bulantısına neden olan antikomünizm, bundan böyle yüksek güvenlikli NATO üslerinde ve Gladio benzeri gizli iç savaş örgütlerinde yaşam bulacaktır.

  1. yüzyılın ilk yarısında, emperyalist dünyanın merkezlerinde durum buyken, dünyanın geri kalanında aynı dönemde antikapitalizm pek az yaşama şansı bulmuştur; ama, yüzyılın ikinci yarısında, durum, buralarda da değişecektir.

Çin yüzyılın başında, Komintern’in yol göstericiliğinde imparatorluktan cumhuriyete sarsıcı dönüşümler geçirdi. Henüz birkaç yüz üyeye sahip genç Çin Komünist Partisi, Kuomintang’la kurulan hükümetlerde ve orduda büyük söz sahipliği kazandı. Çan Kay-Sek’in darbesine ve otuz yıl süren iç savaşa rağmen, “ulusal birlik” kategorisi üzerinde taraflar savaş-birlik arayışı arasında salınıp durdular. ÇKP, bu kavgada “ulusun birliğini samimiyetle isteyen taraf” olduğunu kanıtladığı için kazandı. Dünyanın en kalabalık ikincisi ülkesinde, Hindistan’da İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelenin öncüsü Kongre Partisi, içinde Tilak gibi ineklerin kutsallığını savunan Hinduizmin radikal sözcüleri kadar, Cevahirlal Nehru’yu da barındırıyordu. Nehru; “… Özgür bir Hindistan’ın sosyalizmi inşa edeceği ve SSCB’nin bu girişimde bir müttefik, hatta bütün nitelikleriyle bir örnek olacağı inancını asla terk etmedi.” (Hobsbawn, Kısa 20. Yüzyıl, S. 204) Yine muazzam coğrafyası ve nüfusuyla Endonezya, yüzyılın başında Hollanda sömürgeciliğine karşı özgürlük bayrağını ilk açan Sarekat İslam örgütünde, komünistlerin egemenliğini görürüz. CIA’nın planlayıp bizzat yürüttüğü 1965 tarihli komünist katliamından önce, kapitalist dünyanın en büyük Komünist Partisi Endonezya’daydı.
Tüm bu Avrupa ve Asya manzarasının tam ortasında bir ülke, daha en başından antikomünist

 temelde doğmuştu: Türkiye. Nasıl ki Avrupa’da antikomünizm histerisi aristokratlara aitse, Türkiye’de de uzun Osmanlı geleneğinin mirasçısı kadroları devşiren genç Türk burjuvazisinin ilk icraatı, silahlarını işgalcilerden önce TKP’ye çevirmesiydi. Bolşeviklerin Tataristan ve Kırım’dan kovaladığı toprak zengini Türklerin entelektüel gücü Ağaoğlu kardeşler, gençliğinde Rus Narodnikleri savunmuş Ziya Gökalp, Komünist partiden dönekliğe terfi eden Şevket Süreyya, genç burjuvazinin antikomünist çizgisini kimi kaba, kimi ince dokunuşlarla dokuyan kadrolar oldular.
Doğu toplumlarındaki müstesna antikomünizm örneklerinden birisi 1928’de Mısırlı Hasan El Benna tarafından kurulan Müslüman Kardeşler’dir. Komünizmi bir Siyonist komplo olarak gören bu çarpık kafa, Nazilerin Holokost’unu açıktan desteklemiş, 1940’lardan itibaren Arap coğrafyasına hakimiyet kuran, ideolojisini antiemperyalizm ve sosyalizm üzerine kuran Baas partilerinin bir numaralı düşmanı olmuştu.

20. yüzyılın ikinci yarısında antikomünizmin iki merkez karargâhı vardı : CIA ve NATO. Bu karargâha destek olarak Vatikan Papalığı, Müslüman Kardeşler, Vahhabiler, Budizmin Dalai Lama’sı, Latinlerde OAS (Organization of American States) örgütleri vardı. Darbeler, suikastlar, kontrgerilla faaliyetleri, işkence tezgâhları; hepsi Nazilerin antikomünist programının devamıydı. Ve bu elbette tesadüf değildi. CIA’in kuruluşunda yer alan Hitler’in istihbarat şefi Gehlen’in, Vatikan tarafından nasıl korunduğu iyi bilinir. Daha az bilinen hikâye, Bush ailesine dairdir. ABD’ye iki başkan veren bu aile, Nazilerle iş yaparak servet yapmış, CIA’nın yeniden yapılanmasını bizzat yönetmiştir. Nazi toplama kamplarından, Ebu Gureyb’e uzanan çizginin ortasında, Bush ailesi yer alır.
Her ne kadar NATO, sosyalist dünyanın karşısına bir dış savaş paktı olarak dikilse de temelde bir iç savaş örgütüydü. Avrupalı kanat, savaştan bükülmez prestijle çıkan kitlesel komünist partilerle başı dertteydi. NATO’nun karanlık koridorlarında, SSCB’nin nükleer potansiyelinden çok, komünist kitle hareketinin iktidara gelmesi tehdidi konuşuluyordu. Tüm bunlar, Engels’in bir mektubundaki tespitini doğrular: “Terör daha çok, korkuya kapılmış insanların, kendilerine güven tazelemek için giriştikleri süreğen, yararsız gaddarlık anlamına gelir.” Antikomünizmin uzun tarihini anlatırken tüm vurguyu darbelere, suikastlara ve benzerine yaparlar, ıskaladıkları esas nokta burasıdır. 20. yüzyılın ikinci yarısındaki antikomünizmin altında korku, panik, histeri damgası vardır.

Bilim Dünyasında Antikomünizm

 

Bu başlık altında konuyu iki nedenle özetlemekle yetinebiliriz. Birincisi, akademik dünyanın matematik formüllere kendi lisanı içinde antikomünist çerçeveyi tüm yönleriyle çekip çıkarmak, başlı başına uzmanlık işidir. İkincisi, komünist bilim insanlarının ve sosyalist dünyanın katkıları, popüler bilim dünyasında ya tümüyle görmezden gelinir ya da ancak satır aralarında, birkaç cümleyle geçiştirilir, bu yüzden tam bir karşılaştırma yapabilmenin imkânı yoktur. Bu konuda yazılmış az sayıdaki yetkin eserden “Aklın İsyanı”nda A. Woods ve T. Grant, Troçkizmin parantezinden kurtulamıyorlar ve Sovyet bilim camiasına küfür için uzun sayfalar ayırırken, katkılarını birkaç cümleyle geçiştiriyorlar.

