Yabancılaşmaya Karşı Beyin Egzersizleri
11 Kasım’da, İzmir Selçuk’ta en büyüğü beş yaşında beş çocuk bir barakada, 27 yaşındaki anne Melisa Akcan’ın hurda parasını almak için evden ayrıldığı sırada, elektrikli sobanın devrilmesi sonucu çıkan yangında hayatını kaybetti. Çocuklardan en büyüğü Fadime Nefes, beş yaşındaydı. Kardeşleri Funda Peri dört, Aslan Miraç üç, Masal Işık iki, Aras Bulut ise bir yaşındaydı. Babaları hırsızlık suçundan bir buçuk yıldır cezaevinde. Anneleri çocuklara yalnız bakıyordu. Onları yangının içinden, dumanlardan kendisi çıkardı.
Bazen bir olay tüm sistemin tüm kokuşmuşluğunu binlerce kelimeden daha iyi anlatır. Bu sayıda yabancılaşmaya karşı beyin egzersizimizde işte böyle bir olayı irdeleyeceğiz.
Olaydan sonra suçluları bizlerden saklamak için ağızlarından köpükler saçarak anneyi çocuklarıyla birlikte gömenlerle karşı karşıya kaldık. Herkes kendini aklama derdindeydi. Bir günah keçisi zaten vardı ve en iyisi onu kurban etmekti. Yoksul bir kadının kurban edilmesi ne de olsa topluma sunulması çok da yabancı bir konu olmazdı.
Ev diye bahsedilenin aslında tahtaların derme çatma çakıldığı bir baraka olduğunu hem aile bakanlığı hem ortalama medya açıklamalarıyla gizlemeye çalıştılar. Malum gazeteler “İzmir’de 5 çocuğun yanarak can verdiği olayda korkunç detay”, “Kapının kolunu çıkartıp ayrıldı”, “Yangınla ilgili yapılan ilk incelemede kapının kilitli olduğu belirlendi.” manşetleriyle aktardılar.
Komşuları, “Kapılarda kilit yok ama PVC kapı olduğundan kapıyı çekip PVC kolu çıkartıp ayrılıyormuş çocukların yanından, bize de öyle söyledi. Kapıyı çocuklar açmasın diye. Zaten çocukların açma gücü yoktu. Çocuklar zaten 5, 4, 3 yaşlarındaydı.” diye anlatıyor. Kapısında kilidi bile olamayan bir baraka…
Bu ülkede ne kadar çok annenin yalnız başına çocuğuna bakabilmek için, maaşı bir kreşe vermeye yetmediği için, çocuğunu, hatta bebeğini evde yalnız bırakıp işe gittiğini biliyor musunuz? Doğal olarak bu evler yoksul evleri ve ne yazık ki bazılarının hayal ettiği gibi yerden ısıtmalı güvenli evler değiller. Sobadan zehirlenen ya da ev “kazalarında” ölen çocuklar o kadar çok ki… Annelerin hepsi de çocuklarını eve kitlemek zorunda kalıyorlar çünkü onları dışarıdan korumak zorunda hissediyorlar.
Aile Bakanlığı olaydan sonra, aileye ağustos ayından bu yana 110 bin TL sosyal yardım desteğinin sağlandığını anlatıyor. Anne “Bırakın 100 bin lirayı, hiç yardım almadım, ispatlasınlar.” diyor. Ama artık bu sözler büyük medyanın gürültüsünden duyulmuyor bile. Ortalıkta dolaşan bu paraya dair yorumlarla dolu satırlar.
Komşulardan birinin aldığı iddia edilen paraya ilişkin yorumu şöyle, “110 bin TL bu zamana göre nedir ki? Neye yeter bu para? Beş çocuğun bez parasını ancak çıkartır. Bu olayın yaşanmasının sebebi yoksulluk, destek verilmemesi, takipsizlik!”
Diyelim ki, böyle bir para kadına verildi. Ağustos ayından önce yardım desteği olmaksızın 5 çocuğuyla yaşayan ve eşi cezaevinde olan bir kadının 3 ayda gelen bu paranın çoğunu ancak borçlarına, ertelenen zorunlu ihtiyaçlarına yatırabileceğini yoksulluğu bilen herkes anlar.
