En eski atalarımızdan başlayarak, insan doğa ile dış dünya ile mücadele ederek kendisini var etti. Doğanın kölesi olmaktan çıkıp, doğaya üstün gelerek varlığını sürdürdü. Bu mücadele dış dünyanın doğanın işleyiş yasalarını kavrama çabalarıyla başladı. İlk adım gerçeğin bilgisine sahip olma çabasıydı. Bu çaba dış dünyayı, doğayı, toplumu, olayları ve olguları gözleme ile, açıklama ile başladı. Dış dünyayı ve doğayı, doğal olayları açıklamanın doğa dışı güçlere ve metafiziğe dayandıran mitoloji oldu. Çin’den Kızılderililere, Vikinglere, Hindistan’dan Mısır’a Rusya’dan Yunanistan’a kadar her halkın tarihinde kendi yaratılış destanları, mitolojileri vardı.
İnsan dün olduğu gibi bugün de dış dünya ile mücadele ederken, dış dünyayı kavrayıp gerçeğin bilgisine sahip olarak ve işleyiş yasalarını açığa çıkararak mesafe kat edebilir. Bu doğa için de toplum için de böyledir. Bunun en güncel en somut örneği Covid-19 virüsü ve dünyaya yayılan salgın oldu. Bilim insanları önce bu virüsün genetik yapısını çözdüler, ancak bu bilgiye eriştikten sonra bu virüsü etkisizleştirecek ilacı yapabildiler. Lakin bu sefer de kapitalist ekonominin işleyiş yasaları, tekellerin kar hırsı bu hastalığın alt edilmesinin önünde engel oldu, oluyor.
Dış dünyanın bilgisini edinme bilinç ve düşünce gerektirir. Düşünce maddeye her iki yönden bağlıdır: Hem düşünen madde olarak insan beyni (en gelişmiş madde) hem de üzerinde düşünülen madde olmadan düşünce olmaz. İnsan duyu organlarıyla dış dünyadan gelen duyumları alır, bunlar sinir hücreleri aracılığıyla beyne iletilir, beyin tarafından işlenir ve ortaya yeni fikirler çıkar. Bu süreç düşünme sürecidir. Buradan çıkarılacak tek bir sonuç vardır: İnsan bilinci gerçek dünyayı yansıtır. Algılarımız ve düşüncelerimiz bizden bağımsız olarak var olan nesnelerin imajlarıdır. İnsan düşüncesi her ne kadar dış dünyadaki gerçek nesneleri objeleri yansıtsa da bir nesne üzerine geliştirilen düşünce hiçbir zaman ve hiçbir şekilde o nesnenin kendisi değildir ama aralarında Çin Seddi de yoktur.
Dünyanın bilinebilir olması esas olarak fikirler, düşünceler ve kavramlarla onların ifade ettiği nesnelerin özdeş oldukları belirlenmesinden hareket eder. Materyalist bilgi teorisi insan düşüncesinin yarattığı her imajda hem dış dünyadaki nesneden gelen bir şey hem de insan beyni tarafından ona eklenmiş bir şey olduğunu kabul eder. Ayrıca insan tarafından yaratılan imaj yalnızca ifade ettiği objenin kendisi değildir; belirli toplumsal koşullar altında yaşayan, üreten, düşünen somut bir insanın toplumsal çıkarlarının, özlemlerinin, isteklerinin, tutkularının, duygularının toplamından oluşan dünya görüşünün de bir ifadesidir.
Dış Dünyanın Bilgisi ve Sanat
İnsanın mutluluğu ve özgür yaşamı, yalnızca nesnel evrenin bilgisiyle kurulacak olan geleceğin sınırsız toplumunda mümkün olacaktır. İdealizm ve din, insan bilincini özellikle bu maddi dünyanın ötesine (dışına) yerleştirir. Bunu yaparken materyalizmin temel önermelerinden biri olan “koşulların insan bilincini yaratması gibi insan bilinci de koşulları yaratır” önermesini yok saymak, gözlerden kaçırmak amacındadır. Çünkü bunu başarabildiği oranda, insanın dünyayı devrimci yöntemlerle değiştirmesinin önüne geçebileceklerini de bilirler. Burada gözden kaçırılmaması gereken, insan beyninin, dolayısıyla insan bilincinin maddi dünyanın bir parçası olduğu gerçeğidir. İnsandan bağımsız, insan dışında bir bilinç, bir düşünce yoktur. Bilinç dış dünya ile, nesne ile onu algılayan öznenin maddi evreni algılama ve yansıtma biçimine bağlıdır.