Marksizmin bilim dünyasında yarattığı sarsıntının ardından, bilimde karşı-devrimin merkez üssünün, kaçınılmaz çöküşünü sessizce kabullenip kendini çürümeye terk etmiş bir hanedanlığın başkentinde, Viyana’da kurulması, bir tesadüf olmasa gerek. Ekonomide “marjinal fayda” teorileriyle Menger ve Jevons, fizik ve felsefede pozitivizmin ve ampirizmin kilometre taşlarını döşeyen Mach, psikanalizde Freud. Burjuvazinin bilimini Marksizmin tekmeleriyle sıkıştırdığı alandan aklamaya çalıştılar. “Doğanın Diyalektiği” çalışmasıyla Engels, “Materyalizm ve Ampiryokritisizm” kitabıyla Lenin, burjuva bilimi, sıkıştığı köşede kroşe vuruşlarla sopalamayı ihmal etmediler. Burjuva bilimi kroşe durumdan çıkartan, Einstein’a rağmen anca izafiyet teorisinden zorlamayla çıkarılan Big Bang (Büyük Patlama) teorisi ve Kuantum mekaniğine yamanan idealist Kopenhag Yorumudur.

Einstein bilim dünyasına, sonradan terk edeceği bir yoldan girdi. O bir Machcıydı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, Mach, Newton’ın “mutlak uzay” fikrine karşı çıkışla tanındı. Ona göre, boş uzayda eğer bir referans noktası görünmüyorsa (mesela bir yıldızın ışığı bile yoksa), kendi etrafımızda dönüp dönmediğimizi bilemeyecektik. Çıkardığı felsefi sonuç, kuantumun Kopenhag Yorumcularına yol gösterecekti. Eğer biz hissetmiyor, ölçmüyorsak uzay yoktur. Kısaca, duyularımızdan bağımsız madde yoktur. Özel görelilik kuramını geliştirirken, Einstein’ın ana fikri buydu. Bu kuram uzay ve zamanı birleştiriyor, ışık hızını sabit bir sınır olarak belirliyordu. Bir gözlemcinin bulunduğu konum ve hıza göre zamana ilişkin farklı gözlemler yapması, ilk başta Machçı tezi kanıtlıyor gibiydi.

Yanılgısını ilk fark eden, yine Einstein’ın kendisi oldu. Sabit hızları temel alan Özel Görelilikten, ivmeli hızları inceleyen Genel Görelilik kuramını geçtiğinde, kütle çekimini, yani maddeyi ve enerjiyi işin içine sokmuştu. E=mc² formülüyle bu ikisinin özdeşliğini kanıtlamış bulunuyordu. Newton’un “mutlak uzay”ı gitmiş, yerine “mutlak uzay-zaman” gelmiştir. Bu iki teori (özel ve genel görelilik), izinden yürüdüğü başka formülasyonlarla, bilimcileri, uzayda zamanın uzak izlerini aramaya yöneltti. Bu yarışta bilimi bir kez daha sarsan bir gözlemiyle Hubble çıkageldi. Galaksiler sabit değildi, artan bir hızda birbirinden uzaklaşıyordu, yani uzay büyüyordu. İşte, burjuva karşı-devrimin kozmolojideki salvosu, bu keşiften yola çıktı. Belçikalı papaz Lemaître, uzayın bir Büyük Patlama’dan doğduğu onun öncesinde hiçliğin hüküm sürdüğü fikriyle, gerici basının manşetlerini tantanayla süslemeye başladı.

Yine de idealizmin son sığınaklarından Big Bang teorisini, bir papaz fantezisinin gerici basın tarafından reklam edilişinin sonucu olarak görmek eksik kalır. Bu teori, tüm burjuva bilim dünyasının elli yılına damgasını vuran pozitivizmin kaçınılmaz sonucuydu. Diyalektik materyalizmin tersine pozitivizm, bütünden değil, tek tek parçalardan hareket eder, bu parçaların niteliklerini bütünden bağımsız ele alır ve bütünü parça niteliklerinin eklektik toplamı olarak ele alır. Big Bang, pozitivizmin, uzayın ve zamanın ufukta eriştiği, erişmesi gerektiği mercidir. Bütünün tümden silindiği her şeyi belirleyen “parçaların parçası”na ulaşmak pozitivizmin kaderidir. Pozitivizmin temelinde burjuva bilimin tek taraflı uzmanlaşmaya dayalı, felsefi bütünlüğü dıştalayan, katı iş bölümüne öylesine uygundur ki, o girdaptan pek az bilimci kurtulabilir.

Nasıl ki Orta çağ simyacıları, bakırı altına çevirecek efsanevi simya taşının peşinde yüzyılları tüketirken, pek çok elementin niteliklerini keşfetmişlerse; antikomünizmin din ayağını nakavttan kurtarmak için ortaya atılan Big Bang teorisi, karşılaştığı her açmazda, saçma bir açığı yamamak çabasıyla, pek çok keşfin yolunu düzledi.

Kendi teorilerinden doğurtulan Big Bang teorisine somut kanıtlarla karşı çıkmayan Einstein -sonuçta sıkı bir deney ve gözlem insanıydı- bu teoriyi zorlayacak sorularla yetiniyordu. Big Bang eğer doğruysa, tüm uzaya yayılmış izleri bulmak mümkün olmalıydı, ama gördüğümüz her şey oldukça düzgündü, ortada bir enkaz yoktu. Radyo yayınlarından bir türlü temizlemeyen parazit seslerinin kaynağını ararken, dünya atmosferine neredeyse eşit dağılmış “kozmik ışın”ları keşfeden iki mühendisin bakışı “İşte, enkaz bulundu!” manşetleriyle sunuldu. Araştırmalar nihayet iletişimdeki parazitlerin kaynağını gösteren kozmik fon ışınlarının, gözlenebilen uzaya yayıldığını ortaya çıkardı. Demek ki bugünün cep telefonu teknolojisini, Big Bang’e borçluyuz; tıpkı oksijen elementinin bulunuşunu, Filojiston teorisi saçmalığına borçlu olduğumuz gibi.

