Binlerce insanın öldüğü ve binlercesinin sakat kaldığı, ağır yaralandığı deprem, bir toplumsal felakettir. Gerçekleri ortaya koymak yerine üstü örtülüyor. Sorunun ne olduğu doğal olarak ortaya konmadığı için, çözümü de doğru biçimde ortaya konamıyor. Her toplumsal felaketten sonra aynı ezberci ve sığ değerlendirmelerle karşılaşıyoruz. Gerçeklik, bütün çıplaklığıyla açıkça ifade edilmelidir.
Oldukça geniş bir alanda, 10 ilde meydana gelen depremde binlerce bina yıkıldı. Her depremde olduğu gibi, bu depremde de “insanlar depremde öldü” biçiminde gerçeklerin çarpıtılması yerine, “deprem değil, bina öldürür” değerlendirmesi yapıyor ciddi jeoloji uzmanları. Bu tanımlamayı biraz daha genişleterek diyorlar ki, “yalnızca binalar değil, zemin de öldürür”. Yani binalar bireylerin özel çıkarları için, rant için deprem fay hattı üzerinde yapılırsa, kentler buralarda kurulursa bu sonuç kaçınılmazdır, bunda bir gerçeklik payı var. Fakat doğru sonuçlara ulaşmak için, sorunun bütünlüğünü ortaya koymak gerekiyor.
Sorun biraz daha geniş olarak ele alındığında, depremde çok sayıda insanın ölmesinin nedeni, kentleşme olarak ileri sürülüyor. Sadece bu değil, kentlerde birçok toplumsal yıkım meydana geliyor. Kentlerde meydana gelen toplumsal felaketin boyutlarını Covid ile pandemi yıllarında yaşadık. Yine birçok bulaşıcı hastalık kentlerde meydana geliyor ve çok çabuk, çok sayıda insanı etkiliyor. Kentlerde çevre felaketi tam bir yıkım düzeyinde. Bugünkü kentler yaşanabilir yerler olmaktan çıktı. Evet, birçok sosyal felaket, sosyal yıkım, ekonomik kriz ve birçok toplumsal kötülük kentlerde ortaya çıkıyor. Fakat tüm bunların nedeni kentleşme değil, kapitalist kentleşmedir, çarpık kentleşmedir.
Çarpık kentleşme, kapitalist kentleşme temelinde açıklanabilir. Kapitalist toplumda kentler plansız ve rastgele kuruluyor. Çünkü kentlerin kurulmasında ve genişletilmesinde esas alınan, kâr elde etmek, ve hatta olabilecek en büyük kârı sağlamaktır. Bireysel çıkarın toplumun ilkesi olduğu bir yerde, kentler inşa edilirken en büyük özel çıkar peşinde koşulur. Özel mülkiyet, özel çıkar sağlamak, kapitalist rant elde etme kentleşmede itici güçtür. Bu toplumda kentlerin planlı, insanların ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve çevreye uygun biçimde kurulabilir mi? Kentin her türlü planlanmasının önüne özel mülkiyet çıkar. Planlanmanın olmadığı her yerde, çarpık kentleşme kaçınılmaz olur.
Planlı, düzenli, insana yaraşır, çevreyle uyumlu kentleşme, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinin olduğu, üretim araçlarının toplumun ortak denetimine alındığı bir toplumda, sosyalizmde kurulabilir. Çünkü bu toplumda toprak bütün halkındır. Kentin planlı ve düzenli biçimde kurulmasının önünde özel mülkiyet ve bireysel çıkar yoktur. Ancak bu toplumsal kentler fay hattı üzerinde değil, bunun dışında kurulur ya da var olan yapılaşma ve kenti tanımlayan bütün özelliklerin inşasında deprem bölgesi gerçeğine uygun bir şekilde temelden düzenlenir.