“Duyularımız, bilincimiz, sadece dış dünyanın imajıdır ve yansımanın, yansıtılan nesne olmaksızın olamayacağı; yansıtılan şeyin yansıtan şeyden bağımsız olarak var olduğu kesindir.” diyor Lenin. Yani gerçeklik, bizim dışımızda var olan gerçeğin, insan bilincinden bağımsız olan maddi dünyanın, dış dünyanın yansıtılmasıdır. Burada yansıtıcı, yani insan bilinci, nesnel olanı yansıtırken metafizik puslanmadan, mistik olandan, doğaüstü ve akıl dışı olanın yarattığı kirlilikten arınmış bir evreni, bir objeyi yansıtabildiği oranda nesnel gerçekten söz edilebilir.
Lenin, Felsefe Defterleri’nde “Evren organik süreklilik yasalarıyla yönlendirilen maddenin hareketidir” diyor. Doğanın en gelişkin ürünü olan beynimiz, bilincimiz, bu yasaları algılamaktan ve yansıtmaktan başka bir şey yapamaz. Sanatçının sanatıyla yansıttığı dış dünyanın imajı da kaçınılmaz olarak sanatçının duygu ve düşüncelerinin bir toplamıdır. Sanatçı sanatsal üretiminde ne kadar nesnel davranırsa davransın, ne kadar diğer koşullardan etkilenmediğini iddia ederse etsin, hatta bunun için özel bir çaba içinde olsun, yine de ancak kendi algısından gelen bir gerçeklik yansımasını gösterebilir.
Bilgiye ulaşma, bilgi birikimi, bilim insanı için de sanatçı için de başat çalışmalardandır. İnsanın bütün etkinliklerinde insan bilinci her zaman yeni şeyler öğrenmeye, yeni bilgiler edinmeye açıktır. Sanat, yeni olanı daha önce sezer, ama kesin bilgiye bilim her zaman daha önce erişir. Aralarında gerçek anlamda bir iş birliğinden söz edilemese bile, bilimin ve sanatın gelişimi atbaşı gider. Bilim, insanlığın geleceğe doğru yürüyüşünde nesnel bir durumu, gelişmeyi henüz bütün belirtileri ve kanıtlarıyla ortaya koymadan önce sanatçı, sanatı yoluyla buna esin verebilir. İnsanın daha uçak yapmayı başarmasından yıllar yıllar önce Jules Verne, Ay’a Seyahat’i yazmıştı. Sanatının sezgi yoluyla gösterdikleri çoğu zaman bir umudun doğup gelişmesine yol açarak bilim insanının nesnel gerçekliğe ulaşmasına yardımcı olabiliyor. Bugünün toplumunda insanlığın büyük çoğunluğu sefalet içinde ve acılarla dolu bir yaşam sürerken sanat, daha iyi bir yaşam ve güvenli bir gelecek için gereken esin ve morali besleyerek insanlığın ilerlemesine en az bilim kadar katkıda bulunur.
Marx’ın ideolojik üst yapı olarak belirlediği alanda bulunan sanat, toplumsal yaşamdaki farklı sınıfların ideolojilerinin doğrudan bu alana yansıması olarak görülemez. Bu, konuya oldukça sığ ve kaba bir yaklaşım olur. Sanat, her ne kadar toplumdaki sınıflardan birinin ideolojik etkisi altında olsa da yine de yaratıcı sanatın kendine özgü bir bilinç ve algılama tarzı vardır. Sanat her zaman üretici güçlerle doğru orantılı bir yükseliş ya da gerileme göstermeyebilir, böyle bir zorunluluk yoktur. Verili toplumsal koşullarda ideolojik olanla sanatsal olan arasında genel bir ilişki olmasına rağmen, sanat göreceli bir bağımsızlığa sahiptir. Sanat eserlerinin etkisi, sadece üretildikleri dönemin toplumsal koşullarıyla sınırlı değildir. Köleci toplum asırlar önce yıkılıp gittiği halde, o dönemden kalan mimari eserler, heykeller, epik şiirler taşıdıkları yüksek estetik değerlerle insanlara hala büyük bir zevk vermeye devam ediyor, hayranlık uyandırıyorlar.