Fakat yama tutmayan teori, yeni keşiflerle, 1970’lerde yeniden çıkmaza girdi. Big Bang, evrenin yaşını 15 milyar yıl olarak hesaplıyordu, ama bu zaman küçük kozmik bir yumurtadan günümüz galaksi sistemlerini oluşturmaya yeten zaman değildir. Teoriye yama, kuantum mekaniğini temel alan “Şişen Evren Teorisi”nden geldi. Teoriye göre, büyük patlamadan bir saniye kadar süre geçmemişken, henüz 10 üzeri -26 cm çapındaki kozmik yumurta, 10 üzeri -35 gibi kısa bir sürede, 10 üzeri 90 kat büyümüştür. Burada görülen akıl almaz sürede yine akıl almaz bir şişme olayı, burjuva bilim için şaşırtıcı değildir, onlar gözlem ve deneyi çoktan bir yana bırakıp, gerçeği salt matematik formüllerinde arayıp bulma alışkanlığı içindedirler. Bu şaşırtıcı rakamlar, otoritesi tartışılmaz matematik formüllerin sonuçlarıdır, bu nedenle mantığı sorgulanamaz. Şişme teorisi, burjuva kozmoloji araştırmalarının bir numaralı demirbaşı olarak kaydedildi. Teorinin saçmalık ve açmazları, ancak daha büyük bir saçmalıkla örtbas etmenin yolu, matematik dünyasından geçiyor.

Mach’a hayranlığını gizlemeyen Brian Greene, “Evrenin Dokusu” kitabında, bütün tantanalı alkışlara rağmen “Şişme Teorisi”ne ilişkin şu gözlemini aktarmadan duramamıştır; “Fizikçiler, eğer bir kuramın başarısı, bazı özelliklerin açıklayamadığımız ayarlanma şekillerine son derece bağlıysa, o kuramın doğal olmadığını kabul ederler.” (Age, s. 355) Sadece kendisi için değil, fizik dünyası adına konuşan Greene’in “Şişen evren teorisi”ndeki doğal olmayan nitelikleri baş tacı etmesindeki çelişki açıklanmaya muhtaçtır. Tıpkı Hegel gibi, kafasının arkasında yağlı bir saç kuyruğu taşıyan bu dar kafalı küçük burjuva aydınları, Big Bang’i ayakta tutan her tür saçmalığa sarılmak zorundalar. Çünkü antikomünizmin din ayağının sığındığı son kalenin üstünde “Big Bang” yazıyor. Yine de fiziğin simyacıları, bir kez daha işbaşındadır. “Şişen Evren Teorisi”nin açıklanamayan ayarlanma şekillerinden birisi, kuantum teorisi dünyasından çıkıp gelen Higgs alanı olmuştur. Teori, Higgs’in 1960’larda öngördüğü ama kanıtlayamadığı parçacıklara kütle kazandıran bir bozonun hesaplara dahil edilmesine dayalıdır. Ve bu kez Higgs bozonunu bulma yarışı başlamıştır, çünkü teori bir kez daha kanıta ihtiyaç duymuştur. Bu yarış, yakın zamanda bir noktaya varmış görünüyor. Artık adına “Tanrı parçacığı” denen Higgs bozonunu bulmak üzere Vatikan’dan muazzam finansman desteği alan CERN laboratuvarı sonunda “bir şeyler” bulduğunu açıkladı, ama ne olduğu konusunda henüz hemfikirlik sağlanamadı. Tıpkı kozmik zamanın keşfiyle, cep telefonu teknolojisine varıldıysa, Higgs bozonu olarak ilan edilen parçacığın bulunuşuyla, ne gibi yeni keşiflere açılacağımız şimdilik meçhul.

Burjuva bilimi sıkışma hissiyle kafasını tuhaf duvarlara vururken, bir dünya sistemi haline gelmiş sosyalizmde, felsefi yaklaşımla varılan, gözlemlenen olgularla desteklenen, evrenin önsüz ve sonsuz olduğu temel, kozmolojik araştırmalara yön veriyordu. Diyalektik materyalizm tüm bilimsel gözlem ve deneylerin aynı ilkeyi açıkladığını ortaya koyar: “Her şey başka şeylerden gelir ve başka şeylere yol açar.” (David Bohm) Bu sağlam temelden hareketle sosyalist dünyanın bilim insanları, evrenin geçmişine dair bilgilerin bugünün gözlenebilir evreninden derleme yoluna girdiler. Ve plazma araştırmalarının öncülüğünü yaptılar. Bu çalışmalar burjuva dünyada bilinmez ya da göz ardı edilir. Yine de SSCB’deki plazma araştırmalarını temel alan ve buradan geliştirdiği yeni kozmoloji kuramıyla Nobel ödülüne uzanan Hannes Alfvén ve Oskar Klein’ın görüşleri yaygın kabul görmüştür. Aklın İsyanı kitabı Sovyetlerin katkısını görmezden gelmekle birlikte, Alfvén’in teorisine uzun bir yer ayırmıştır. “Hiçbir yerde hiçlikten bir şeylerin çıktığını görmediğimize göre, uzak geçmişte bunun gerçekliğimiz olduğunu düşünmek için de neden yoktur.” diyen Alfvén’in evren şeması, saf matematik formüllerden değil, gözlenen uzaydan başlar: “Plazma kozmologları, muazzam elektrik akımları ve güçlü manyetik alanlar tarafından kesilen ve elektromanyetizma ile kütle çekimin kozmik kontrpuanıyla düzenlenen bir evren tasavvur ederler.” (age, s. 229). Bu model, Bing Bang’ın enkazı olarak öne sürülen kozmik fona bir açıklama getirmekle kalmaz, galaksilerin oluşumu için teorinin işe koştuğu “Yüzde 99 oranında karanlık madde” varsayımını da gereksiz kılar. Alfvén, on ya da yirmi milyar yıl önce, evrenin bir köşesinde, bugün gözlediğimiz uzayı ortaya çıkartan büyük bir patlamanın tasavvur edilebileceğini söyler. Ama bu, hiçlikte değil, var olan bir evrende gerçekleşebilir. Geçmişe dair bu varsayımın henüz tam ve inkâr edilemez kanıtları var mıdır? Yok. Fakat en azından diyalektik materyalizm, bilimi, saçmadan daha saçmaya değil, kesinliği daha az doğrudan, daha belirgin doğruya taşır.