Komşularından bir diğeri, “Anne akşamüstü çuvalını alıp geçimini sağladığı hurdaya çıktı. Döndüğünde bize seslendiğini duyduk. Önce çocukları kayboldu zannettik. Çünkü çocuklar hep evde olduğu için ya bahçeye ya da bize gelirlerdi. Biz çıktığımızda çocukların cansız bedenleri yerdeydi. Annesi dışarı çıkarmış. Ardından polis, ambulans ve itfaiye geldi.” dedi. Evin aileden kalma olduğunu, belediyenin ara sıra aileye gıda desteği sağladığını anlatan komşu “Ayrıca çocuklar için yardım olarak aylık cüzi bir maaş veriliyordu. Geçimlerini sağdan soldan gelen yardımlar ve annenin hurdacılıktan kazandığı parayla sağlamaya çalışıyorlardı. Anlayacağınız ailenin hayatı hayat değildi.” diye anlatıyor.
Bir başka komşu, annenin evden çıkarken komşulara haber verdiğini ama bu sefer muhtemelen unuttuğunu söyledi. Aile Bakanlığı ve belediyeden yardım geldiğini ama bu yardımların yeterli olmadığına dikkat çeken komşu “Ailenin durumu hep kötüydü. Yardım geliyordu ama gelen yardım yeterli mi? Beş çocuğun ihtiyacını karşılayabilecek durumda mı? Faturalar ödenemediği için evin elektriğini, suyunu kestiler. Elektrik, su yardımı bile yapılsaydı aile rahatlardı, belki bu olay yaşanmazdı.” diyor.
Çığırtkanlar hemen hemen aynı haberi yayınlıyorlar ama hemen ertesine koydukları komşu ifadeleriyle çeliştiğinin farkında bile değiller. “Çıkan yangını itfaiye ekipleri müdahale ederek söndürürken, içeride mahsur kalan çocukların cansız bedenlerine ulaşıldı.” Haberin hemen altında komşunun sözleri var:
‘‘İşten gelmiştim, duyduğum annenin çığlıkları oldu. ‘Esma teyze koş çocuklarım öldü’ diye bağırıyordu. Ortalık karanlıktı. Evin olduğu yerde aydınlatma direği de yok. Annem koşturdu, arkasından ben ve babam koştuk. Babamın elinde fener vardı. Olay anında burası karanlıktı. Evin içine koşturduk, içerde duman vardı. Evin içine girdik, çok duman vardı. Anneleri çocuklarını dışarı çıkarıyordu. 5 çocuğun zaten hayatını kaybettiğini o an anladım. Bir çocukta yanıklar vardı, kararmışlardı.“ Çocuklarını yangının içinden çıkarma çabası bile bu kadına çok görülmüş anlaşılan.
Hastanede tedavi gören anne hakkında, soruşturma kapsamında gözaltı kararı veriliyor. Ama anne, hem dumana maruz kaldığı, hem de sinir krizleri geçirdiği için hastanede. Tedavisinden sonra emniyete ifadeye götürülüyor. Annenin, ifadesinde topladığı hurdaların parasını almak için 18:40 sıralarında evden çıktığını, 19:00 sıralarında geri döndüğündeyse evden dumanların yükseldiğini görüp, bağırarak yardım istediğini söylüyor. Beş çocuğunun ölüsünü yanan evden çıkarmış bir annenin ertesi gün gideceği yer polis merkezi mi olmalı? Olayı anlamak istiyorlarsa önce anneyi korunacağı bir yere yerleştirip orada görüşme yapılamaz mı? Yabancılaşmanın, yozlaşmanın ve çürümenin anlaşılması için bu bile yeter. Ama bir ayrıntı daha dikkatimizi çekiyor; anne polislerin arasında götürülürken üstünde gayet iyi bir eşofman takımı var ve tertemiz! Bir film geliyor aklıma. Filmde polis ekipleri “suçlu” olarak basına sunacakları kadını nasıl giydireceklerini tartışıyorlardı. Onlar daha hırpani bir kıyafeti daha suçlu görüntüsü için uygun görmüşlerdi. Ama burada durum farklı. “Yangın yerinden çocukları anneleri değil itfaiye çıkarmış” doğal olarak annenin üzerinde yangından hiç iz yok. Anneye “kendine bakacak kadar” yardım yapılıyor olmalı ki üzerinde hurda toplayan bir kadının kıyafetleri yok. Kadın şaşkın şaşkın etrafa bakıyor, bunları anlayıp bu senaryoyu reddedecek durumda değil.