Sanat, doğası gereği toplumsal bir olgudur ve tarih boyunca gelişme göstermiştir. Marx, 1844 El Yazmaları’nda belli sınıfların ideolojilerinin, politikalarının ve sınıfsal çelişkilerin sanat üzerindeki etkilerine de değinir. Marx’a göre sanat eserlerinin içerikleri, sanat ekolleri (akımlar) toplumun yapısı ve gelişme düzeyi tarafından belirlenir. Farklı çağların ve dönemlerin sanat eserleri o dönemi yansıtan benzersiz yapıtlardır. Nasıl ki yaşanıp bitmiş bir döneme, bir çağa özgü koşullar tekrarlanamazsa, o çağın ve o dönemin sanatı da tekrarlanamaz. Belki kopyalanabilir, ama tekrarlanamaz. Helenistik sanatın ve epik şiirlerin tekrarlanması mümkün değildir. O çağın sanatını ve hayal dünyasını belirleyen tarihsel-toplumsal koşulların bugünün dünyasında var olması, tekrarlanması imkansızdır. İnsan soyunun atom enerjisine, füzyona gem vurduğu günümüzde Zeus’un mızraklarının ne önemi olabilir ki? Ya da Mars’a, başka yıldızlara yolculuk hayallerinin adım adım örüldüğü bugünün dünyasında Güneş Tanrısı Ra’nın, Şamaş’ın güneşi çektiği araba masallarının ne anlamı olabilir ki?
Dış dünyanın bilgisiyle düşünce arasındaki bütün bu ilişkiler bir defalık olanın içinde kendine özgü olan gerçeğin sanatsal olarak özümsenmesinde etkindir. Sanatçı içinde yaşadığı toplumun karakteristik özelliklerinin, değer yargılarının, düşünce biçiminin etkisi altındadır. Bütün bunlarla birlikte ve bunlara ek olarak, bir insan olan sanatçının hangi sınıfın yanında durduğuna bağlı bir biçimde şekillenen dünya görüşünün, duygularının ve ideolojisinin dış dünyayla etkileşiminde, algılanmasında, bilincinde ve onu sanatıyla aktarmasında rolü vardır. Sanatçı dış dünyayı bir ayna gibi yansıtamaz. Çünkü içinde yaşadığı çağ ve toplum biçimi tarafından belirlenen duygu ve düşünceleriyle, toplumsal ilişkileriyle birlikte insan türünün kendine özgü bir bireyidir. Sanatsal üretiminde kendisine göre daha önemli olanı, öne çıkması gerektiğine inandığı şeyi aktarmaya, yansıtmaya çalışır, kendisine göre en temel olan olgu olayların karakteristik özelliklerini belirginleştirerek gösterir. Bunu da en iyi sanatsal biçim ve yöntemle yapar. Amacı, duygularını, düşüncelerini, inançlarını, doğrularını en güzel, en ikna edici ve en inandırıcı biçimde anlatmaktır. Sanatçı, hitap ettiği kitleyi sanatıyla etkisi altına almaya, duygu ve düşüncelerini, algıladığı ve sanatsal olarak özümsediği dünyayı onlara aktarmaya çalışır.
Sanat eserleri belirli-tarihsel toplumsal ilişkileri yansıtırlar. Ancak bu kadar değil. Gerçek sanat eseri kalıcıdır. Bu eserlerde bulunan estetik unsurlar sanatsal olarak daha sonraki kuşaklarında bu eserlerden zevk almalarını sağlar. Geçmişin kültür-sanat eserlerini reddetmek hem gerçek sanata hem de Marksist felsefeye yabancıdır. İnsan soyu ileri yürüyüşünde dünyanın bütün kültür-sanat hazinesini korumalı, gelecek nesillere aktarmalı ve geleceğe doğru yürüyüşünde kullanmayı bilmelidir.
Sanatta Gerçek ve Gerçekçilik
Zaman maddenin bir varoluş biçimidir. Maddenin, toplumun ve zamanın hareketi her şeyi değiştirir. “Yeni dönemde yeni şarkılar gerek” diyorlar ya, işte bunun nedeni değişimin, hareketin kendisidir; eski fikirlerin kötü olması değil. Yaşam hiçbir zaman durağan değildir, yerinde saymaz. Dolayısıyla gerçek ve gerçeklik de sürekli bir değişim ve gelişim halindedir. Bu değişim sanatsal alanda daha somut hissedilir. Sanatın beslendiği zemin olan yaşamdaki her değişim, sanatsal alanda yansımasını hemen gösterir. Proletaryanın kapitalizme karşı verdiği devrimci mücadele nasıl ki yeni başlangıç aşamalarını çoktan aşmış, önemli mesafeler kat etmiş, ideolojik, politik ve pratik olarak ileriye gitmişse, bütün bu süreç sanatsal alanda da yansımasını bulmuş, kendisini göstermiştir. Bu sinemadan edebiyata, müzikten görsel sanatlara, plastik sanatlara dek bütün alanlarda yaratılan sanat eserlerinde görülebilir.