Bilimdeki karşı-devrimin diğer kolu, kuantum teorisi üzerinden yürüyen tartışmalarda şekillendi. Kuantum mekanik teorisinin doğum ve gelişim merkezi Almanya oldu. Çünkü, bol kömürü, hiç petrolü olmayan taze emperyalist, tekelci rekabetin amansızlığına termal enerji ve elektromekanikle dayanabilirdi. Alman şirketleri, yüksek fırın teknolojilerinde karşılarına çıkan “kara cisim ışıması” problemini aşmak için, fizikçilere güveniyordu. Başlangıçta problem basit görünmekteydi. Tamamen siyaha kesmiş bir fırın içinde çok yüksek ısıyla yanan maddeler (kömür, cam, seramik, gazlar vb.) kara duvarlarda soğrulan ısıları acaba hangi şiddette geri yansıtıyordu? Geleneksel ışık tayfı üzerine kurulu matematik formülleri, bir “morötesi felaket” tablosu çiziyordu. Yani, kara cisim içinde önce soğrulan ve sonra salınan ısınımın frekansı eğer morötesi dalgaya doğru yaklaşıyorsa, şiddeti sonsuz ölçeklere varıyordu. Durum buysa, şöminenin karşısında cayır cayır yanmalıydık. Max Planck, matematiksel model ve pratik arasındaki bu uçurumu kapatmak üzere kolları sıvadı. Pek çok deneysel araştırmanın özetlediği grafikleri, yani gerçek olanı, matematik modeliyle uyumlu hale getirmek için, formülde bir değişikliğe gitti. Formüle ilave ettiği öge, “Planck sabiti” olarak anılacaktı.

Planck, enerjinin yayılmanın kesintisiz değil, kesikli ve paketçiler biçiminde olduğunu bulmuştu. Bir ışınımın frekansı ne kadar yüksekse, enerjinin yayılımı o kadar “pahalıya” patlıyordu, salınan enerji paketinin sayısı, dolayısıyla ışınımın şiddeti azalıyordu. Yani, morötesi ışığın karşısında kimse yanıp kül olmazdı.

Planck’ın “kara cisim ışıması”na bulduğu çözüm kısa sürede, Einstein tarafından elektromanyetizmaya taşındı. Kuantum teorisi için temel atılmıştı; atomu oluşturan parçacıkların hareket yasalarını bulup hesaplamak, Mendeleyev’in periyodik tablosunun gizemini çözmek, artık mümkündü.

O yıllarda gözlenebilen tek atomaltı parçacık hareketi, ışıktı. Her cisimden yayılan ışık birbirinden farklı dalga boylarına işaret eden bir tayf ortaya çıkarıyordu. Ünlü “çift yarık” deniyi de, ışığın dalga biçimli hareketine kanıttı. Öyleyse, atomun iç düzeneğindeki harekette doğrusal değil, dalga fonksiyonları biçiminde formüle edilmeliydi. 1927 yılında Schrödinger, atomun içindeki farklı enerji seviyelerini açıklayan bir dalga fonksiyonuyla çıkageldi. Aynı yıl Heisenberg, bir başka yoldan yürüyerek, dalgayı değil, yay hareketlerini temel alarak, kuantum teorisinin “belirsizlik ilkesini” ortaya attı. Kullandığı salınım fonksiyonu formülleri ile, cisimlerden yayılan ışığın tayf kodlarını uyumlulaştırmak için, bir anlamda açığı kapatacak bir yama kullandı: Hız ve kütleden çıkartılan momentum (p) ile, konuma işaret eden (q) arasındaki ilişki, bu yamada şöyle hesaba dahil ediliyordu: pq-qp=h/2πr. (buradaki h, Planck sabitidir)

Heisenberg, belirsizlik ilkesine kanıt için, kafasında basit bir deney tasarladı. Elektronu gözlemleyebilecek kuvvette, yüksek frekans bir gama ışını kullanan mikroskop hayal etti. Gama ışını dalga biçiminde hareket ettiğinden, gözlenecek elektronun konumu da gama ışının dalga boyu kadar belirsizlik içerecekti. Konum ölçmedeki belirsizlik, ölçmede kullanılan ışının dalga boyuna eşittir. Momentumu belirlemek üzere gönderilen ışık parçacığının elektrona eklediği enerji, benzer biçimde momentumu değiştirecektir.

Kanıtın ortaya koyduğu gibi, “belirsizlik ilkesi” maddenin kendine ait bir öge değil, ama onu gözleyen araçlarla madde arasındaki ilişkinin bir ögesidir. Ancak, dönemin gerici bilim insanları (başta Max Born, Niels Bohr), Heisenberg Belirsizlik ilkesi ile Schrödinger dalga fonksiyonunu birleştirip, burjuva dünyanın dört elle sarılacağı kötü ünlü Kopenhag Yorumu’nu ortaya attılar. (Niels Bohr, Kopenhag üniversitesinde çalışıyordu.) İlkeyle birlikte ele alındığında dalga bir “olasılık dalgası”ydı. “Bir atom sistemindeki bir durumun ölçümünden önceki tarifi tanınmazdır, sadece belli olasılıklarda belli değerler potansiyeli taşırlar.” (Kuantum Teorisi, J.P. McEvoy) Buna göre, hemen mikroskobun ucundaki bir parçacık, aslında orada değildir, hatta uzayın en uzak köşesinde bulunma olasılığı bile vardır. Ölçüm, evrenin en uzak köşelerine dek uzanabilen maddeye ait olasılık dalgasının çöküşüne yol açar ve elde edilen tek olasılık sonuca indirgenir. Schrödinger, kendi formülünden çıkartılan bu yorumla dalgasını geçmek için ünlü “Schöndinger kedisi” deneyini tasarlar.  İroniye bakın ki, kuramın kurucusunun eleştirisi Kopenhag yorumcularının mottosu haline geldi. Fakat 1950’lerde Amerikalı bir fizikçi olan Everett, dalga fonksiyonun çökmediğini, başka boyutlara sıçrayarak varlığını sürdürdüğünü iddia edip “Paralel Evrenler” teorisini ortaya attığında, herkes dalgasını geçerken Kopenhag yorumcuları sessiz kaldılar. Bu Frankenstein’i onlar yaratmıştı.