Kapitalizmin gelişimi ile birlikte, büyük bir nüfus kentlere yerleşti. Kentler üretim, ticaret, finans vb. merkezi oldu. Bununla bağıntılı olarak, nüfusun büyük yoğunluğu kentlere doldu. Birçok ülkede yoğun kent merkezleri oluştu. Bunlar tek başına nüfusun önemli bir kısmını barındırıyor. Bunların bazıları dünyanın en büyük kentleridir. Ortaya çıkan durum, sadece plansız kentleşmenin bir sonucu değil, aynı zamanda plansız üretimin bir sonucudur. Plansız üretim olduğu için emeğin ve üretim araçlarının nereye, hangi iş kollarına yoğunlaşacağı rekabetle belirleniyor. Bu kentlerin bu kadar büyümesinde kent kır iş bölümüne bağlı olan yanları var. Kent-kır iş bölümü daima kırın aleyhine işledi. Köylülük kentlerin lehine geriledi. Kent ve sanayi üretimi karşısında durduğu yerde bile zayıfladı, yoksullaştı. Köylüler yaşamını sürdüremez olunca, kentlere göç ettiler. Türkiye’de iç göç hızı, 1960’tan itibaren artışa geçti. Bunun sonucu, kent nüfusu birkaç on yılda birkaç katına çıktı. Büyük kentlerin nüfusun genel dağılımına göre, böylesine dengesiz büyümesi ile birlikte, sayısız toplumsal sorun ve toplumsal felaket de getirdi.
Nüfusun büyük bir kısmının kentlerde yığılması ve çok büyük kentlerin oluşumunda, inşaatçılığın büyük bir hızla büyümesinin kesin bir etkisi var. İnşaat, sermaye birikiminin sağlandığı bir alan oldu. Sermaye, daima daha az kârlı alandan daha kârlı alana doğru akar. Diğer alanlarda kriz yaşanınca, sermaye kârlı bir alan olan inşaatlara yöneldi. Bankalar bunun için kredi verdi. Kapitalist devlet, büyük inşaat şirketleri için teşvik verdi. Böylece, toplu konut furyası başladı, kent dışına doğru birçok yerde tarım alanlarına doğru genişledi. Tarım alanları, kırsal alanlar yapılaşma uğruna yok edildi. Birçok kent iç içe geçti. Böylece toplum, toplumsal felaket merkezlerini inşa etmek için elinden gelen her şeyi yaptı.
Kapitalist üretim biçiminin teorik ifadesi olan modern ekonomi bu durumu açıklayamaz. Orta yerde duran somut konut sorununun, yapılaşma sorununun temelinde kentleşme değil üretim biçimi sorunu var. Bütün bu sorunların temelinde kapitalist üretim biçimi var. Tarihsel gelişim ve değişimin toplumun önüne getirdiği ve dayattığı şey, köhnemiş üretim biçiminin tasfiyesidir.
“Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası buna uygun düşen özel devlet biçiminin en içteki sırrının gizli temelini açığa vuran şey, her zaman üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir.” (Marx, Kapital Cilt-3)
Kapitalist toplumda üretim koşullarına yani üretim araçlarına sahip olan kapitalisttir. Kapitalistler ile emekçi sınıf arasındaki ilişki, diğer şeylerin temelidir. Kapitalist üretim bir yandan insanla insan ilişkisini kapsarken, aynı zamanda insanla toplum biçimi ile doğa arasındaki ilişkisidir. Kapitalist üretim biçimi emeği ve doğayı tüketir. Bu üretim biçiminde deprem ve sel toplumsal yıkım, toplumsal felaket sonuçlarına neden olur. Bütün bunlardan şu net sonuç çıkar: Deprem değil kapitalizm öldürür.
Kapitalist sistem her büyük toplumsal felakette çöker. Yakın zamanda meydana gelen büyük yangınlar, büyük seller gibi deprem de, kapitalist sistemin toplumsal felaketlerin üstesinden gelemediğini tekrar tekrar göstermiştir. Toplumsal felaketler, kapitalist sistemden doğuyor. Bu sistemin, kendisinden kaynaklanan sorunların üstesinden gelme yeteneği yoktur. Dolayısıyla her toplumsal felaket, bu özel mülkiyet düzeninin yıkılması gerektiğini ve bunun insanlık için yaşamsal bir sorun olduğunu tekrar tekrar önümüze koyuyor.