1844 El Yazmaları’nda Marx, kapitalizm koşulları altında çağdaş sanata dair değerlendirmelerinde kapitalist gerçekliğin gerçek yaratıcı sanata düşman olduğunu, ama buna rağmen gerçek yaratıcı sanatın kapitalizm koşulları altında da gelişimini sürdürdüğünü belirtir. Bu düşmanlığın nedeni, yaratıcı sanatçılara ilham veren insani ilişkilerle, sermaye birikimi ve kar hırsından başka hiçbir şeyi önemsemeyen bu sömürücü sistem arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktır. 1800’lerin büyük sanatçıları kendi idealleri olan insanın özgürlüğü ve mutluluğunun kapitalizmin gerçeklerine çarpıp dağıldığını gördüler ve eserlerinde bu çelişki ve çatışmaları çizip gösterdiler. Üstelik bunu yapan çoğu sanatçı, bunu kendi sınıfsal konumuna, kendi sınıf kökenine rağmen yaptı; kapitalizmin insana olan düşmanlığını ve insanı insanlıktan çıkaran bu sistemi teşhir etti. Burjuva sınıfın ve sermayeye dayalı bu sömürü sisteminin gerçek sanata olan bu düşmanlığı, dönemin bütün büyük sanatçıları tarafından yaratılan eserlerde büyük dramatik olaylarla, trajik çatışmalarla betimlenmiştir. Shakespeare’den Balzac’a, Goethe’den Dickens’a kadar dönemin bütün gerçekçi sanatçıları çok büyük bir sanatsal güç ve yetenekle kapitalizmin kötülüklerini, işçi ve emekçilere, yoksullara karşı merhametten yoksun, duygusuz tutumunu, paranın gücünün her şey olduğunu, insana ve insan onuruna yönelen vahşi saldırıları çok yönlü olarak işlemiş, çizip göstermişlerdir.
Bugüne kadar olduğu gibi gerçekçi sanatçı tarihsel olayları, olguları, çağının gerçekliğini çizip gösterirken daima en temel özelliklerini, karakteristik yanlarını öne çıkartmalı, özünü, esas olanı göstermelidir. Bunu yaparken günümüzle uyumlu olan ve yolumuzu aydınlatan düşünceleri ifade etmeyi başardığı oranda yeni olanı göstermeyi de başaracaktır. Bir sanat eserini “yeni” yapan şey, o eserin siyah-beyaz bir fotoğraf gibi yalnızca gerçeğin, kuru kuruya gerçeğin aktarımını yapmak değil, bunu yaparken sanatçının duygu ve düşünceleriyle estetik olarak buluşmasını da başarmaktır. İçerik ve biçim olarak bunu yapabilen sanatçıların eserleri “yeni” olmayı başarmışlardır. Gorki’nin Ana’sı ya da Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sının üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen (ilkinin üzerinden yüz, ikincisinin yetmiş yıl) her ikisi de “yeni” kalmayı başaran eserlere örnektir. Devam edelim. Sanatçı, duygu ve düşüncelerini, olaylar ve gelişmelere dair kendi yaklaşımını aktarırken, nesnel olana, gerçek olgulara ve olaylara sadık kalarak, onlarla uyumlu biçimde verecek bir tarz, üslup bulmalı ve kendine özgü biçimde aktarmayı başarmalıdır. Bugüne dek bunu başarabilen sanatçılar büyük sanatçılar oldular, bundan sonra da başarabilenler büyük sanatçılar olarak anılacaklardır.
Belirtmek gerekir ki, entelektüel faaliyette edebiyatın önemli ve özel bir yeri vardır. Edebiyat gerçek toplumsal yaşamın içine kök salar, gerçeğin kendisinden beslenir. Bu yüzden genel olarak sanat, özel olarak da edebiyat, bir dönemi kendi gerçekliği içinde aktarırken zihinleri etkileyip bilinçlenmeye yardımcı olarak insanların özlemlerinin, hayallerinin, tutkularının, arzularının açıkça anlaşılmasını ve bunlara ulaşabilmeleri için mücadele etmeleri gerektiğini de göstererek mücadeleye teşvik eder. Yarattığı duygularla, düşüncelerle geleceğe dair umutları besleyip güçlendirerek insanlığın ileri yürüyüşünde önemli rol oynar.
Edebiyat ideolojik mücadelede proletaryanın safında önemli ve etkin bir rol oynayabilir. Güçlü edebiyat eserleri bütün gerçekliği ve çok yönlülüğüyle hüznü, sevinci, acıları, açlığı, yokluğu, çalışma koşullarını ve halkın yaşamını olduğu gibi, üst sınıfların, sömürücülerin yaşamını da sergileyerek toplumsal eşitsizliği, sınıf karşıtlığını açıkça gösterir. Aynı şekilde kadının toplumdaki yerini, cinsel çelişki ve çatışmayı gözler önüne serer. Toplumsal yaşam sığ bir dogmatizm içinde değil, bütün canlılığı ve çok yönlülüğüyle çizilen, aktarılan eserler, insanların geleceğe dair umutlarını ve hayallerini de besleyebilirler.
Lenin edebiyat için “gerçeğin bir aynası” diyor. Felsefe Defterleri’nde bu söz gerçek anlamına, defterlerde “yansımalar” üzerine durduğu bölümde söyledikleriyle bağlantılı olarak ele alındığında anlaşılabilir. İnsan bilinci dış dünyadan, gerçek dünyadan aldıklarını yansıtır, ama sadece bu kadar değil. Yansıtmanın ötesine geçerek insan bilinci insanın eylemine yön verir; insan eylemiyle dış dünyayı etkiler, değiştirir, yeniden yaratır. Yani bilinç ve yansıma basit ve edilgen bir şey değildir, gerçekliğin kavranmasında oluşturulmasında etken bir şeydir. Bir sanat eseri söz konusu olduğunda, yansıma için bu eserin alt yapısının sağlam olması gerekir. Yani dış dünyadan bilince yansıyan ve bilincin yeniden yansıttığı objelerin, olayların ve olguların ortaya çıktığı, geliştiği koşulların olabildiğince geniş, çok yönlü karmaşıklığı içinde bilimsel olarak çözümlenmesini ve eserin bu sağlam temel üzerinde kurulması gerekir.
Sanatta Duygusal Bağlanma
Çağdaş sanatın en temel sorunlarının başında gerçek olanla ideal olan, sıradan olanla olağanüstü olan arasındaki diyalektik ilişkinin doğru kavranması, doğru kurulması gelmektedir. Bu sorunu bugüne dek doğru çözebilen sanatçılar toplumcu gerçekçi sanatçılar oldu. Yani bu sorunu doğru çözebilmenin yöntemi toplumcu gerçekçi yöntemdir. Bu yöntemle hareket eden sanatçı, belirli, somut bir olayı ele alırken, olayın geçtiği tarihsel-toplumsal koşullarla bağını kurarak, olgunun ve olayın karakteristik yanlarını belirgin ve anlaşılır biçimde gösterebilir. Bu yöntemle olağan olanla, sıradan olanla olağanüstü olan arasındaki diyalektik ilişki daha rahat görülüp gösterilebilir. Genel olan hiçbir şekilde özel olanın dışında var olamaz, bu nedenle genel olanı (olağan olanı) göstermenin yolu özel olanın, biricik olanın (olağanüstü olanın) temel yanlarını, esas, öz olan özelliklerini göstermekten geçer. Olağan olanla olağanüstü olanın, gerçek olanla ideal olanın ilişkisi tarihsel-toplumsal koşullara göre kendisini değişik biçimlerde açığa vurur.
“‘Yaşayan bireyler’den hareket ettiğini iddia eden öznelci sosyolog, aslında bu bireylere rasyonel olduğunu sandığı ‘düşünceler ve duygular’ mâl eder, yani işe ütopyadan başlar.” diyor popülist sosyolojiye dair değerlendirmelerinde. Bir materyaliste göreyse düşünce ve duygular öylesine ortaya çıkmaz, duru gökte çakan şimşek değildir, bireyin içinde bulunduğu ve bir parçası olduğu nesnel toplumsal koşullara bağlı olarak doğup geliştiğini bilir. İnsanların içinde yaşadığı tarihsel-toplumsal somut koşullar, bireylerin maddi ve manevi yaşamının amacını ve araçlarını da oluştururlar ve bu, bireylerin düşünce ve duygularında yansımasını bulur. Bütün bu düşünce ve duygular gerçek içeriğini bireyin eyleminde açığa vurur.
Gerçek bir sanat eserinde var olan her şey nesneyle ve insanla bağlantılıdır: Gösterilen şeyin özellikleri, o şeyi gösteren sanatçının fikirleri, düşünceleri ve duygularıyla bağlantılı olarak var olur. Gerçek, somut bir birey olan sanatçıdan bağımsız bir sanat eseri; yaratıcısının duygu ve düşüncelerinden azade bir kahraman olmaz, olamaz. Kararlılık, olumlama, olumsuzlama gibi duygular bir sanat eserinde, sanatçının aktarmak istediği düşünceyi, mesajı pekiştirip güçlendirdiğinde öne çıkar, etkinlik kazanırlar. Tutku, sanatçının dış dünyayı görüp göstermesinde, güzeli ve iyiyi güçlendirerek aktarmasına yardım ettiğinde tutku olur. Nefret duygusu, kötünün eleştirisinde ve mahkûm edilmesinde, öfkenin kabarıp eyleme dönüşmesinde etkiliyse güçlü olarak öne çıkar. Estetik kategoriler, sanatçının duygu ve düşüncelerini pekiştirip, söylemek istediğini güçlendiriyorsa; toplumsal yaşamın çelişkilerinin, sınıfsal mücadelesinin güçlendirilip açığa çıkarılmasında, devrimci fikirlerin olumlanıp pekiştirilmesinde etkili oluyorsa güç kazanır, öne çıkarlar.
Kapitalist toplumda iki karşıt sınıf vardır: Burjuvazi ve proletarya. Bu toplumda toplumsal olan her şey bu iki sınıftan birine bağlanır. Daha önceki sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da sınıflar dışında bir sanat yoktur. Böyle, bütün topluma ait bir sanat ancak sınıfların ortadan kaldırıldığı, sınıf karşıtlığının olmadığı geleceğin komünist toplumunda mümkün olacaktır. Kapitalizm altında hiçbir insan, toplumsal yaşamda burjuvaziden ya da proletaryadan yana tavır almaktan, saf tutmaktan kaçınamaz. Tarafsız olmak, egemen olandan yana tavır almak, onun yanında saf tutmak demektir. “Egemen sınıfın düşünceleri de egemen düşüncelerdir.” Hiçbir zaman hiç kimse içinde yaşadığı toplumdan özgür değildir. Bu sadece sanat ve sanatçılar için değil, bütün bireyler için böyledir.
İnsanlar, tarihsel olarak verili somut koşullar içinde yaşarlar, duygu ve düşünceleri de buna göre şekillenir. Burada sanatçının özgürlüğü, sanatsal yaratının araçları ve amacı konusu da tarihsel-toplumsal koşullardan ayrı ele alınamaz. Sanatçı kendi duygu ve düşüncelerinin, özlemlerinin, tutkularının gerçek içeriğini çalışmalarının pratik sonucu olan eserinin içeriğinde verir.
Zaman müthiş bir ayrıştırıcıdır, süzer. Popülizmden kaynaklanan ve bir moda gibi hızla yayılan fikirler, önceleri hızla yaygınlaşıp hayranlık uyandırsa, daha doğrusu ilgi çekmeyi başarsa bile, zaman geçtikçe unutulup silinir giderler ve çoğu kez, onlardan geriye hiçbir şey kalmaz. Oysa gerçeğe dayanan, gerçeklikten beslenen fikirler böyle değildir. Öncelikle, bir moda ya da virüs gibi hızla yayılmazlar. Kitleler bu fikirlere temkinli yaklaşır. Önce gücünü ve etkisini kendi yaşamında, pratik deneyiminde gözler, test eder. Bu fikirlerin kendilerine ve yaşamlarına kattıklarını, katacaklarını, yaşamı geliştirme kapasitelerini görüp anlar ve ancak bu sınavı geçmeyi başaran fikirler kitlelerde kök salar, kalıcı olur. Gerçeklikten gelen ve gerçeklikten beslenen fikirler kitlelerle buluştuğunda yaşamı değiştirme gücüne sahip olabilir. Güçlü bir sanatçı, bu gerçek fikirlerin kitlelerde kök salmasında sanatı aracılığıyla etkili olabilir.
Burjuva sınıfın “ayaklar baş olacak” korkusu ideolojik ve politik bütün alanlarda görülüyor. Burjuva ideologlar, kalemler sık sık devrimcilerin, komünistlerin sanatı politikleştirdiklerini, politikaya alet ettiklerini öne sürer, bunu mahkûm etmeye çalışırlar. Onlara göre sanat müzelere, sanat galerilerine kapatılmalı ve asla politik alanla ilişki kurmamalı, araya mesafe koymalıdır. Aslında tam da bunu yapmak politikadır, hem de burjuva politika. Bunu söyleyenlerin amacı emekçi yığınların, alt sınıfların politikadan ve sanattan uzak durmalarını sağlamak, proletarya ve halk kesimlerinin sanatsal ve kültürel faaliyetlerini engellemek, en azından zorlaştırmak ve onları cehalete mahkûm etmektir. Onların amacı proletarya ve emekçilerin sadece gelip geçici olanla, popüler olanla yetinmelerini, daha ileri gitmemelerini sağlamaktır. İşte bu burjuva politikadır, burjuvaziye ait, elit kesime özgü bir şeymiş gibi göstererek emekçi sınıfı sanattan ve politikadan uzak tutmaya çalışmaktır. Onlar bunu yapmaya çalışıyorlar, çünkü “ayak” olanın “ayak” olarak kalmaya, “baş” olanın da “baş” olmaya devam etmesini istiyorlar.
Son zamanlarda sanatın gelişimi ve geniş kitlelere ulaşmasında tek sorun pandemiymiş gibi davranıyorlar. Oysa pandemiden çok önceden beri var olan, pandemiden sonra da devam edecek çok daha ciddi bir engel var: “Piyasa koşulları”, yani kapitalist ilişkiler. Ama buna rağmen sanatçının duygu ve düşüncelerinin halka, emekçi yığınlara ulaşmasının olanakları her zaman vardır. Bu duygu ve düşünceler proletaryanın kurtuluş öğretisine ne kadar yakınsa, halkın yaşamına da o kadar yakındır, gerçeklerin kitlelere aktarılmasında, anlatılmasında o kadar etkilidir; proletarya ve halkların kurtuluş mücadelelerine de o kadar yardımcı olurlar.
İşte bu sanatçının özgürlüğüdür. Bu özgürlüğe sahip olmak isteyen sanatçı, dünyanın, toplumun ve insanın bilinebilmesi için sürekli bir gözlem ve araştırma içinde olmalı; elde ettiği gerçeğin bilgisini sanatı aracılığıyla proletarya ve halkların hizmetine sunmalıdır.
Gerçekler devrimcidir. Devrimci sanat ve devrimci sanatçı, bütün karmaşası içerisinde gerçeği süzmeli, çok yönlülüğü içinde göstermeyi başarmalıdır. Bunu yaparken sanatçı kendisini asla sınırlamadan özgürce üretmelidir. Devrimci sanatçı, proletaryanın sanatçısı, proletaryanın devrimci sınıf partisinin fikirlerini, yönelimlerini ortaya koymalı, bunu sanatıyla, yarattığı eseriyle başarmalıdır. Lenin’e ve Leninizm’e göre parti zihniyeti her şeyden önce sanatçının kendisini geliştirir; metafizik iyi-kötü karşıtlığının, toplumsal hayatla alakası olmayan, gerçeklikten kopuk, soyut bir insanlık anlayışının, güzel olanın ve çirkin olanın üstünde bir yere somut hayatın içine yerleştirir. Marksizm-Leninizmin ilkeleri, sanatçının güzelliği gerçek içeriğiyle kavranmasını, iyi olana yönelmesini sağlar; insanlık dışı olanı ve çirkin olanı dışlamaya, karşı çıkmaya yönlendirir: Sanatçıyı devrime ve devrimci olana bağlar.
Sanatın ve Sanatçının Güncelliği
Bir sanatçının yarattığı eserle, eserin nesnesi ve konusu arasında tarihsel ve diyalektik bir ilişki vardır. Sanatçı ile sanatı arasındaki bu ilişki, gerçeğin bilgisinin sanat aracılığıyla ifadesinden doğar. Burada sanatın gerçekliğiyle, dönemin gerçeği arasında sıkı bir bağ vardır. Bu bağ, sanatçının eserinde işlediği olgunun, olayın bugüne ya da geçmişe ait olmasıyla kurulan bir bağ değildir. Bu bağ, aktarılan, çizilen tarihsel-toplumsal dönemin güncel, çağdaş algılanması ve yorumlanması üzerinden kurulan bir bağdır. Burada sanatçı içinde yaşadığı toplumu ve toplumsal ilişkileri doğru algılar. Toplumsal gerçeğin bilgisini doğru yansıtırsa kendi sanatında günceli yakalar. Çağdaş insanın manevi ve estetik gelişimine katkıda bulunduğu oranda günceldir.
Sanatçı sadece festivallere yönelerek elit kesime seslenmeden, proletarya ve halk kitlelerinin kültürel ve estetik gelişiminin yetersizliğini öne sürerek sanatında popülizm ucuzluğuna düşmeden sanatsal içeriğe ve sanatına gereken özeni gösterdiğinde proletarya ve halk kitlelerinin kültürel ve estetik gelişimine katkı verebilir. Sanatın ve sanatçının güncelliği, emekçi halk kitlelerinin duygu ve düşüncelerindeki değişiklikleri, toplumsal gelişimi, toplumsal olgu ve olaylarda yüzeysel olanı değil, ilk bakışta görüleni değil, görünenin altındaki gerçek durumu, sınıfsal çelişki ve çatışmaları görüp göstermesinde, bunu estetik olarak yansıtmasında somut olarak kendini gösterir.