Einstein da madde ile ölçümü arasındaki ilişkiyi açıklayan belirsizlik ilkesini maddenin doğasına indirgeyen bu yorumdan rahatsızdı: “Einstein şu espriyi yapıyordu: ‘Gerçekten bakmadığımız sürece, Ay’ın orada olmadığını mı düşünüyorsunuz?’ Kuantum mekaniği taraftarları da şöyle cevap veriyordu: ‘Eğer kimse Aya bakmıyorsa-yani kimse Ayı görerek konumunu ölçmüyorsa, Ay’ın orada olup olmadığını bilmemizin imkânı yoktur. (….) Einstein bakan olsa da olmasa da Ay’ın kesinlikle orada olduğunu düşünüyordu.” (D. Green, Age, s. 116)

Einstein, belirsizliğin ölçüme dair olduğunu kanıtlamak için, Rosen ve Podolsky ile bir elektronun aynı anda hem konumunu hem de momentumunu hesaplayabilecek bir deney tasarımı yaparlar. Aynı kaynaktan yayılan ve özellikleri tümüyle eş iki foton parçacığını, zıt yönlere göndererek bir tarafta momentumu, diğer tarafta konumu belirlemek mümkündü. Kanıt, belirsizlik ilkesini ortadan kaldırmıyor, sadece onun maddeye ait olmadığını öne sürüyordu. Yoksa günümüze dek yapılan sayısız hesaplamada, ilkenin ortaya attığı oran kullanılır. Yüksek hızlı cisimleri yüksek frekanslı ışınımlarının ölçümü, atom saatlerinin ayarlanması, yani günümüz dijital teknolojilerinin kullandığı pek çok hesapta, Heisenberg’in işaret ettiği düzeltme yapılıyor ve işe yarıyor.

Ne var ki, Einstein-Podolsky-Rosen’nin tasarladığı deney 1960’larda gerçekleştiğinde Kopenhag Yorumunu hareketsiz bırakan ‘EPR Paradoksu’, bu yorumun yeniden canlanmasına neden olacaktı. Bell-Aspect deneyi adıyla ünlenen bu deney, aynı özelliklere sahip zıt yönlere gönderilen iki parçacığın ölçümü sırasında, bir parçacıkta gözlemcinin sebep olduğu değişimin aynısının, çok uzaktaki diğer parçacıkta aynı anda ortaya çıktığını ilan ediyordu. İki parçacık arası da ışıktan öte, sonsuz denebilecek bir hıza sahip bir “bilgi akışı” var demekti. Bu iki parçacığın, Kopenhag Yorumundaki gibi, evrenin tüm bölgesine yayılan bir “olasılık dalgası” üzerinden birbirine bağlandığı, ölçümle birlikte bir tarafta dalga çökerten, aynı anda uzayın tümünde de çöktüğü öne sürüldü. Ve buna “Kuantum dolanıklığı” adı verildi. Işık hızını hiçbir madde aşamayacağına göre bu bilgiyi taşıyan neydi? Elbette “madde ötesi” dünya fantezisi için biçilmez kaftan bulunmuştu. Burjuva bilim dünyasının bu deney üzerine sevinç çığlıkları atmasının nedeni, Bell-Aspect deneyindeki korkulu ölçümlerin tonlarca eleştirisinin hiç duyurulmamasının nedeniyle aynıydı. Kopenhag Yorumu, EPR Paradoksu karşısında hayat öpücüğünü almıştı, gerisi önemli değildi. Öte yandan, kuantum mekaniğinin karşılaştığı temel sorunlara Marksistlerden gelen esaslı iki cevap, 20. yüzyılın teorik fiziğinin en önemli iki fizikçinin adını taşır. Biri Richard Feynman’dı, diğeri David Bohm.

Genç yaşında atom bombasının üretildiği Manhattan Projesinde yer alan Feynman, kuantum mekaniğinin materyalist izini sürenlerdendi. Kopenhagçıların “çöken olasılık dalgası” yerine, Einstein’ın bir sorusunun peşinden gitti. Şu basit soruyu yöneltmişti Einstein: Eğer elektron X’te bulunduysa, gerçekte ölçümün yapılmasından hemen önce de tam X’te ya da ona çok yakın bir yerde olmuş olması gerekmez mi? Feynman “Yol integrali” yöntemiyle, parçacık biçimli hareket temelinde, hareketin gelişebileceğini olası tüm yolların, ölçümde çıkan kesin sonuca etkisini hesapladı. Kopenhag yorumunun dayandığı olasılık hesaplarına dayandığı için, sonuçta bu sadece ara bir çözümdü. Ama bir “suskunluk komplosu” ile karşılaştı, ders verdiği üniversite dışında onu kimse tanımıyordu. Derken, Sovyet fizikçilerin oldukça ses getiren bir makalesinde işaret edilen “yol integrali” hak ettiği üne kavuşabildi; ancak bu güçlü uyarı sayesinde Feynman, başka üniversitelerin programlarına dahil olabildi.