Bitmiyor; bu aklanma ve gömme korosuna akrabalar, komşuların bazıları ve nihayet muhtar da katılıyor.
Annenin amcası, “Hem devlet hem de biz yardım ediyorduk. Elimizden geleni yapardık. Aydın’da yaşadığım için arada gelip, çocuklara bakarak bir ihtiyaçları varsa destek oluyorduk. En son 2 ay önce geldim. Babaları da 1,5 senedir açık cezaevinde. O da izinli olduğu zaman gelip, çocuklarını görüyormuş. Kardeşim Melisa’ya iki çocuğu yanına almayı, diğer çocukları da yurda vermeyi teklif etti. Ama bu teklifi kabul etmedi. Ayrıca sosyal hizmetler de bu çocukları almak istedi ancak yine vermediler. Yaşanan bu olayda anne ve babanın ihmali var. İçim yanıyor, çok üzgünüm.” dedi.
Annenin babaannesi de “Çocuklara çok üzülüyorum, akşam duyduk. Oğlum söyleyince sabah kalktım, Aydın’dan buraya geldim. Daha önce hiç burada kalmadım. En son 1 ay kadar önce görüştük, eve zaman zaman ziyarete gelirdik ancak yatacak yer olmadığı için kalamazdık. Arada sırada yardım etmek için yiyecek, içecek getiriyordum.” diye anlatıyor.
Aydın’la Selçuk arasının en fazla bir saat olduğunu hatırlatalım ama tabi ki kadının ve çocuklarının sorumluluğu akrabaların, komşuların insafına bırakılamaz.
Barakanın bulunduğu mahallenin muhtarı, “6-7 yıldır orada yaşıyorlar. Hurdacılıkla geçimini sağladığını biliyorum. Hemen hemen tüm birimlere yardım başvuruları vardı. Mahalleli de yardımcı oluyordu. Sanayi bölgesinde olduğu için çok fazla komşusu yok. Biz süt yardımı yapıyorduk. Büyükşehir Belediyesinin verdiği sütleri ulaştırıyorduk. Olayı duyduğumuzda çok üzüldük.” diyor.
Komşulardan biri, “sürekli görüştüklerini, hep yemek götürdüğünü” söylüyor ve ekliyor; “Çok acı bir olay. Çocukların üstlerine kapıyı kilitlemiş annesi ve gitmiş. Hepsi üst üste ölmüşler. Annesi çocukların cansız bedenin hep dışarıya koymuş. Kilitlemese zaten çocuklar hep dışarıdaydı. Kadın gittiği zamanda gelmeyi bilmiyordu. Sürekli görüşüyorduk. Her gün görüşürüz ve önceki akşam bir tencere yemek verdim. O çocuklar aç gitti. Durumları kötüydü, evde hiçbir şeyleri yoktu. 100 kişi şikâyet etti, bir türlü bu çocukları almadılar. O çocukların suçları yoktu. 24 saat içerde o çocuklar. Ben 4 senedir buradayım, çocuklar pencereden kaçıp bana gelirlerdi bazen.” diye anlatıyor.
“Çocuklarını devlet korumasına vermeyen anne” manşetlerinin altını dolduruyor bu konuşmalar. Yani yine tüm olanlardan, bu yalnız ve çocuklarıyla birlikte ayakta kalmaya çalışan kadın suçlu. Çocuklarını “devlet korumasına” verseydi bu defa da başka bir yönden gelen yargılardan kurtulamayacaktı.
Olayın ertesi günü Cumhurbaşkanlığı Sarayında “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Koordinasyon Kurulu 1. Toplantısı” yapılıyor. Bu olaydan tek bir söz yok. Bütün bakanlar tek tek söz alıyor, tehditler, yasal düzenlemeler, sıkılaştırma lafları havalarda geziyor. Diyanet İşleri Başkanı “yerli-milli kutsal aile” propagandası yapıyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı bilindik ezberlerini sıralıyor; “Ailelerin refah düzeylerinin yükseltilmesi kapsamında, aile bireylerinin bilgi ve becerilerini artırarak iş, okul ve aile uyumunu güçlendirmeyi hedefliyoruz. Bu doğrultuda, aile birlikteliğini desteklemek ve ailelerin yaşam becerilerini geliştirmek için eğitimler ve kurumsal hizmetler sunacağız.” Durumun vahametini -ceğiz, -cağız’lardan anlıyoruz. Bir robot monotonluğuyla, “projelerini” sıralıyor.