Halk kitleleri, tüm bu sorunlardan egemen sınıfı, toplumsal sistemi, devleti ve siyasi iktidarı sorumlu tutarlar. Ama siyasi iktidarlar, toplumsal felaketleri kendi sorumluluğu dışında, doğa olaylarıymış gibi göstererek bundan kurtulmaya çalışırlar. Oysa siyasi iktidar, çarpık kentleşmeyi, ranta dayalı yapılaşmayı ve benzeri şeyleri kendi siyasi egemenliği için bir maddi temel olarak görüyor. Ciddi deprem uzmanları ve halkın tüm uyarılarına rağmen, kendi siyasi ve ekonomik çıkarları için alınması gereken ciddi önlemlerin hiçbirini almamıştır. Dolayısıyla tüm sorunlardan doğrudan sorumludur.
Her sosyal felaketten ve bütün sosyal yıkımlardan sonra, halk kitlelerinin toplumsal sisteme devlete ve siyasi iktidara olan öfkesi biraz daha büyür. En sıradan insanların bile gözleri açılır, her an her yerde daima karşılaştıkları sorunun bir sistem sorunu olduğunu anlıyor, görüyor ve kavrıyorlar. Büyük bir bilinç değişimi yaşanır, bizim on yıllarca yapamadığımızı bir sosyal felaket birkaç günde yapar. Bu büyük değişim, yeni toplum uğruna mücadelenin güçlenmesi bakımından büyük öneme sahiptir.
Kentler, özellikle büyük kentler yalnızca toplumsal yıkımların ve toplumsal felaketlerin merkezi değildir. Kentler aynı zamanda kapitalizme ve onun sonuçlarına karşı mücadele merkezleridir. Sınıf savaşının ağırlık merkezleridir. Kentlerde sınıf karşıtlığı çok barizdir. Sınıf ayrımı çok derindir. Bir kutupta zenginlik, öbür kutupta büyük yoksulluk… Dolayısıyla bu toplumsal yapısıyla emekçilerin örgütlendikleri önemli alanlardır. Devrimci eylem, isyan ve ayaklanma, fırtına alanlarıdır. Emekçiler ve sömürülenler kapitalizme ve sonuçlarına karşı savaşırken, tam da bu süreçte kendi arasında da kaynaşır. Dolayısıyla dayanışmada bulunur. Halk demokrasisi ve sosyalizm uğruna birlikte mücadeleye atılır. Mücadele içinde kendi aralarında yeni tipte ilişkiler kurarlar. Gezi’de ve sayısız halk eyleminde ve ayaklanmalarda olduğu gibi, ezilen ve sömürülenlerin kendi içinde birleşmesi, kaynaşması, dayanışması ve yeni tip bir ilişki geliştirmesi toplumsal devletin temel bir koşuludur. Bu açıdan devrimci kitleler büyük bir gelişme gösterdi.
Covid-19 pandemisinde ve bu depremde, binlerce insan yaşamını yitirdi. Kapitalizm ayakta kaldığı sürece, başka toplumsal felaketlerle de karşılaşacağız. Kapitalizm yararlı yönlerini yitirdi, artık köhnemiş bir sistem olarak insanlara yıkım ve ölüm getiriyor. Toplumsal bir devrimin ve daha ileri, daha iyi daha yüksek bir toplumun koşulları oluşmuştur. Oluşan nesnel koşulları, devrimin oluşan nesnel koşullarını devrime dönüştürebiliriz. Devrim ilerinin sorunu değil, günceldir. Devrimi başarmaktan daha ivedi, daha önemli ve daha temel bir sorun yoktur. Bu devrimi başarmak yaşamsaldır, insanlığın geleceği ile ilgilidir.
Önsöz Dergisi
51.Sayı