Biraz daha kesin bir darbeyi David Bohm hazırlıyordu. Bir komünist olarak kötü ünlü McCarthy soruşturmalarına maruz kalan Bohm, bu antikomünist histerinin en güçlü olduğu zamanda, 1952’de yayımladı makalesini. Pozitivizmin aksine, diyalektiği temel alan çalışması, bütünü göz önünde tutuyordu. Varsayım ve başlangıç koşullarını, yalıtık parçalar biçiminde değil, bütünsel bir süreç olarak analize konu ediyordu. Bohm’a göre hem gözlenen parçacık hem gözetleyen aygıt, çeşitli kuvvetlere etkide bir birleşik alan oluştururlar. Sistem artık sadece iki değişkenli değil, N sayıda çoklu değişkene sahiptir. Bu alanlar (kütleçekim, elektromanyetizma, vd.) parçacığın hareketi üzerinde bir “pilot dalga” oluştururlar. Parçacık, kendine ait frekansıyla, hareketini bu “pilot dalga”ya ayarlar. Yani parçacığın hareketi hiç de rastgele değildir; N değişkenli kuvvetlerin etkidiği bir alanın, pekâlâ bilinebilir, denetlenebilir bir fonksiyonudur. Böylece, kuantum mekaniğinin Kopenhag Yorumuna sersemletici bir darbe vurmuştur Bohm. Teorinin Kopenhag Yorumunu sırtlayan devasa sütunlar (Born, Bohr, Heisenberg, Dirac, Pauli, Neumann vd.) dev Samson’un acı gücüyle yıkılır; gücünü saçlarından değil, diyalektikten alan bir dev. Karşısında, bilim tarihinin en uzun süreli susku komplosunu bulacaktır.

“Fakat o zaman, neden Born bana bu ‘pilot dalgadan’ söz etmemişti? Keşke bununla ilgili olarak neyin yanlış olduğuna dikkat çekseydi. Niçin Von Neumann bunu değerlendirmedi? Daha da olağanüstü olarak, insanlar 1952’den sonra ve 1978 gibi yakın zamana kadar ‘olanaksızlık’ ispatları üretmeye devam ettiler? Neden bu zamanda Pauli, Rosenfeld ve Heisenberg bile ‘metafizik’ ve ‘ideolojik’ olarak lekelemek yerine Bohm versiyonunun etkileyici bir eleştirisini geliştirmediler? Pilot dalga tasviri neden ders kitaplarında ihmal edilir? Bu, tek yol olarak değil fakat halihazırdaki memnuniyetin bir panzehri olarak öğretilemez mi? Bulanıklığın, subjektiften ve indeterminizmin bize deneysel gerçekler tarafından değil fakat kasıtlı bir teorik seçim tarafından dayatıldığını göstermek üzere öğretilemez mi?” (J. Bell Mekaniğinde Konuşulanlar ve Konuşulamayanlar, Aktaran J. Bricmant, Teori ve Politika, s. 56-57)

Cep telefonu, yapay zekâ gibi teknolojik yeniliklere bakıp kapitalist dünyanın bilimselliğine övgüler dizenler için çok yakıcı satırlardır bunlar. Sosyalizmin ellerinde bilimin nerelere varabileceğini tahmin etmek isteyenler, yazımızın devamında yer vereceğimiz birkaç örnekle yetinmesinler. Ama bu birkaç örnek bile, bilim dünyasında antikomünizmin derinliğini ölçmeye yeter.

Sadece Bohm değildir bilim dünyası ve tarihinden sürgün edilen. Örneğin, Fransız Komünist Partisi üyesi Frédéric Joliot-Curie, zincirleme nükleer reaksiyonu ilk kanıtlayan kişidir. Ama o atom bombasının babası olarak anılmaktansa, 1944 Paris ayaklanmasında, Nazi tanklarını meşaleye çeviren kimyasal karışımları yeraltında kurduğu laboratuvarında üreten bir militan olarak tarihe geçmeyi seçmiştir.

Birleşik Krallık Komünist Partisi üyesi John Desmond Bernal, beraber uzun süre çalıştığı bilim insanı Dorothy Hodgkin ile DNA’nın ortaya çıkışının öncülüğünü yapmıştı. 50’lerin başında, çektiği binlerce kristal analiz fotoğraflarının sonuncusunda, çok önemli bir keşfin izlerini görmüştü. Bu konuda üniversite yönetimini bilgilendirdikten hemen sonra, odasını boşaltması ve tüm deney malzemelerini teslim etmesi istendi. Malzemeler kısa sürede, özel bir şirketin laboratuvarında araştırmalar yapan Crick ve Watson’a ulaştırıldı. Onlar, fotoğrafta görünen şeyin ne olduğunu hemen anladılar, tam aradıkları şeyin kanıtı ellerindeydi. DNA bulunmuştu. Ve bilim tarihinde hiç görülmemiş gelişmeler peşi sıra geldi. Keşfin ilanını izleyen yıl, Crick ve Watson, Nobel ödülü takdim edilen en genç bilim insanları oluverdiler. Genelde Nobel komitesi, bu keşfe imza atsalar dahi, bilim insanlarına bu ödülü çok uzun çalışmaların sonucunda verirken, bu aceleci tavrının altında çok güçlü iki dürtü bulunuyordu: Tekelci çıkarlar ve antikomünizm. Kimya, ilaç ve gıda endüstrisini yeni baştan biçimlendiren keşif için patent ve lisans satışları başlamıştı bile ve bir Nobel ödülünden daha muazzam bir reklam yapılamazdı. Dahası, bilim tarihinin en önemli keşiflerinden birinin altındaki tam da soğuk savaş istim almışken, bir komünist ekibin imzası silinmeliydi. Bir kez ödül açıklanınca, bu ekibi “hani bizim payımız” diye ortaya çıkmayacak denli karakter sahibi oldukları tahmin edilebilirdi.

Lazerin keşfinde de benzer bir antikomünist histeri karşımıza çıkar. Brian Clegg, “Kuantum Çağı” kitabında hikâyeyi anlatmıştır. Lazerin teorik temelleri 1930’larda Sovyetler Birliğinde atılmıştı. Bu çalışmalardan, Amerikalı bilimci ve komünist Gordon Gould geniş ölçüde yararlandı. Fakat 1957’de Gould’un lazer başlığıyla kodladığı çalışmalarına erişimini bir gecede kaybetti. Çünkü, yoldaşlarını ele vermeyi reddeden bir komünist olduğu anlaşılmıştı. Çalıştığı laboratuvarına yaklaşması bile yasaklandı. Silah tekeli Hughes lazerin keşfini büyük reklam kampanyalarıyla ilan edince asıl kâşif Gould, antikomünist histerinin enkazı altında unutuluşa terk edildi.