Her sanatçı içinde yaşadığı toplumun bir parçasıdır. Dolayısıyla kendi çağının estetik değerlerine dayanarak kendi çağını anlatır. Anlatım biçimi devrimci olsa da bu değişmez. Sanatçının yeteneği onun ufkunu genişleterek daha ileriyi görmesine imkân tanır. Toplumların alt-üst oluş dönemlerinde, çağ değişiminin eşiğinde sanatçının dehası kendini gösterir ve yeni döneme özgü estetik-sanatsal açılımlara kapı aralayan yeni yöntemler, yeni anlatım biçimleri geliştirmesini sağlar. Sanatçı, bunu ancak kendi çağının gerçek bilgisine sahip olursa yapabilir.
Tarihsel ilerleme bilimde olsun sanatta olsun gerçeğin bilgisine ulaşmanın ve anlatmanın yeni yeni yöntemlerine ihtiyaç yaratır. Her ihtiyaç yeni yol ve yöntemlerin yaratılmasını teşvik eder. Kapitalizmin yarattığı günümüz koşullarının çok kapsamlı ve girift ilişkileri yeni yeni analizleri ve araştırmaları teşvik ediyor. Bu bağlamda ortaya çıkan kapsamlı düşüncelerin, çok geniş toplumsal ilişkileri içeren konu zenginliğinin yansıtılması, sanatsal üretimde sürekli olarak yeni biçimlerin geliştirilmesini, yeni yollar açılmasını zorlar. Zaten tarih boyunca sanatın gelişimi bunun kanıtıdır.
Tarihsel olayların anlatımı sanatta önemli bir yer tutar. Dönemin bütün gerçekliği içinde aydınlatılması, olayların gelişiminin karakteristik özelliklerinin açığa çıkarılması ve bir defalık olanın, kendine özgü olanın içinde genel olanın çizilip gösterilmesiyle tarihsel olaylar ve dönemler anlaşılabilir duruma gelir. Bu yöntem, olayların ve olguların gerçek içerikleri ve asıl olan yönleriyle kavranmasını; yaşanmış ve geçmiş olaylardan öğrenebilmeyi sağlar, ayrıca geleceğin ipuçlarını da açığa çıkararak izlenecek yola ışık tutar.
Tarihin anlaşılması ancak tarihsel materyalist yöntem sayesinde gerçekleşti. Tarihsel olaylar, tarihsel gelişmede görülen sıçrama anlarıdır. Bu olayların anlatımı sanatta önemli bir yer tutar. Kapitalizmden komünizme geçiş çağında yaşanan tarihsel olayları, dünyanın devrimci dönüşümünü sanatsal olarak anlatmanın yeni yöntemi olan toplumcu gerçekçilik geçen yüzyılın başında doğdu. Bu yöntem, anlatılan tarihsel dönem ve olaylar ne olursa olsun, yarattığı imajlar ve anlatım teknikleriyle gerçeklik alanında kalarak olayların ve olguların cesur bir çizimini yapmaya, gösterip sergilemeye olanak verir.
Sanatta ve Bilimde Gerçek
Doğa, toplum, insan, olgular ve olaylar arasında gerçek ve canlı bağlar vardır. Evren, doğası ve insanıyla, canlısı ve cansızıyla maddeden oluşur. Maddenin hareketi kesintisiz ve sonsuzdur. Evrende her şey sürekli bir değişim ve dönüşüm içindedir. Değişim ve dönüşüm halindeki insanın, toplumun ve doğanın gelişimini bütün somutluğu ve karşılıklı ilişkileriyle birlikte görmek, algılamak ve bu bilgiye dayanarak gerçek anlamını açıklamak. İşte bilimin ve sanatın her birinin kendine özgü yöntemlerle yaptığı şey budur.
Sanat için Lenin “nesnel dünyanın öznel yansıması” diyor. Sanatçı, nesnel dünyayı yansıtabilmek için, yaşadığı, çağın ve toplumun nesnel bilgisine sahip olmalıdır. Elbette bu sahip olma, öğrenme, araştırma bilime özgü bir yöntemle olmaz. Bilim kanıtlamaya düşündürmeye dayanırken sanat, göstermeye, duygu uyandırmaya dayanır. Ancak her ikisi de dış dünyanın bilgisine dayanarak gerçek yaşamı, ele aldığı konuyu derinlemesine tanımadan bunu başaramaz. Sanatçı bilim insanından farklı olarak, olmuş ya da olası olanı hayalinde yeniden kurgulayarak olguların ve gelişmelerin gerçek anlamını derinlemesine çözümler, tüm karmaşıklığı içinde gerçek yaşamı çok yönlü ve zengin biçimde yansıtır. Bunu yaparken gelişime ve değişime yol açan en genel nedenlerin de açığa çıkmasına hizmet eder.
Önsöz Dergisi
49. Sayı