İçişleri Bakanı, “toplumun huzur ve güveni, ailenin huzur ve güvenine bağlıdır” sözleriyle kürsüye ahenk katıyor. Son darbeyi Sağlık Bakanı vuruyor: “Ailenin ve doğurganlık oranının yükseltilmesi gerekir.” sözleriyle “beş çocuk yeter mi?” diye yüzüne haykıracak bir annenin öfkesini duyumsayabilecek durumda değil.
Mecliste aynı tavır devam ediyor. Özlem Zengin, duruma ilişkin eleştirilere; “Annenin de çocuklarına bakmayla ilgili bir meselesi varsa bununla ilgili hep çağrıda bulunuyorum. Hep beraber sistem üzerinden konuşalım diyorum. Dönüyorsunuz, dolaşıyorsunuz her şeyi paraya bağlıyorsunuz. Bütün bu problemlerin olmasının sebebi, parasal sebepler mi! Değil, bunun altında başka sebepler var. Konuşalım, onları da arka tarafta size izah edeyim. Ailenin içerisinde olan başka problemler de var. Bu kadar acılı bir günde dönüp dolaşıp sadece paraya bağlamanızı anlamakta zorlanıyorum.” diyerek ‘onları da arka tarafta size izah edeyim’ imasıyla dişlerinin arasından kan damlayarak annenin sırtına sistemin iğrençlikte ustalaşmış sözlerini saplıyor.
Çocukların ölümünden sonra konuya dair açıklama yapan Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, aileye yapılan yardımları sıralıyor. Akcan ailesinin Sosyal Ekonomik Destek Hizmeti ile desteklendiğini, yapılan ilave desteklerle birlikte aileye ağustos ayından bu yana 110 bin TL sosyal yardım desteğinin sağlandığını anlattı. Bakanlık kaynakları, bu yıl içerisinde ailenin bulunduğu eve 18 ziyaret gerçekleştirdiğini, aileye uzmanlar tarafından verilen destek ve sağlanan gözlemin yanı sıra kardeşlerin devlet himayesine alınmak istendiğini ancak ailenin tepki göstererek, kabul etmediğini söyledi. Yani sizler, on sekiz kez o ailenin o barakada yaşamasını ve ölmesini onayladınız! Tüm bürokrasinizin yaptığı özetle buydu. Kağıtlar dolduruldu, görevler yapıldı, raporlar yazıldı ve…
Aile bakanlığının sevgi evleri adıyla açılan sonra çocuk evlerine dönüştürülen evlerde ortalama 6 çocuğa bakılıyor ve 3 bakım elemanı çalışıyor. Bu evlerin ve çocukların tüm giderleri bakanlıkça karşılanıyor. Üzerinde birçok sorunu konuşabileceğimiz bu evlerden bir tanesini de “kutsal aile” planınızla beş çocuğu olan bir kadına sağlayamaz mıydınız? Bir bakım elemanı maaşı da anneye vererek kâra bile geçerdiniz. Ya da çocuklarını tamamen elinden almak yerine bu çocukları kreşe, anneyi de bir işe yerleştirseydiniz bunca laf edip kendinizi emekçilerin öfkelerinden korumak zorunda kalmazdınız.
Tabi bu çözümleri yoksulluğu ve zenginliği yaratanlara söylememiz anlamsız. Kendi çözümlerini kendisi üreten, çocuklarını, yaşlılarını, kadınlarını, işçilerini her anlamda hayatta tutacak bir sistemi kurmadığımız müddetçe bu acıları ve utanmazlığı duymanın, görmenin travmasıyla yaşamak zorunda kalacağız.
Sürekli yoksulluğun, yalnızlığın ve çaresizliğin acılarıyla boğulan ama çözüm bulamayan insanlık ya içine çöküyor ya da yabancılaşıp çürüyor. Hepimiz bu hastalıklı duvarları yıkmak, yaşamı kendimiz ve insanlık için yeniden yaratmak zorundayız.
Bu yangın ya bizi ya da bütün bu çürümüşlüğü yakacak.
Önsöz Dergisi 55. Sayı