Sosyalist dünya bilimcilerinin katkısı saymakla bitmez ve pek çoğu popüler bilim dergileri ve kitaplarında yer almaz. Biz, iki tanesiyle yetinelim. Batı biliminin en güçlü hadron çarpıştırıcılarının gücünden onlarca kat daha fazla enerjiyi depolayabilen Sovyet yapımı “Tokamak”lar, içinde güneşin sıcaklığının on katı sıcaklık hapseder. Ve bu, Batı’nın altmış yıldır umutsuzca peşinden koştuğu “füzyon” araştırmalarının bir numaralı aygıtıdır. Ya da, pek az bilinir, daha 1980’lerin başında SSCB’de kuantum bilgisayarın temeli atılmıştı. Ukrayna savaşından sonra, Rusya’dan ithali yasak ürünler listesinde “kuantum bilgisayar parçalarının” bulunması, saklanan gerçeğin dışavurumuydu. Daha titiz bir araştırmanın, bu listeyi ne kadar uzatacağı sorusunun cevabını, meraklı okurlara bırakıyoruz.

 

Sanatta Antikomünizm

 

Müzikten edebiyata, resimden sinemaya çok zengin ve farklı içerikte kollara sahip sanat, komünizm ve antikomünizm için, derin ve yaygın bir kapışma alanı haline gelmiştir. Örnekleri o kadar çoktur ki, biz burada sadece farklı dönemlere damgasını vuran antikomünizm zirveleriyle yetineceğiz.

Önceki dönemler bir yana, antikomünist sanat içeriklerinin 20. yüzyılın ilk yarısında, pek az etkisi olmuştur. Bu yarım yüzyılda antikomünist histerinin kaynakları faşizmin sanatla kurduğu soğuk, kaba, itici ilişkiler, bu etkinin kırılmasının başlıca sorumlusudur. Ancak, yüzyılın geri kalanında, en başta edebiyat ve sinemada antikomünist kalıpları ortaya koyan ilk eser 1930’larda yayımlanmıştı. Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı, gelecekte, distopik zamanlarda geçer. Hayali Marlok ülkesinde, her şey kamulaştırılmış, tuhaf bir komünizm hüküm sürmektedir. Hijyene takıntılı rejim altında, her türlü insani hislerden arındırılmış bireyler, refleksleri tarafından yönlendirilen duygusuz insan tipleri, kozalarda yetiştirilir. Huxley, bildik “komünist beyin yıkama” fantezisinin ötesine geçmiş, baştan ayağa bedeni yıkayıp arındıran fanteziye varmıştır. Bu roman, E. Bloch’un vurguladığı üzere, bir zavallılık abidesidir; “Liberal burjuvazi, ütopik mizaha olan yeteneğini böylesine yitirmiştir; dehşet ve aptallıkla biter onun oyunu. Bireysel ajitatör Huxley’in gösterdiği gibi, artık yalnızca umudu öldürmeye ve anti-ütopyaya ehildir.” (Umut İlkesi, c.1, s. 531)

Huxley’in döşediği yoldan ilk yürüyen George Orwell’dır. Kitaplarını ABD istihbarat servislerinden aldığı destekle bastırdığı, gizliliği kaldırılmış belgelerde yer almıştır. Orwell, Hayvan Çiftliği ile antikomünizmin ancak bir “fors” düzeyinde bir yaratım sayılabileceğini kanıtladıktan sonra, ünlü “1984” romanını yazar. Orwell, Huxley’in yarattığı arketipleri tekrarlar, ama daha trajik boyutlarda. Huxley’e gülebilirsiniz ama Orwell midenizi kaldırır. Tuhaf olan şudur ki, saf demokrasinin kutsal halesiyle gözleri kamaşan pek çok küçük burjuva sosyalist antikomünizmin şahikası mide bulandırıcı bu kitabı özgürlükleri kısıtlayan her diktatöre karşı, ellerinde bir İncil gibi sallamaktan geri durmazlar. Saf demokrasi, bir ahmaklık kuyusudur.

Antikomünizm, elbette dönekleri pek sever, çoktur onlar. Ama bizi en çok yaralayan Steinbeck’tir. Taş değil, güldür attığı… Halen daha pek çok devrimci-komünist militanın elinden düşürmediği Bitmeyen Kavga ve Gazap Üzümleri gibi şaheserlere imza attıktan sonra, 1950’lerin antikomünist histerisine safını değiştirir Steinbeck. “Yaşamımın eseri” dediği Cennetin Doğusu’nda bu kez kahramanları, büyük toprak sahibi kapitalistlerdir. Adeta, bu toprak sahiplerine karşı verilen kavganın romanlarının geriye kusulmasıdır. Yazar, kitabın bir yerinde, kapitalizmin liberal imanını tazeleyen bir bölümle, dönekliğini gerekçelendirir. İlginç olan şudur ki, romanın kurgusuyla hiç alakası olmayan bu ara taksim, artık antikomünizmin, bir romanın içeriğini değerden düşürecek denli kaba olduğunun itirafı ve temsili gibidir. Sezgilerinde haklıdır dönek Steinbeck. 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran antikomünist histeri, edebiyattan sinemaya, sanatın tüm zengin içeriğinin çoraklaşmasının baş sorumlusudur.

Kıta Avrupa’sının sessizliğine inat, İngiliz antikomünizminin üretkenliği yüksektir. Gizli ajanların dünyasında yeniden kurgulanır komünist düşman. “Dil, ağız içi yaraya dokunmadan edemez.” misali, İngiltere’nin gizli ajan hikayeleriyle, SSCB ile hesaplaşması boşuna değildir. Çünkü SSCB, daha 30’lu yıllarda devşirdiği çift taraflı ajanlarını, İngilizlerin övünç kaynağı istihbarat servislerinin en tepesine çıkarmayı başarmıştı. En kaba biçimiyle Ian Fleming’in seri Bond romanlarında gördüğümüz bu kompleks bastırma çabaları, John le Carré romanlarına daha rafine biçimde aktarılır. Le Carré, genelde karşı tarafa kendini satmaya hazır “alkolik ve zeki KGB yöneticileri” yanında, samimiyetle yaptıklarına inanan, robot gibi her söyleneni yerine getiren, ama illaki bir noktada kendi ülkesinin soğuk gerçeğiyle karşılaştığında intiharı seçen komünist tiplemeler yaratmakta mahirdir.

Sanatlarının en kitleseli, “gerçekliğin unsurlarını onlar aracılığıyla başka bir gerçekliği göstermek üzere toplayan” (Pudovkin) sinema, antikomünist histerinin başlıca aracı haline gelecektir. İlk filmlerinden birinde (Sobotos) Hitchcock, kalabalık yerlerde rastgele bombalar patlatan bir grubun üyesi olmakla suçlanan masum bir adamın hikayesini anlatırken, sonraki örneklerle karşılaşınca nasıl da naiftir.

Uzun soğuk savaş dönemi boyunca antikomünizmin şahikaları Kore ve Vietnam’ı anlatan savaş filmlerinden çıkmıştır. Ve daha önce kovboy filmlerinden aşina olduğumuz bir kalıp burada tekrarlanır. Kovboy filmlerinde ilk dönem eserlerde, kötülüğü sorgulanmaz düşman Kızılderililerdir. Kadraja genellikle en uzak noktadan girerler, yüzleri ya hiç görünmez ya da savaş boyalarıyla tanınmaz. Yankee kahramanlar, üzerlerine bodoslama gelen Kızılderilileri sinekler gibi biçer. Onlar da vücutlarının herhangi bir noktasına değen tek kurşunla hemen oracıkta ölüverirler, ne bir feryat ne bir can çekişme… Kamera, yerde yatan ölülerle ilgilenmez, sadece ölülerini bırakıp topuklayan Kızılderilileri görürüz. Kahraman Yankee, sanki hiçbir şey olmamış gibi hayatına kaldığı yerden devam eder, çatışmanın ruhsal yönlerinden bir iz bile yoktur. Aynı kalıplar, Kore-Vietnam savaş filmlerinde bolca tekrarlanır. Komünist düşman yine en uzak noktadan girer kadraja, yüzleri seçilmez. Ya bir nehrin içinden ya da çıplak bir tepeden aşağı, hiç kendilerini sakınmadan (çünkü kendini sakınmak insani bir davranıştır), düğmesine basılmış robot askerler gibi, kapitalist dünyanın kahramanlarının üzerine koşarlar. Hareketlerinde hiçbir taktik ustalık, manevra kabiliyeti göze çarpmaz, tüm hareketleri bodoslamadır. Ve tıpkı Kızılderililer gibi tek kurşunla acı çekmeden çuval gibi düşerler. Kahramanlar tarafından ise, kurbanlar verilmez değildir. Nöbetlerinde uyuyakalan ilk kurşunu yer, korkaklık edip siperini terk eden de… Ama bir de zorda kalan arkadaşını kurtarmak için kendini feda edenler vardır ki, onun yavaş yavaş ölümü, uzun ve çok trajik bir sekansla sunulur.

Bu aşağılık kurgunun gayri insani içeriği, büyük İngiliz yönetmen Stanley Kubrick’in Full Metal Jacket filminde ifşa edilir. Uzun filmin final bölümü Vietnam’da küçük bir kasabada geçen çatışmaya odaklanır. Metruk bir binanın içinde siper alıp işgalci Amerikan askerlerini tek tek avlayan keskin nişancı bir genç kadının (neredeyse çocuk yaştadır.) vurulduktan sonra yavaş yavaş ölümüne tanıklık ederiz. Sekans müthiş acılar çeken, ölümün dehşetiyle irkilen, insana ait tüm duyguları yoğun olarak yaşayan kanlı-canlı bir “komünist düşman” sergiler. Ve kamera bu uzun ve acılı ölümü duygusuzca izleyen Yankee askerlerinin üzerine odaklanır. Birazdan birliklerine katılıp, bir çocuk marşı eşliğinde neşeyle yürüyeceklerdir. Namuslu bir aydın kimliği ile Kubrick, tüm antikomünist filmlerin insanlık dışı yönünü böyle vurgular.

Milos Forman’ın Guguk Kuşu, M. Cimino’nun bol Oscar’lı “Deer Hunter”ı, J. Milius’un “Red Dawn”ı ve en son sahnedeki küfürleriyle belleklere kazınan Spielberg’in “Schindler’in Listesi”, kimi kaba kimi ince, antikomünist sinematografinin incileridir. Fakat hiçbiri, her dakikası kaba ya da ince antikomünist küfürlerle dolu J.J. Annaud’un “Kapıdaki Düşman”ı ile yarışamaz. Bu filmlerin eleştirileri Önsöz’ün geçmiş sayılarında yer aldığı için, üzerinde daha fazla durmuyoruz.

Sıra hiç boş kalmıyor, yeni inci taneleri ekleniyor. Başrol oynadığı pek çok berbat filmden birinde (Kod Adı Olimpus) Gerard Butler, oldukça sofistike bir plan ve silahlarla Beyaz Saray’ı ele geçiren Komünist Kuzey Korelilerle savaşa tek başına girişir. Elektrik santrallerini ve ulaşım ağlarını hedef alan Korelilere kahramanımız “Ama, bu yaptığınız halkın aç kalması demek” diye çıkıştığında, aldığı cevap filmin antikomünist özüdür: “Amerikan halkı da aç kalmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenecek.” Böylece, bir komünistin tüm davranışlarının temel motivasyonunu güya ortaya çıkarmış olur. Mesele basitçe, kendi halkına açlık nedir unutturan Amerikan yaşam tarzına karşı ölümcül bir nefret ve kıskançlıktan ibarettir. Komünizmin sınıfsal temeli bir anda silinir ve karşısına sürekli açlık-yoksulluk çekmenin kızıştırdığı kıskançlık ve kompleksleriyle dünyayı yakmaya hazır bir garip insan tipolojisi çıkarılır.

Şu korelasyon artık kanıtlanmış sayılmalıdır: Bilimde ve sanatta burjuvazi ne kadar çok antikomünizme saplanırsa, o kadar çok saçmalık, şaşkınlık, yüzeysellik ve kabalık üretiyor. Bu onun kaçınamadığı kaderidir. Uzun tarihe sahip uygarlığı ölüm döşeğinde can çekişen bir sınıftan daha fazlası beklenemez.

 

Önsöz Dergisi

54. Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir